Âl-i İmrân,
103; Kavram, 155
Vahdet;
Anlam ve Mâhiyeti
Vahdet;
Şimdi Değilse Ne Zaman?
Kur’ân-ı
Kerim’de Vahdet Kavramı
Hadis-i
Şeriflerde Vahdet Kavramı
Vahdetin
Tezâhürü; Cemaat
Cemaat ve
Tebliğ Çalışmalarında Usûl
İhtilâflara
Yaklaşım
Kur’an’ın
Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı
Tefrika;
İhtilâfın Şiddetle Haram Olan Şekli
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَآءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ اِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلَى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذَلِكَ
يُبَيِّنُ اللهُ لَكُمْ اَيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَآءَ هُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“Hep
birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler
idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sâyesinde kardeşler
olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O
kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”
(3/Âl-i İmrân, 103)
“Kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler
gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105)
Vahdet;
Anlam ve Mâhiyeti 9;
Vahdet;
Birlik, teklik, bir ve tek olma, parçalar arasındaki âhenkten doğan bütünlük
demektir. Allah'ın birliğine de vahdet denildiği gibi, aynı zamanda Allah'la
bir olmaya da vahdet denilmiştir.
“Vahdet”,
“tevhid” kelimesi ile aynı köktendir; ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır.
Tevhid, birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah’ı birlemeyen kimsenin,
tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet anlayışından ve ahlâkından
mahrum insanın da gerçek muvahhid olması beklenemez.
Vahdet
Zarûrîdir. Çünkü;
Kur’an
vahdeti emretmektedir. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın;
parçalanmayın...” (3/Âl-i
İmrân, 103).“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf
ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap
vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105). “Dinlerini parça parça edip gruplara
ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak
Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm,
159). “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra
korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de
sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46). “...Müşriklerden
olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük
olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle
böbürlenmektedir.” (30/Rûm, 31-32). “Mü’minler ancak kardeştirler.” (49/Hucurât,
10)
Sünnet
vahdeti emretmektedir. “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî,
Tahrîm 6). “Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” (Ahmed
bin Hanbel, 4/145, 278). “Bereket, cemaatle beraberdir.” (İbn Mâce,
Et’ıme 17). “Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü
ile (küfür üzere) ölmüş olur.” (Buhârî, Fiten 2). “Cemaatle kılınan
namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha
faziletlidir.” (Buhârî, Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245)
Akıl
vahdeti emretmektedir. Tek başımıza kaldıramadığımız ağır bir yükü, elbirliğiyle birleşerek kaldırabiliriz.
Dâvânın hâkim olması, küfre ve zulme kıyâm edilmesi gibi birkaç kişinin
kaldıramayacağı cihad yükünü de ancak birleşerek yerine getirebiliriz. Tek tek
kolay kırılabilen ok gibi çubukları, büyük bir demet yaptığımızda
kıramayacakları gibi, sürüden ayrılıp tek kalanı kurdun yediği gibi,
bireysellik de cinden ve insandan şeytanların tuzaklarına kolay düşürür,
vahdetten uzak insan, onların kolay avı olur.
Tarih
vahdeti emretmektedir. Başta Benî İsrâil olmak üzere, nice eski kavimler tefrika yüzünden acı
mağlûbiyetler tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler
dönemindeki durum ile Osmanlılar arasındaki fark ve yine ırkçılık,
milliyetçilik gibi ümmetin vahdetini bozan fikirlerle tek ümmet ve büyük tek
devletten küçük küçük 87 ülkeye ayrılmış, ciddî ağırlıkları olmayan günümüz
müslüman dünyasının durumu, ibret almak için yeterlidir.
Günümüzün/çağımızın
konumu vahdeti emretmektedir. Avrupa ülkeleri, aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa
Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş
Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün
işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.
Ekonomi
vahdeti emretmektedir. Müslümanların kalkınması, sömürü ve kapitalizmin zulüm çarklarından
kurtuluşu, kendi ekonomik güçlerini birleştirip ortaklaşarak ticârî kuruluşlar,
holdingler kurmalarını gerektirmektedir. Devir, bakkal devri olmaktan çıkıp
süper ve hiper marketler devri olmuştur. Bu da kapitalist vampirlerin mü’min kanı
emerek azgınlaşmaması açısından müslümanların vahdetini gerektirmektedir.
Mevcut
müslümanların konumu, din düşmanlarının tavrı vahdeti emretmektedir. Kısa bir müddet önce Çeçenistan’ın
Ruslar, Bosna Hersek’in Sırplar, Filistin’in siyonistler Afganistan ve Irak’ın
Amerikalılar tarafından resmen işgali ve bunlardan daha acı olan kâfirlerin
yerli işbirlikçi İslâm düşmanları tarafından müslümanların devletlerinin
işgali, onların yönlendirdiği medyanın, çevre şartlarının, câhilî eğitimin
oluşturduğu fitne ve fesadın müslümanların gönüllerini ve kafalarını işgali,
mü’minlerin birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Mü’minler
birleşip birer kova su dökseler, İsrâil’i sel alıp götürür. Emperyalizmin orta
doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrâil’in ve dünyaya yayılmış
siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın
kılıyor.
Tecrübe
vahdeti emretmektedir. Yüzlerce senedir müslüman halk kültürünün ortak ürünü olan atasözleri, bu
deneyimi aktarır: “Nerde birlik, orda dirlik.” “Bir elin nesi var? İki elin
sesi var.” “Tek el, kendini yumaz.”
Matematik
vahdeti emretmektedir. Alt alta dizilen/yazılan meselâ dört tane 1, en fazla 4 ederken; aynı
safta dizilen, yan yana gelen dört tane 1ise, 1111 (bin yüz on bir) edecektir.
Dört tane 1'in yan yana gelip birleşmesi, 1111'in gücüne eşitlenecektir.
Dünya
huzuru vahdeti gerektirmektedir. Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin gereksiz tartışma
ve ihtilâfın, eleştiri bombardımanının olduğu ve bireyselciliğin öne çıkıp herkesin
sadece kendini düşündüğü yerde huzur olmayacak; kardeşlik ve vahdetin, ittifak
ve cemaatin olduğu yerde ise huzur olacaktır.
Âhiret
saâdeti vahdeti gerektirmektedir. Cennete ancak vahdetle ulaşılabilir. “Mü’min olmadan
cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî,
Edeb 27; Müslim, Birr 66). “Sizden biri, kendisi için sevdiği şeyi kardeşi
için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” (Buhârî, İman 6; Müslim, İman
71; Nesâî, İman 19; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 60; İbn Mâce, Mukaddime 9)
Vahdet
Nasıl Gerçekleşir?
