Uzun boylu buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Kaşları siyah ve hilal biçimindeydi. Gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı daha siyahtı. Bakışları canlı ve keskindi. Çekme burunlu, dudakları ince kırmızı renkliydi. Ağzı orta büyüklükteydi. Dişleri inci gibi düzgün ve parlaktı. Sakalı gür ve büyükçeydi. İkinci hicrî bininci yılın yenileyicisi yani "Müceddid-i elf-i sanî." Nakşî, Kadirî, Suhreverdî, Çiştî ve Kubrevî tarikatlarından icazetli Rabbani imam ve Rahmani mürşid.
Altın silsilenin 24. halkası "İmam-ı Rabbanî" lakabıyla anılan mürşidimizin asıl adı Ahmed b. Abdülahad el-Farukî. "Farukî" nisbesi, ikinci halife Hz Ömeru'l Faruk'un soyundan olmasından "İmam-ı Rabbani" Allah adamı imam,demek Müceddid-i elf-i sanî" şöhreti, Hz Peygamber'in "Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyen (müceddid) gönderecektir." (Ebu Davud, Mışkat, l, 82) hadis-i şerifi gereği, ikinci bin yılın başında gelen "müceddid" sayılmasından.
İmam-ı Rabbani, 971/1563 yılında Hindistan'da Delhi ile Lahor arasındaki Serhind denilen yerde doğdu. İlk hocası babası. Ondan Arapça ve İslamî ilimler tahsil etti. Küçük yaşta hıfzını tamamladı. Kemaleddin Keşmiri'den aklî ve nakli ilimleri, İbnu'l-Haceri'l-Mekkî île Abdurrahman b. Fihri'l-Mekkî'den muteber hadis kaynaklarını, Behlul Bedahşanî'den de fıkıh, tefsir ve diğer islamî konulara dair eserleri okudu. Onyedi yaşında iken icazet alacak seviyeye geldi. İlim tahsili sırasında bazı eserler telifiyle meşgul olacak kadar ilme ve telife yatkındı. Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf yoluna olan meyli sebebiyle babası eliyle Kadiriyye, Suhreverdiyye ve Çiştiyye gibi tarikatlara intısab etti.
Babasının vefatından sonra hac vesilesiyle memleketinden ayrıldı. Hac dönüşü Delhi'ye geldiğinde Nakşbendi ulularından Muhammed b. Baki billah'a intisab etti. İki aydan biraz fazla bir zaman içinde seyr ü sülukunu tamamladı.
İmam-ı Rabbani, Hind-Moğol hükümdarlarından Ekber-Şah'ın başlattığı, karma yeni bir din, ihdası fikrine karşı "saf ve temiz İslam"ı bütün güzellikleriyle savundu ve Ekber'ın oğlu Cihangir'in ve ona tabi olanların İslamî vasata ermelerini sağladı. İrşad, tebliğ ve mücadelelerle geçen ömrünü 63 yaşında noktaladı ve Serhind'de 1034/1625 yılında vefat etti. Serhind kabristanında medfundur. Türkçe telaffuzu bazan 'Serhend" şekliınde ifade edilen bu yerin doğru adı Serhind'dir. Hindistan sınırı demektir.
