İnsanlık
târihinde, fazîlet, adâlet, diğergâmlık ve yüce ahlâk bakımından en müstesnâ
devir, hiç şüphesiz ki asr-ı saâdettir. Çünkü o mübârek devir, bütün âlemlerin
yaratılış sebebi olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
yaşadığı bir devirdir. O devir, O’nun feyz ve rûhâniyetiyle şekillenmiş bir
devirdir. O devir, derin bir tefekkür iklîminde ve müşâhede makamında Allah ve
Rasûlü’nü yakînen tanıma devridir.
İşte o
mübârek devrin toplumu, en koyu bir câhiliye karanlığından, en zirve fazîletler
medeniyetine yükselerek, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna
ulaşmıştır. Bu toplumun fertleri de, «sahâbe-i kirâm» yâni «Hazret-i
Peygamber’e her hususta candan bağlı ve sâdık, çok kıymetli, mübârek dostlar»
diye adlandırılmıştır.
Dolayısıyla;
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerini, davranışlarını ve
hâllerini en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere nûrânî izler intikâl
ettiren yegâne nesil, ashâb-ı kirâmdır.
Hulefâ-i
Râşidîn
Ashâb-ı
kirâm içinde de Allah Rasûlü’nün kalbî rikkatleri, ince duyuşları ve
hassâsiyetleri ile yoğrularak şahsiyet kazananların başında Hulefâ-i
Râşidîn, yâni dört büyük halîfe gelir. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü’ne çok
müstesnâ bir aşk ve gönül bağı ile bağlanmışlar ve damlanın deryadaki hâli
gibi, Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâk ve hâliyle hâllenmişlerdir. Böylece
onların gönül âlemleri, Allah Rasûlü’ne olan muhabbetle ilâhî aşkın
tecellîgâhı, mârifetullâh hazînesinin de muhteşem bir sarayı hâline gelmiştir.
Yine onların sözleri ve ibret dolu hâlleri, birer hikmet ve sırlar manzûmesi
olmuş ve bütün ümmete en güzel öğüt ve örnek vasfına bürünmüştür.
Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hulefâ-i Râşidîn devrinin kıymetini
ifade sadedinde:
“(Benden
sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…”[19] buyurmuştur. Böylece, kendisinden sonra idârî
yapıdaki işleyişin zaman zaman müsbet bir şekilde yürütüleceğine, zaman zaman
da zaafa uğrayacağına işâret etmiştir.
Bu safhanın
ilk yılları, asr-ı saâdetteki huzur ve âhengin devâm ettiği zamanlardır ki, bunun
en büyük âmili Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın basîret ve liyâkatidir.
Hazret-i Ebû
Bekir -radıyallâhu anh-
İlk halîfe
seçilen Hazret-i Ebû Bekir, devr-i saâdette yüksek sadâkat, teslîmiyet,
aşk ve muhabbetiyle Allah Rasûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en
üst seviyede yaşamıştı. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Nitekim -aleyhissalâtü
vesselâm- Efendimiz:
“Kalbimde ne
varsa Ebû Bekir’e ilkā ettim.” buyurmuştur.[20] Fakat bu aynîleşme hâli,
nice fedâkârlıklar ve büyük bedel ödemeler neticesinde gerçekleşmiştir. Zîrâ
insan en ağır bedeli, muhabbeti uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır
bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.
Hazret-i Ebû
Bekir Efendimiz de, Allah ve Rasûlü ile dost olabilmenin ulvî lezzetine gark
olmak için, ömrü boyunca bu dostluk ve muhabbetin bedelini ödeyebilme gayret ve
heyecanı içinde yaşadı. Hicrette Allah Rasûlü’ne yoldaş olma şerefine erdi.
Nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî yolculukta Sevr Mağarası’nda
üç gün Efendimiz’in sadrından sır ve hikmet devşirdi. Ulvî bir yakınlık ve
beraberliğin şeref ve fazîletine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi
inkişâf ettirme dershânesi hâline gelen o yerde, üçüncüleri Allâh olan «ikinin
ikincisi» pâyesine erdi. Varlık Nûru, bu azîz arkadaşına; “Mahzûn olma,
Allah bizimledir!..” (et-Tevbe, 40)
buyurarak “maiyyet
sırrı”nın, yâni Allâh ile beraber olmanın keyfiyetini telkin ediyordu.
Bu hâli
ârifler, gizli zikir tâliminin başlangıcı ve gönüllerin Allâh ile
itmi’nâna ermesinin ilk tezâhürü olarak değerlendirmişlerdir. Yâni tasavvufta
kalpten kalbe sır naklinin İslâm târihindeki bilinen ilk tezâhür mekânı
Sevr Mağarası, onun tâlihli muhâtabı olarak da Hazret-i Ebû Bekir
-radıyallâhu anh- kabûl edilir. Bunun için Hazret-i Sıddîk, ucu kıyamete
kadar devâm edecek olan Altın Silsile’nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’den sonraki ilk halkası olarak telâkkî edilmiştir.
Bu demektir
ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbet
nisbetinde hâsıl olur. Çünkü sevginin şartı ve aşkın alâmeti, sevilen kişinin
sevdiği şeyleri de sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme
yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebû Bekir’in hayâtı böyle tecellîlerle
doludur.
Ebû Bekir
Bendendir, Ben De Ondanım