Vahdetin
gerçekleşmesi için gerekenlerin altını çizmek ve çözüm yolunu özet olarak
belirtmek gerekirse, şu hususlara vurgular yapılmalıdır: Kur’an ve sahih sünnet
çerçevesinde birleşmeye vahdet denildiği için, değişik kaynaklar edinen
insanların tefrika içinde bölük pörçük olmaları gayet doğaldır. Kur’an’dan
başka bir kitabı mutlak hakikat ve mutlak kaynak edinen her insan, tabiatıyla
kaynakları farklı olduğundan vahdete ulaşamaz.
Vahdet, her
konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip, robot adamlar
üretmek, liderlere ve teşkilâtlara mâsum damgası vurmak, devamlı baş eğmek
değildir. Mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sahih sünnetin kesin
olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu doğrultuda işbirliği
yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır. Mü’minler arasında vahdete engel durumlar
varsa, bu ya iman sorunundan, ya da ahlâk sorunundan veya her iki sorundan
kaynaklanmaktadır.
Vahdet, önce
içimizde ve kendimizle olmalıdır. Kendisiyle barışık ve vahdet/uyum içinde bir
kişilik sergileyemeyenler, dışlarında vahdeti hiç oluşturamazlar. Vahdet,
yakından uzağa doğru oluşup adım adım genişleyebilir. Bütün mü’minlerin kardeş,
velî/dost bilinmesi gerekir. Mü’minlerin birbirlerini, özellikle farklı cemaat
mensubu dâvâ adamlarını topa tutup, dine savaş açanları unutmaları büyük bir
cinâyettir. Düşmanlık için, Kur’an’ın belirttiği İslâm'a savaş açan tâğut ve
zâlimler yeterlidir.
“Vahdet,
kimler arasında gerçekleşir?”
Ümmetin
tümüyle, ülkedeki hatta dünyadaki tüm müslümanlarla vahdet gerçekleşir
diyorsanız, kıyâmeti, hatta mahşeri beklersiniz. Gerçekçi ve ayağı yere basan
teklifler sunmalı, gerçekleşebilecek hedefler seçmeliyiz. Hz. Peygamber’in
hayatındaki dönem hâriç, tarihin hiçbir döneminde bu ideal, tümüyle
gerçekleşememiştir. Vahdet, ancak şuurlu müslümanlarla gerçekleşir. Tevhidî
bilince ermemiş insanlarla ittifaklar, saldırmazlık antlaşmaları, ateşkesler ve
takıyye yapılabilir ancak; vahdet değil!
“Vahdet,
nasıl gerçekleşir?” Bütün mü’minlere elimizi, gönlümüzün tercümanı olarak uzatmalı,
gülümseyen yüzümüzü sevgi dolu ifadelerle zenginleştirip kardeşlerimize ikram
etmeliyiz. Mü’min olan tüm muhâtaplarınıza elinizi uzatırsınız, ama
tokalaşacağı yerde elinizi ısırmaya kalkanlara karşı ne yapacaksınız?
Misyonervari şekilde, ısırsın diye diğer elinizi mi uzatacaksınız? Tabii, sizi
kutsayıp toka için uzattığınız elinizi öpmeye kalkışanların da ısıranlar kadar
tehlikeli olabileceğini unutmamalısınız.
Vahdetin
hemen gerçekleşecek kısa vâdeli bir çözüm olmadığını bilerek, bunun alt yapısı
için mü’minlerin adım atmaları, farklı cemaat mensuplarına gönül ve kucak
açmalı, ziyâret etmeli, onları sevdiğimizi ispat edecek yaklaşımlarda
bulunmalı, hor görüyü sadece kâfirlere, hoşgörüyü ise hangi gruptan olursa
olsun tüm müslümanlara gösterebilmeliyiz.
“Filan
memleketten adam çıkmaz!”, “falan mezhep bâtıldır, mensupları kâfirdir”, “ben
falan cemaatle veya filanlarla bir araya gelmem!”, “onun olduğu yerde ben
yokum!”, “şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı) okuyanlar şucudur, bunları
okuyanlarla işbirliği yapılamaz” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz anlayışla
vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretilir.
Nisbî/göreceli
doğruları, beşerî yorumları, din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli,
insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve
faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın mutlak doğrularına dâvet
etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki
konulardan yola çıkarak asgari müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli,
dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi
hedeflenmelidir. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine
gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. Sadece benim
mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak, diğerleri bâtıl demekten
sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru"
olduğunu, muhâtap mü’minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış"
görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini
unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz.
Bir cemaat
mensubu, bir meşrep ve mezhep mensubu olmakla; hizipçi, mezhepçi, bağnaz olmak
arasında cennetle cehennem kadar farkın olduğu unutulmamalıdır. Dinin temel
esasları dışında, meşrû özgürlük alanlarında ve yasaklanmamış çalışma
metotlarında farklılık bir zenginliktir; tefrika ise tüm zenginliğin kaybı,
ölümcül fakirlik. Allah’ın ve Rasûlü’nün farklı anlaşılmayacak şekilde hükme
bağladığı mutlak hakikatlerin dışında beşerî doğruların ortaya çıkması için
uygun zaman ve zeminlerde ve de âdâbına uyularak tartışılması gerekmektedir.
“Bârika-i hakîkat, müsâdeme-i efkârdan çıkar.” Yani, hakikat şimşeği, farklı
fikirlerin çarpışmasıyla meydana gelir.
İhtilâf
konusunu birkaç cümleyle özetler mâhiyette, ihtilâfın hükmünü şöyle
değerlendirebiliriz: İhtilâfın meşrû veya yasak olması, ihtilâfın cinsi,
konusu, sebep ve gâyesi, metodu, uyulması gereken ahlâkî hususlar, savunulup
tartışılan konunun taassupla/bağnazlıkla ilgisi, şahsî görüş ve beşerî
yorumların mutlak hakikat gibi kabulünün değerlendirilmesiyle ortaya
çıkacaktır. İhtilâf konusunda unutulmaması ve karıştırılmaması gereken durum,
ihtilâfla tefrika arasında farkın olduğudur. Hangi konuda ihtilâfın yapıldığı
da meşrûluk için şarttır. İhtilâf edilecek konunun dinin usûlünden, yani temel
esaslarından olmaması ihtilâfın meşrû olup olmaması için şart olduğu gibi,
ihtilâf usûl ve ahlâkı da cevaz ve haram hükmü için bir ölçüdür. Yine,
ihtilâfın sebep ve gâyesi de günah-sevap açısından değerlendirilmelidir: Allah
için ihtilâf başkadır; nefis/hevâ için, enâniyet için ihtilâf başka.