Denizin Denize Kavuşması
Gibi
İmam-ı Rabbanî, Nakşî yolunu öğrendiği şeyhi Muhammed Baki
billah île Delhi'de karşılaştı. Ancak bu karşılaşma, tesadüf eseri meydana
gelmiş değildi. Belki de Bakibillah'ın Delhi'ye gelişi, ilahî kaderin
"Muceddid-i elf-i sanî" olarak takdir buyurduğu Ahmed Farukî'yi
yetiştirmek içindi. Şeyhi Hacegî Muhammed Emkenegî tarafından İmam-ı Rabbanî'yi
irşad için gönderilen M. Bakibillah ile İmam-ı Rabbani'nin buluşması iki
denizin birbirine kavuşması gibiydi. Ahmed Farukî, sahip olduğu üstün kabiliyet
sayesinde iki ayda şeyhinin yanında sülukunu tamamladı. İmam-ı Rabbani, bunu
bizzat kendisi Mektubat'ında (l,333 vd 190 Mektup) ve ondan naklen el-Hanî,
el-Hadaiku'1-Verdiyye adlı eserinde anlatmaktadır. Mektübat'ın verdiği
bilgilere göre İmam-ı Rabbani, "lafza-i celal" zikriyle başladığı
sülukunu gaybet, fena, cem', sahv ve sekr hallerinden geçerek
"müşahede"ye erdiği şeklinde anlatır. Müşahede halinde bütün
zerreleri Hakk Teala'nın görüldüğü aynalar olarak tanımlar. Onun ardından
Hakk'ı, varlığının bütün zerreleri ile beraber görür. Bunu, Hakk'ı kainata
bitişik, ya da ayrı olmayarak, içinde veya dışında bulunmayarak müşahede hali
izler. Bunun ardından, Hakk Teala'yı kainat île ilişkisi olmayan ve keyfiyeti
bilinemeyen bir ilgi içinde bilir. Nihayet keyfiyet, ya da tenzih ile de olsa
müşahede edilen Hakk'ın tekvîn (yaratma) sıfatıdır.
Bu halleri anlattıktan sonra şeyhi tarafından kendisine irşad icazeti verildiğini ve bu emre uyarak irşada başladığını anlatmaktadır.
Bu halleri anlattıktan sonra şeyhi tarafından kendisine irşad icazeti verildiğini ve bu emre uyarak irşada başladığını anlatmaktadır.
Yaşadığı Dönem
İmam-ı Rabbanî'nın yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin
idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Bunlardan özellikle imam ile çağdaş
olan Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık
ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma
gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya, çalıştığı din, en çok Hinduizmden
etkileniyordu. Sultan, hindulara yaranmak, onların gönüllerini kazanmak
istiyordu. Mecüsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz
çıkarmayı, hindulardan dini gün ve bayramları, merasim ve törelerle ruh göçünü,
tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler
filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili
görüşlerini Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu. Böylesine karışık
ve sultanların uluhiyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı
Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi,
tek basına güzellikler dini İslam'ı savundu. Sultan; hapis, işkence, her türlü
sindirme politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu
din, bütün sapıklıklarıyla tükendi. İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan islam'ı
yeniden dirilik ve güzelliğiyle hayata koydu. Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi
cereyanlardan sokulmak istenen "hulul, ittihad ve tenasüh" gibi
düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi. Halk
arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek şeriata bağlılığı
perçinledi. İmam-ı Rabbani'nin terbiye anlayışıyla yetişmiş binlerce halife,
mürid ve müntesihi, bu düşünceleri Orta Asya, Anadolu, Irak ve Suriye
taraflarına da taşıdı.
Eserleri ve Mektubat'ı:
İmam-ı Rabbani, gençlik yıllarında bir takım eserler ve
risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad
usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı ve Mektup'la irşad, Hz.
Peygamber'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim
ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî'nin gerek talebelerine ve
halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar
bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği
kazanmış, tasavvuf ve ahlakta müracaat kitabı olmuştur.
Vahdet-i Vücud -Vahdet-i Şühud:
İmam-ı
Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i
vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu
"Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir.
Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey
O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı
bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde
olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade
edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.
Dervişlik, Şeyhe Teslimiyyet
Müridin,
şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması
gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ıstırabı aşkın levazımı sayardı.
Yoksulluk, sıkıntı ve derd, çaresiz katlanılacak hususlardandı. Çünkü dost,
sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek
ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıkta
olurdu. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba
bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır.
Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.
Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani'yi gördü. İmam ona: "Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar" (el-En'am, 6/91) ayetini okudu. Rüyada bu ayetin manası sayesinde Şeyh Abdülhakim'in kalbinde aşk, muhabbet ve şevk meydana geldi. Kalbi "Allah Allah" diyerek uyandı. Uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî'ye gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddid-i elf-i sanî sıfatını veren odur.
Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.
Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani'yi gördü. İmam ona: "Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar" (el-En'am, 6/91) ayetini okudu. Rüyada bu ayetin manası sayesinde Şeyh Abdülhakim'in kalbinde aşk, muhabbet ve şevk meydana geldi. Kalbi "Allah Allah" diyerek uyandı. Uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî'ye gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddid-i elf-i sanî sıfatını veren odur.
Sahabe ile Veli Arasındaki Fark
Fena,
baka, süluk ve cezbe ile Hakk'a yakınlık için, "velayet yakınlığı"
tabiri kullanılır. Ümmetin velileri bu "yakîn" ile şereflenmiştir.
Ashab-ı kiramın Resülullah (s.a) Efendimizin sohbetiyle elde ettikleri
yakınlığa "Nübüvvet yakınlığı" denilir. Nübüvvet yakınlığı, ittiba ve
veraset yoluyla gelmiştir. Bu yüzden bu yakınlıkta fena, baka, cezbe ve sülük
yoktur ve bu yakınlık, velayet yakınlığından üstündür. Çünkü nübüvvet yakınlığı,
asıl yakınlıktır. Velayet yakınlığı ise onun gölgesinde bir yakınlıktır.
Velayet yakınlığına ulaşmak için fena, baka, cezbe ve sülük, öncü ve başlangıç
sayılır. Eğer yol, nübüvvet yakınlığı caddesine düşecek olursa, o zaman bu öncü
ve başlangıca gerek kalmaz. Ashab-ı kiram nübüvvet yakınlığı caddesinden
yürümüşlerdir.
Şeriat ve Tarikat
İmam-ı
Rabbanî'ye göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir, ikisi arasında ayrılık,
gayrılık ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır. Şeriat
icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine
çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir.
Şeriat gayb, hakikat ise şehadet sayılır şeriat gayba imanı emreder, hakikate
erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri
gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen
açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb, iken şehadet
aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen, ilimler, şeriat
ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa hakka'l-yakîn
makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır.
Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz
Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz
Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Nakşbendîlik
İmam-ı
Rabbanî Nakşbendiyye tarikatının başının Hz Ebü Bekir olduğunu belirttikten
sonra, bu yoldaki bağlılığın bütün bağlılıkların üstünde olduğunu anlatır.
Çünkü onların bağlılıkları Hz Ebu Bekir (r a)'ın huzuruna bağlı özel bir
bağlılıktır. Ayrıca Nakşbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda,
sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı
Nakşbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a
vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan
nasib alırlar.
Veraset İlmi
Cenab-ı
Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir"
(Ahmed b Hanbel'ın müsnedi) İmam-ı Rabbanî'ye göre alimler iki tür ilim
bırakmışlardır. "Ahkam ilmi, esrar ilmi" Peygamber varisi olmaya
layık olan kimse peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine
varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin herşeyine varis olur. Murisin
bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz.
Hz Peygamber (s a) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri,
İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen alim,
Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır.
Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.
Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.
Bid'atlerle Mücadele
İmam-ı Rabbanî, her bid'atin bir sünneti ortadan
kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri
kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları söylemektedir. Mesela bazı şeyhler,
sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar.
Oysa ki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol
taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış
olmaktadır.
Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza myyet konusunda dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı alimler, kalb ile myyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.
Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza myyet konusunda dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı alimler, kalb ile myyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.
Velilik
İmam-ı Rabbanî'ye göre velilik fena ve baka hallerinden
sonra gelen makamdır. Keramet de veliliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak
keramet ve olağanüstü halı çok olan velinin kemalinin de çok olduğu anlaşılmamalıdır.
Aksine olağanüstü hali az olanın veliliği belki daha mükemmeldir. Keramet ve
olağanüstü haller, hem "urüc" yani manevi yükseliş sırasında, hem de
"hubut" yani kemalat kazandıktan sonra halkın arasına karışmak üzere
"iniş" sırasında görülür. Ancak "urüc" sırasındaki
olağanüstü haller, "hubut" ve "nüzul' sırasındakinden çoktur.
Çünkü biri sebepsizlik alemine yükseliş, öbürü sebepler alemine dönüştür ve
sebepler alemine dönüşte temkin daha çok olur.
İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.
İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.
Alinti