Bir Allah’ın
bir tek olan hak yolundan giderek birr’e ulaşmak için muvahhid/birleyici
müslümanların birbirini sevmeleri ve ittifak ettikleri konularda birleşip
işbirliğine gitmeleri, ihtilâf ettikleri konularda birbirlerini mâzur görerek
ihtilâf âdâbına riâyet etmeleri ve adım adım ümmet birliğine doğru yol almaları
gerekmektedir. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe
(Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık
bir düşmandır.” (2/Bakara, 208) (1)
Vahdet;
Şimdi Değilse Ne Zaman?
Bir musîbet,
bin nasihatten yeğdir, ama bin musîbetten bir ders bile almayanlar için
korkarım dünyevî cezalar, uhrevî büyük cezanın habercisidir. Irak’taki ve
yakındaki, dıştaki ve içteki zilletin en önemli sebeplerinden biri, İslâm
âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı bohça görüntüsüdür. Dinlerini bölük
pörçük edenlerden, el yordamıyla tuttuğu filin bir parçasını bütün gibi
tanımlayanlardan farklı bir şey de beklenmez aslında. Avrupa ülkelerinin
birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında tek devlet
haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü birleştirmesi, emperyalizm ve
fesadın globalleşmesi, artık ulusal devlet anlayışı modasının çoktan geçtiğini
haykırmaktadır.
Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş
olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan
tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir
tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la
irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek,
fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe
başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek
dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le
irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.
Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya
mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile
ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah
edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde,
cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin
gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem
mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen
şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün
Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün
Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali bizi birleşip
dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke
topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir.
Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin
ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve
çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve
kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka yollarının olmadığını
haykırıyor. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici
İsrâil’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde
gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler,
İsrâil’i sel alıp götürür, ama bundan önce, dünyevîleşip yahûdileşen iç
dünyalarını arındırmak için suyu kendi temizlikleri için kullanmalıdırlar.
İçimizdeki İsrâil ve Amerika ile savaşamadan dışımızdaki görüntüleriyle savaşmak
mümkün değildir. Kendi mescidlerini işgalden kurtaramayanların Mescid-i Aksâ’yı
kurtarmaya kalkmalarının mümkün olmadığı gibi.
İslâm’a hâkimiyet hakkı vermeyen bugünün dünyası,
bütün cepheleriyle beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern uygarlık,
temel insanlık sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik
çatışmalara ve savaşlara çözüm bulamamış, tam tersine emperyalizmi
globalleştirmeye çanak tutmuştur.
İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir. İslâm,
birleştirici tüm değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak ister.
Ümmet gerçeğinin tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet olgusu
olmuştur. Ümmet bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel, ulusal
farklılıkların aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı, kâmil
insanın, kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir
toplumsal bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur.
Klişelerle, sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek
bir cemaat yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için
bireylerin benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında
Allah’a yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar.
Sağlıklı, tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat
bilinci oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat
bilinciyle ulaşılabilir.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem
cemaatin ve hem de ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifadesi olan merkez
kurumlar, hayatiyetini kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan
çıktılar. İslâm’ın ilk dönemlerinde mescidlerin sosyal, toplumsal, kültürel ve
siyasal işlevleri vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline
dönüştürülmüştür. (2)
Ümmet ve cemaat anlayışı, hiç ihtilâf ve farklılığın
olmadığı despotik ve robot üreten bir yaklaşım değildir. İnsanların olduğu her
yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde
müslümanlar ihtilâf edemez. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan
ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin
müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih
hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve
bizlerin sözkonusu meselelerde hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen
Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta,
denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, bu
ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır.
Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın
olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa
dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına
mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep
olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri vahdet, aklî
değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla
gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya
getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü
oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî
bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile,
dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm
adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm’da tefrikaya
sebep olacaktır.
Beşerî kaynaklara İlâhîlik vasfı verildiği ve
İlâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu
kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek ihtilâflar
değildir.
Tüm dünya müslümanları için yegâne İlâhî kaynak
Kur’ân-ı Kerim’dir, böyle olmak zorundadır. Mü'minlerin din adına faydalanacakları
ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’in tasdik ve teyid ederek
koruduğu sahih sünnettir. Bu ikinci kaynaktan istifade ederken karşılaşılan ve
daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların makul karşılanması
ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna getirilmemesi
gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan kaynak, sadece
Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu gerçeği kabul etmeyip birçok beşerî kaynağı İlâhî
zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara bilinçsizce iman eden kimselerin,
böylesi kaynaklardan hareket ederek sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hakim olan
Rabbimizin kıyâmet günü hükme bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak
meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya
ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur. Oysa beşerî aklı, İlâhî vahyin önüne
geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir. Akılperestlik
(akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır.
Çünkü İlâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs ve hevânın denetiminde olup,
ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna
düşmüştür. (3)
İhtilâfın en önemli sebeplerinden biri, yanlış
emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma” anlayışıdır.
Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı
şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir şey ekler, ya da
ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile baş başa kalır ve din
ortadan çekilir gider. Vahdet,
bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel seviye meselesidir de. Ancak,
İslâm’ı bilen, yaşayan ve mes’ûliyetinin idrâkindeki ahlâklı insanların toplum
üzerindeki velâyetleri ile vahdet gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir
emir-komuta zinciri altındaki insanlar topluluğu değildir. Bu, biraz da
militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı bir hiyerarşi ve örgütlenmenin
ürünü değildir. Tek tip standart insan isteği, robotlaşmış, sadece evet deyip
kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî ideoloji değildir İslâm. Özgür
irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve kendi aralarındaki işleri
müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği, emir sahiplerinin
nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum ve Allah'a
doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine bağlı
insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.
İslâm’ın,
vahdet, cemaat ve ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri olan lider
anlayışı, maalesef günümüzde tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik
anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî
problemleri de içeren bir yanlışlar yumağıdır günümüzde. Nice cemaatlerde görülen odur ki,
din ve dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış,
araçlar amaçlaşmış, metotlar Yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı
meşrû yöntemler bile savunulur olmuştur.
İhtilâf
konusunda en önemli husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın
meşrû ve yasak olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf ettiğimiz şey nedir? Gerçek
ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler vardır ki, insanlara göre,
zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O, hayatın özünde var olan bir
değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur. İhtilâfların özünde büyük
ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına bir çizgi çekememe konusu
yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak açısından, kolaylık ve
maslahat yönünden büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf,
kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte anlayış konusunda
düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın zaafından kaynaklanan bir konudur.
Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak üç mesele üzerinde durmak icap
eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı temeller sağlam ise, vahiy ve
mütevâtir sünnet ile te’yid ediliyorsa, aklî ve ilmî delilleri sağlam ise ve
meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü doğru kabul edebiliriz.
Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki farklılıklar da buradan
kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını geliştirmeleri, akledip
fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir zarûrettir.
Burada,
dikkat etmemiz gereken husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa, kendi
zanlarımızı ve kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine
kendi kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda gereksiz ve
özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket etmemiz
gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür irâdesi ile
Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı ortaya
çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından
zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre getirmek, esasen mümkün
değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar vahdeti parçalar.
Farklı
Metotlar: Metot
farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri, meslekleri farklı,
yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir
ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî
metodun dışında gayrı meşrû bir metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak
kaydıyla, kendimize yeni metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot
sahipleri, sonuçta İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve
meşrûiyetini kabul etmeleri, aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda
olmaları gerekir. Kanaat farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin
metotlarına sıcak bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî
ise, yine de birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.
Maalesef
yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil
edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini müslümanlar
için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet adına ihtilâfı
körüklemektedirler. Müslümanlar Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba imandan başka,
neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte; dinleri ile
örgüt, lider ve yöntemlerini sentez yapmaktadırlar.
Haram ve
helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları mümkündür; hatta
lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar gereklidir. Bilgi, beceri
ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse kendini tek çözüm yolu
olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir. Herkesin doğru yaptıklarının
yanı sıra, pek çok yanlışları da olabilir ve olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını
hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin hataları olabilir. Bu yanlışlar,
o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrardır. Yoksa, yanlışın farkına
varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir. Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir.
Öyleyse hepimiz kendi düşünce ve irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru
olarak kabul ediyoruz demektir. Bu doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da
yanlış olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız.
Müslümanlar
dinleri üzerinde tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da
birbirlerini mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve yöntemleri
ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek durumundadırlar.
Müslümanlar, makro planda, Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba iman edenler tek bir
cemaattirler.
İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın hukukunu korurlar,
nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden bir kötülük
görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik bulunursa
bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En genel
anlamdaki İslâmî vahdetin temeli de budur. Bizim örgüt, lider ve
yöntemlerimiz hakikatin ta kendisi, kaynağı ve ölçüsü değil; hakikati anlamak
ve hayata geçirmekte bir yöntem konusudur.
Müslümanları,
kendi aralarında bölen, onları birbirlerine yabancılaştıran, kendi örgüt, lider
ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri
tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin
yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına
kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın içine girdiğimizi hesaba katmak
zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı oluşu, ya da zekâ farklılıkları,
farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi olamaz. Cemaat, farklı
eğilimleri içinde barındıran bir topluluktur.
İhtilâfların
Kaynağı: Günümüzdeki
ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir. Grup taassubunun da aslında hevâlardan
kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî
ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir
mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne
çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi
dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına
dayatması şimdiden problem olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda,
ihtilâfın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini
Afganistan aynasında müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen
vermeleri gerekiyor.
Aslında
ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım yanlış din
telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar sözkonusudur. Onun da temelinde câhillik
yatıyor. Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık yatıyor.
Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din
zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor. Atalarımızın yolunu
kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden modernist ve roformist
çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme ve bu gün o hükümleri, Allah’ın
rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız gündemde olmalı. Yani, dini
zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve takdim etme gayreti. (4)
Metot
Farklılığı: Metot
farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara
ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi
değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu
grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini
gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. Allah hepimizi ayrı ayrı özelliklerde
yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz. Farklı deneyimlere,
izlenimlere, kültürlere sahibiz. Bu, dinimizi formalara ayırarak kategorize
edilmiş bir din anlayışı haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan
cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır.
Bu konuda önemli ölçü; aynı Allah'a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin,
kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını
ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel
meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır
gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin İlâhî olduğu gibi;
dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor.
İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu
unutulmamalıdır. (5)
Kur'ân-ı
Kerim'de Vahdet Kavramı
Kur'an'da
vahdet kavramı, değişik kelimelerle (kardeşlik, velâ/velîlik, yardımlaşma,
ihtilâfın men edilmesi, tek ümmet olma vb.) ısrarla emredilmiştir. Bütün
müslümanların, toptan Allah'ın ipine sarılmaları (3/Âl-i İmrân, 103)
emredilmiş, parçalanıp ayrılmak (3/Âl-i İmrân, 103, 105) yasaklanmıştır.
Müslümanların birbiriyle çekişmesi de yasaklanarak (8/Enfâl, 46), zulme karşı
Birlik olmaları (42/Şûrâ, 39) emredilmiş, birlik içinde savaşanları Allah'ın
sevdiği vurgulanmıştır (61/Saff, 4). Parçalanıp ayrılarak anlaşmazlığa
düşmekten Kur'an mü'minleri ısrarla sakındırır (3/Âl-i İmrân, 103, 105;
8/Enfâl, 46). Birlik ve beraberliği istemeyenlerin fâsıklar olduğu ifâde edilir
(2/Bakara, 27). Mü'minlerin hayırda ve iyilikte yardımlaşmaları teşvik edilir
(8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71).
Kur'ân-ı
Kerim, mü'minlerin birbirleriyle ancak kardeş olduğunu net bir şekilde belirtir
(11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13). Bu din kardeşliğinin Allah'ın bir nimeti
olduğu hatırlatılır (3/Âl-i İmrân, 103). Bu kardeşliğin fiilî uygulamaları
gösterilir ve mü'min kardeşini kendi nefsine tercih eden mü'minler övülür
(59/Haşr, 9). Mü'minlerin kardeş olduğu için, birbirleriyle iyi geçinmeleri,
dost olmaları gerektiği vurgulanır (3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide,
55; 9/Tevbe, 16, 71, 119). Mü'min kardeşler birbirleriyle sürtüşür veya
darılırlarsa, aralarını düzeltmek diğer mü'minlerin görevidir (2/Bakara, 182,
224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10).
Vahdetin
olumsuz tarafı, yani ihtilâf, Kur'an'da sebepleri ve neticeleri açısından daha
çok konu edilir. İhtilâf konusu üzerinde yeterli oranda durularak, mü'minlerin
vahdetinin nasıl oluşacağı ve korunacağı değerlendirilir. Vahdetin zıddı
tefrika ve gayr-ı meşrû ihtilâftır. “İhtilâf” kelimesi ve türevleri, Kur’an’da
52 yerde geçmektedir.
İhtilâf
kelimesinin kökü olan “h-l-f” ve türevleri ise toplam 127 yerde zikredilir.
Kur'an'da “ihtilâf” kelimesi, mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda
kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredilmiştir.
Birçok âyette sözü edilen ihtilâf, dinî inançlarla ilgili olup insanın dünya ve
âhirette mutlu ya da bedbaht olması, bu gibi konularda benimsediği görüşlere ve
aldığı tavırlara bağlanmış, bu tür ihtilâflara düşen insanlar arasında hüküm
vermeleri için peygamberlerin gönderildiği ifade edilmiştir (2/Bakara, 213).
Peygamberlerin açıklamalarından sonra hâlâ ihtilâflarını sürdürenler ise birçok
âyette kınanmış (meselâ, bkz. 3/Âl-i İmrân, 19, 105; 45/Câsiye, 17) ve nihâî
hükmün âhirette bizzat Allah tarafından verileceği belirtilmiştir (3/Âl-i
İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 6/En'âm, 164).
Bununla
birlikte, Kur’an’da farklı bir ihtilâfla da tanışıyoruz: “Şüphesiz, göklerin
ve yerin yaratılışında ve geceyle gündüzün ihtilâfında... akleden bir kavim
için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) âyetler vardır.” (2/Bakara,
164) “O’nun âyetlerinden/delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması,
lisanlarınızın ve renklerinizin ihtilâflı/değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda
âlimler/bilenler için (alınacak) dersler vardır.” (30/Rûm, 22). Demek ki,
iki tür ihtilâf karşısındayız; bunlardan biri yaratılışta görülen ve kâinatın
işleyişinde ve insanların hayatında önemli bir yeri olan ihtilâf. Kâinattaki
ihtilâflardan biri, her şeyin çift yaratılmış olmasıdır; Gece-gündüz,
aydınlık-karanlık, yaş-kuru, sert-yumuşak vs. Bir diğer ihtilâf da, yerin
bitirdiklerinin farklı oluşudur; aynı ışığı alan, aynı toprakta biten, aynı
suyla sulanan meyvelerin, bitkilerin gerek tad, gerek koku, gerek yapı yönünden
farklı oluşu Allah’ın âyetlerindendir ve bunlar, olumlu ihtilâflardır. İnsan
hayatında gerekli olan ihtilâfsa, kabiliyetlerin, arzu ve isteklerin,
fikirlerin değişik oluşudur. Böyle olmaz ve her insan her bakımdan
birbirinin aynısı olursa, insan hayatı olmaz. Çünkü bu tür ihtilâf, insanların
sosyal hayatı için gerekli olan meslekleri doğurur; ayrıca yeteneklerin ve
fikirlerin ihtilâfıyla da hayat için gerekli mesafeler alınır, ilerlemeler
kaydedilir. Öte yandan, dillerin ve renklerin ihtilâfı da, Allah’ın
âyetlerinden olarak yerilen değil; yeryüzündeki hayatın gerekli şartlarından
olan bir ihtilâftır.
İnsanlar, baştan tek bir ümmetti (2/Bakara, 214;
10/Yûnus, 19). Hepsi bir arada, aynı maksada yönelik ve aynı istikamette
davranan bir topluk halindeydiler. Allah’ın önlerine serdiği yeryüzü sofrasında
kavgasız nizâsız bir arada yiyip içiyor ve herhangi bir ayrılığa düşmüyorlardı.
Hayat, bütün gizliliklerini kendilerine henüz açmamıştı. Birbirlerini
sömürmüyorlar ve fıtrî bir hayat sürdürüp gidiyorlardı. Yani, Allah’ın
kendilerini üzerinde yarattığı fıtratları istikametinde yaşıyorlardı.
Yaşadıkları hayat ve bozulmamış fıtratları, aralarında ihtilâfın çıkmasını
gerektirmiyordu. Zaman ilerledikçe insanlar çoğaldı. İnsanın yaratılışından
getirdiği ve bir dürtüyle ortaya çıkma istidadındaki başkalarından yararlanma,
gücünü ve yeteneklerini kullanarak başkaları üzerinde hâkimiyet kurma,
başkalarının aleyhine daha iyi bir hayat yaşama, kaderden kendi payına düşene
râzı olmama gibi faktörler, insanlar arasında çekişmelerin başlamasına yol
açtı. İnsanlar çoğalıp yeryüzüne dağıldıkça, tabiatla olan temasları sonucu
gittikçe yeni hünerler kazanıp yeni tecrübeler edindikçe, içlerinde taşıdıkları
zulüm, isyan, başkalarını kullanma, bencillik, ihtiras gibi özellikler su
yüzüne çıkmaya ve kendilerine hükmetmeğe başladı. Bu, bir yandan insanın
hayatında daha karmaşıklığa, tecrübe ve fikirlerinde ilerlemelere sebep
olurken; bir yandan da, baştaki çekişmesiz hayatın yavaş yavaş yerini
ihtilâflara bırakmasına yol açtı. Cennette Hz. Âdem’e İblis’in fısıldadığı
tükenmek bilmez mülk ve ebedîyet arzusu, Hz. Âdem’in çocuklarında da ortaya
çıkmaya başladı. Sonunda güçlü ve yetenekli olanlar zayıfları ezmeğe, başkaları
üzerinde haksızca hükmetmeğe ve yaptıklarını da haklı çıkarıcı gerekçeler
bulmaya başladılar.
Batı hümanizmi ne kadar iddia ederse etsin,
yaratılışındaki çift yön ve ilk anda olumsuz görünen, fakat maddî-mânevî
terakkîsinin zembereğinin dişlileri olarak kendilerine verilen sıfatlar
sebebiyle insanlar, herkesin âdilâne yararına bir hayat sistemi kuramazlar.
Bunun için tek tek insanları tanımak, kâinatın işleyiş kanunlarını bilmek, her
zaman ve mekâna hükmedici bir bilgi ve kabiliyete sahip olmak, insanların
zihinlerine ve kalplerine giden yolları keşfetmiş olmak gerekir. Bu bakımdan,
insanların aralarında zamanla ortaya çıkan ihtilâfları çözmek, onları bu defa
emir ve yasaklardan oluşan sınırların içine alıp bu şekilde ihtilâfsız döneme
döndürmek için Allah, seçtiği kişileri diğer insanlarla arasında elçi yapmış ve
yeryüzündeki hayatı düzenleyici kanunlar göndermiştir. Böylece, bu kanunlarla
gelen her elçi, insanlar arasındaki ihtilâfları kaldırmış ve Vedâ Hutbesinde
ifade olunduğu gibi, zamanı, göklerin ve yerin yaratıldığı âna, insanların
ihtilâfsız yaşadığı döneme çevirmiştir. Elçilerin getirdiği şeriat,
ihtilâfların sebeplerini ortadan kaldırdığı gibi, gelecekteki ihtilâfları
önleyici tedbirleri de göstermiş ve nasıl davranılırsa ihtilâfa
düşmeyeceklerini insanlara öğretmiştir. “Allah bir kavmi, kendilerini
hidâyet ettikten sonra nelerden çekinmeleri gerektiğini kendilerine açıklamadan
saptıracak değildir. Doğrusu Allah, her şeyi çok iyi bilendir.” (9/Tevbe,
115) (6)
"...Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda
kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir."
(2/Bakara, 113)
“Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik
ve dirliğe (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o,
size apaçık bir düşmandır.” (2/Bakara, 208)
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi.
Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.
İnsanlar arasında ihtilâfa/anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri
için, onlarla beraber hak yolu gösteren Kitapları da indirdi. İndirilen Kitapta
ve gönderilen peygamber ve onun dininde hiç kimse ihtilâfa/ayrılığa düşmedi.
Ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki
kıskançlıktan ötürü kendilerine Kitap verilenler ihtilâfa düştü. Bunun üzerine
Allah iman edenlere, haktan kendisinde ihtilâfa düştükleri şeyleri izniyle
gösterdi. Şüphesiz Allah dilediğine doğru yolu gösterir.” (2/Bakara,
213)
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık
ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde, kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman
ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir
ve bilir.” (2/Bakara, 256)
“Allah indinde hak din İslâm’dır. Kitap
verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden
ihtilâfa/ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki
Allah, hesabı çok çabuk yapandır.” (3/Âl-i
İmrân, 19)
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a)
sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani
siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun
nimeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam
kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle
açıklar ki, doğru yolu bulasınız.” (3/Âl-i
İmrân, 103)
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek
büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 105)
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak
davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından
dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma
ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp
güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” (3/Âl-i
İmrân, 159)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere
itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün. Şayet Allah’a ve Ahiret
gününe iman ediyorsanız…” (4/Nisâ, 59)
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız
zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici
menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde
sayısız ganîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o
halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.” (4/Nisâ, 94)
"...İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak
konusunda birbirinizle yardımlaşın; günah işlemek ve haddi aşmak üzere
Yardımlaşmayın. " (5/Mâide, 2)
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu
korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği
ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey
ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri
bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek
için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın.
Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa
düştüğünüz) şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (5/Mâide,
48)
“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya
ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti
parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak
ki, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!” (6/En’âm,
65)
“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur; ona uyun.
(Başka) yollara uymayın. Zira diğer yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte
(kötülükten) sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (6/En’âm,
153)
“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek
sûretiyle) Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara
yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm, 159)
“Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle
çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz,
devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl,
46)
“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını
birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların
gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı.
Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir, hakîmdir/hikmet sahibidir.” (8/Enfâl,
63)
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi
tevhid dinine bağlı iken) sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın
ertelenmesiyle ilgili) Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı,
ihtilâf ettikleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve
işleri bitirilirdi).” (10/Yûnus, 19)
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet
(millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin
rahmetine nâil olanlar hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek
için) yarattı. Rabbinin, ‘andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle toptan
dolduracağım’ şeklindeki sözü yerini buldu.” (11/Hûd,
118-119)
“Biz, bu Kitab’ı (Kur’an’ı) sana sırf hakkında
ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman ve iman eden bir topluma da
hidâyet ve rahmet olması için indirdik.” (16/Nahl, 64)
“O’nun âyetlerinden/delillerinden biri de, gökleri
ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ihtilâflı/değişik olmasıdır.
Şüphesiz bunda âlimler/bilenler için (alınacak) dersler vardır.” (30/Rûm,
22)
“Hepiniz O’na yönelerek ittika edin (O’na karşı
gelmekten sakının), namazı ikame edin/kılın; müşriklerden olmayın; Ki onlardan
dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan)
her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (30/Rûm,
31-32)
“De ki: ‘Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve
müşâhede edilebileni (gizliyi de âşikârı da) bilen Allah’ım! İhtilâf ettikleri,
anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.” (39/Zümer,
46)
“Dini ikame edin/doğru tutun ve onda ayrılığa
düşmeyin’ diye, din olarak Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi,
İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi sizin için şeriat/hukuk düzeni
yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam, Allah'a ortak koşanlara ağır
geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola
iletir. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki
çekememezlik yüzünden tefrikaya düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden
bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi...” (42/Şûrâ,
13-14)
“Onun için sen (tevhîde) dâvet et ve emrolunduğun
gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/kötü arzularına uyma ve de ki: ‘Ben
Allah’ın Kitaptan indirdiğine inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle
emrolundum. Allah
bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin
işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışmayı gerektiren bir
durum yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş O’nadır. İnsanlar, kabul
edip girdikten sonra, Allah’ın dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri,
Rableri katında boştur. Onların aleyhine bir gazap ve çetin bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 15-16)
“Mü’minler
ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını ıslah edin/düzeltin ve
Allah’tan korkun, ittika edip sakının ki rahmete ulaşasınız.” (49/Hucurât, 10)
“Ey
mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar,
kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki
onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın,
birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (yoldan çıkma)
ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte böyle kimseler zâlimdir.” (49/Hucurât, 11)
“Ey iman
edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin
kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerlerinin gıybetini yapmasın, arkasından
çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?
İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok
kabul edendir, çok merhamet edendir.” (49/Hucurât, 12)
“Ey
insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle
tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında
en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır, O’ndan en çok
korkanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi
olandır.” (49/Hucurât,
13)
"Allah,
kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir
duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever" (61/Saff, 4)
Hadis-i
Şeriflerde Vahdet Kavramı
“Allah’ın
eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166,
Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6)
“Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma)
azaptır.” (Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278)
“Bereket,
cemaatle beraberdir.” (İbn Mâce, Et’ıme 17)
“Cemaatten
bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş
olur.” (Buhârî,
Fiten 2)
“Cemaatten
bir karış ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/180)
“Cemaatle
kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha
faziletlidir.” (Buhârî,
Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245; Ebû Dâvud, Salât 48; Tirmizî, Salât
47). (Başka bir rivâyette, bu fazilet, yirmi beş derece olarak açıklanmıştır
(İbn Mâce, Mesâcid 16).
“Vallahi,
içimden öyle arzu ediyorum ki, namaza durulmasını emredeyim de ikame edilsin,
sonra bir adama emredeyim halka namaz kıldırsın. Bu emirden sonra beraberinde
odun demetleri olan birkaç adamı, cemaate gelmeyen kimselere götürüp de
üzerlerine evlerini cayır cayır yakayım.” (İbn Mâce, Mesâcid 17; Muvattâ, Cemâat 3)
“Vallahi
bazı kavimler ya cemaatleri terketmekten vazgeçecekler ya da Allah onların
kalplerini mühürleyecektir. Sonra da muhakkak gâfillerden olacaklardır.” (İbn Mâce, Mesâcid 17)
“İnsanları
mâdenler mesâbesinde (kıymet yönünden farklı şekilde) bulursunuz.” (Buhârî, Menâkıb 1; Müslim,
Fezâilu’s-Sahâbe 199)
“Ümmetimden
bir grup kıyâmete kadar dini (dosdoğru ve) açıktan yaşamaya (emr-i bi’l-ma’rûf
ve nehy-i ani’l-münker yapmaya) devam edecektir.” (Buhârî, İ’tisâm 10)
Abdullah bin
Amr'dan şöyle rivâyet edilmiştir: "Bir gün erken erken Rasûlullah
(s.a.s.)'a gittim. Derken bir âyet-i kerîme hususunda ihtilâf eden iki adamın
seslerini işitti de, Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza çıktı. Yüzünde gazab belli oluyordu.
Ve: "Sizden öncekiler ancak ve ancak Kitab hakkında ihtilâfları
sebebiyle helâk oldular" buyurdu. (Müslim, İlim 2, hadis no: 2666)
"Kur'an'ı
kalpleriniz onun üzerinde birleştiği müddetçe okuyun! Onun hakkında ihtilâfa
düştünüzmü, hemen kalkın." (Müslim, İlm 3-4, hadis no: 2667)
“Sizin
için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze
de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de
birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi
sizi de helâk etmesidir.” (Buhârî, 4/117)
“Enes
(r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki,
üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde
görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey
Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din
ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi?
Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için
mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına
düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz.
Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok
eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı
terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı
terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin,
zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk
şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde,
aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır.
Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar
72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı
(biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın
kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: "Benim yolum
üzerinde olanlar, ashâbım, Allah'ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya
girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir
etmeyenlerdir." (El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit,
Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226) (Not: Bu hadis
rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin
sıhhati bilinmemektedir.)
“İsrâiloğulları
yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir.
İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir.
Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.” (İbn Mâce, hadis no: 3991-3993) (Not:
Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.)
Vahdetin
Tezâhürü; Cemaat
Cemaat;
insan topluluğu, bir fikir ve inanç etrafında toplanmış kimseler demektir.
İslâm cemâati gibi. İslâm dini, müslümanların cemâat halinde yaşamalarına; her
hususta birbirlerini destekleyen ve birbirlerine yardımcı olan bir toplum
olmalarına önem vermiştir. Peygamber (s.a.s.) müminleri, bir binayı oluşturan
ve birbirleri ile kenetlenmiş tuğlalara benzetmektedir. Kur'an-ı Kerîm de,
onları "kardeşler" olarak niteler.
İslâm
cemâati kardeşlik, eşitlik, yardımlaşma ve karşılıklı fedakârlık üzerine
kurulmuştur. Aralarında sınıflaşma, ırk ve bölge ayrımı yoktur.
Aralarındaki
birlik ve beraberliğin temel dayanağı ise Kur'an ve Kur'an'ı açıklayan
sünnettir. Birlik, Kur'an ve sünnetin bildirdiği yol üzere olur. "Ey
inananlar, Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak
ölün. Ve topluca Allah'ın ipine (Kur'an'a) sarılın, ayrılmayın."
(3/Âl-i İmrân, 102-103). "Sen yönünü Allah'ı birleyici olarak doğruca
dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, O, insanları
ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur.
Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı
kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın. Onlar ki dinlerini parçaladılar
ve bölük bölük oldular. Her grup kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir.
" (30/Rûm, 30-32).
Ne yazık ki
bugün müslümanlar genelde bu duruma düşmüşler, dinlerini parça parça edip
gruplara ayrılmışlardır. Övünmeleri de diğer gruptakilere karşıdır.
Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptır" (İbn
Hanbel, IV,145) buyurmaktadır. Yine şöyle buyurur: "Allah'ın eli
cemâatle beraberdir. " (Tirmizî, Fiten, 7). "Bereket cemâatle
beraberdir. " (İbn Mâce, Et'ıme 17).
Allah'ın
birliği ve toplumun bütünlüğü inancı etrafında toplanmayı en mühim gaye sayan
İslâm dininde, "cemâat" denilince; inançta olduğu gibi, dünya
işlerinde de bir araya gelip yardımlaşarak yaşayan samîmî ve ihlâslı
müslümanların teşkil ettiği birlik akla gelir. Çünkü insan daima cemâat ve daha
geniş anlamıyla cemiyet halinde yaşayan "zoonpolitikon: Toplumcu bir canlı
yaratık"tır.
Vicdan ile
birlikte, beraber yaşama isteği, cemâat rûhu insanda oluşmaya başlayınca, onu
kibirden, bencillikten, dar görüşlülükten çıkarır ve o nisbette sosyalleştirir.
Kibirli ve dar bir vicdan yalnız kendini sever. Ümidi kendisi için, korkusu
yine kendisi içindir.
Fakat Yüce
bir duyguyla bu sevgi ve korku biraz yükselip de bir başkasını da kendisi gibi
ve kendisine eşit bir değerde görmeye, onun iyiliğine sevinip, zararına da
kendisi zarar görüyormuş gibi üzüntü duymaya başlarsa, onda cemâat ruhu
oluşmaya başlamış demektir.
İnsanın bu
"toplum halinde yaşama" ihtiyacını en doyurucu bir şekilde din
giderebildiğinden, cemâatler din sâyesinde ortaya çıkmış ve dine özgü gruplar
olarak kabul edilmişlerdir. Cemaat, bir peygamber etrafında ve ashabının
kendisine tamamen şahsî bağlılıklarına dayanarak oluşur.
Prensibi
samîmiyet, sadakat ve ihlâs olan bu İslâm cemaatinin yegâne başarı sırrı,
kardeşlik ışığındaki birlik-beraberlik şuurudur'. Allah (c.c.) onlar hakkında
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş,
yekpâre/tek parça ve müstahkem bir bina gibi, saf bağlayarak mücadele edenleri
sever" (61/Saff, 4) buyurmuştur. Dinimiz, toplumun huzuru, âhengi ve
sosyal gelişmenin gerçekleşebilmesi; yalnız muayyen bazı fertlerin değil, bütün
bir toplumun maddî refahı ve saâdeti için mü'minlere, kişisel vazifeler yanında
ictimaî ödevler de yükler. Cemiyeti oluşturan kişileri inançta, yaşayışta,
gâyede, ıstırap ve refahta birleşmesi gereken kardeşler ilân eder. Bu hususta
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Birbirini sevmede, birbirlerine acımada ve
korumada mü'minler bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız
olursa, diğer organlar toptan humma ve uyumsuzluğa tutulur" buyurmuştur.
Ayrıca ayrım yapmaksızın bütün insanların birbiriyle kenetlenmelerini birbirine
yardım elini uzatmalarını, bir iman vazifesi olarak emretmiştir. Cenâb-ı Hakk: "...
İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak konusunda birbirinizle yardımlaşın; günah
işlemek ve haddi aşmak üzere yardımlaşmayın." (5/Mâide, 2) buyuruyor.
Bu tür sosyal vazifelerimizi yapmadıkça müslüman olarak yaşayabilmemize imkân
yoktur. Çünkü "Gerçek müminler kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile,
kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler." (59/Haşr, 9). Ayrıca
yine "Sizden biriniz, kendi nefsi için sevdiğini mümin kardeşi için de
istemedikçe gerçek mümin olamaz" buyuran Hz. Peygamber, cemiyetin
temelini en sağlam bir tarzda şöyle ifadelendirmiştir: "İnsanların en
hayırlısı insanlara faydalı olandır." (el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, s.
472). (7)
“Cemaat” kelimesinin
aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. Cemaat, sözlükte,
insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat;
bir fikir ve inanç etrafında bir araya toplanan insan topluluğuna verilen
addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan
mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla ‘cemaat’; İslâm ümmeti topluluğunu
ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün
halinde “cemaat”tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhidî
esaslara inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa
yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.
Cemaat;
rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir.
Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında bir araya
geldiğinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir
birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir. Kitle, şartların
bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgarî
müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın,
belki gözü açık bir propagandacının bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü,
akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler. Bir
topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir
etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere
bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir
imamın (önderin) bulunması gerekir.
Namaz ve
Cemaat: İslâm
cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz
cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimiz'in
cemaatla namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha
iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarında seçtikleri ya da uygun gördükleri bir
namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun
arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rukû’ ve secde
yaparlar. Onunla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar.
Namaz için
bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan
sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle beraber yapar.
Namazda kendi başına hareket etmez, diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı
gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır. Cemaatle
kılınan namazdaki hiyerarşik düzen, müslümanların oluşturacağı toplumun
düzenine de bir işarettir. Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin
genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit
düzeni değil, eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular
ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri
imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.
Cemaat
Anlayışı ve İslâm Toplumu: İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf
tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal
ve’l akd (imam, halîfe, emir sahibi, veliyyü’l-emr) yetkilisinin başkanlığı
altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar.
Onların önderleri kendileri gibidir, hiç bir üstünlüğü yoktur ve onların
serbest oylarıyla (biatleriyle) seçilmişlerdir. Namazdaki imam gibi yetkileri
sınırlıdır ve o, Allah’a itaat ettiği müddetçe mü'minler de ona itaat ederler.
Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi; hiç kimse
de, ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz.
Mü’minler,
tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında de birbirlerinin yanındadırlar.
Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi,
müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların
cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır;
soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizip, ya da vatandaşlık, hele hele çıkar
beraberliği hiç değildir. Müslümanlar bulundukları yerlerde küçük cemaat
olsalar bile aynı özelliği taşırlar, aynı şuura sahiptirler. Herhangi bir amacı
gerçekleştirmek üzere bir araya gelen mü’min topluluklarının da bundan farklı
yanları yoktur.
Bazen bütün
müslümanların bir önderin (imamın) yönetimi altında bir araya gelmeleri mümkün
olmayabilir. Şartlar buna müsaade etmeyebilir. Günümüzde müslümanlar farklı
coğrafyalarda ve farklı bağımsız(!) ülkelerde yaşamaktadırlar. Birçok ayrı
siyasî güç müslümanlara hâkim durumdadır. Buna rağmen onlar İslâm’ın genel
esasları ve hedefleri etrafında bir cemaat olmak durumundadırlar. Onlar
birbirlerinin kardeşidirler. Herkes birbirinin destekçisi, yardımcısı ve
duâcısıdır. Müslümanlar bulundukları yerde, az da olsalar cemaat anlayışını
yaşatmakla görevlidirler. Bazı mü’minler, bir amacı ya da bir hedefi
gerçekleştirmek üzere bir araya gelebilirler, bir grup çalışması yapabilirler.
Vakıf, dernek ve teşkilat çatısı altında örgütlenebilirler. Bu şekilde oluşan
cemaatler, kendi aralarında bazı prensipleri uygulasalar bile, diğer müslüman
cemaatlerle İslâm kardeşliği çerçevesinde ilişki kurarlar, ayrılık gütmezler,
onlara sırtlarını dönmezler.
Bir cemaatin
İslâmî olup olmaması, onun İslâmî prensiplere ne kadar uyduğuna bağlıdır. “En
iyi cemaat biziz” iddiası geçersizdir. Belli bir amacı ve çalışmayı
gerçekleştirmek üzere bir araya gelen cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı,
müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi
cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son
derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde
müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları vahdete dâvet etmektedir.
Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya
çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat
olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar. ‘Cemâdât’, yani şuursuz,
sıradan sürü haline gelirler. Sürüleri güden çobanlar de her zaman bulunur.
Cemaat
Olmanın Önemi:
İslâm, cemaat dinidir. İslâm’ın ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaatle
beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını
emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını
göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir elbise, kale gibidir.
Cemaat olan mü’minler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever
sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından
haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut
gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler (Buhârî, Edeb 27, 8/12; Müslim, Birr
17, hadis no: 2586, 4/1999).
İslâmî
cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında
kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedâkârlık ve saygı vardır.
Onların arasında sınıf, soy, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler
yoktur. Kur’an, müslümanları Kur’an etrafında bir araya gelmeye dâvet
etmektedir (3/Âl-i İmrân, 103). Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça
olmaktan sakındırmaktadır (30/Rûm, 32). Allah (c.c.), kuvvetli bir bina gibi
bir araya gelip kendi yolunda cihad eden mü’minleri sevmektedir (61/Saff, 4).
Peygamberimiz
(s.a.s.) de, birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı teşvik etmekte, bunun
önemini bildirmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Cemaat
rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır” (Ahmed bin Hanbel,
4/145). Bunun yanında cemaatle namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin
cemaatle namaz kılarak çok fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir.
Kur’an Hz. Peygamber’e, düşman korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle
kıldırmasını emretmektedir (4/Nisâ, 101-102). Müslümanların cemaat olmalarının en
güzel örneği beraber namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin
temelini atar, cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın
derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş, veya yirmi yedi derece daha
yüksektir (Buhârî, Ezân 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, hadis no: 649, 1/449;
Ebû Dâvud, Salât hadis no: 559, 1153; İbn Mâce, Mesâcid 16, hadis no: 786-790,
1/258; Tirmizî, Salât 245, hadis no: 330, 2/150).
İslâm’a göre
cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat
olmaları tavsiye edilir (Buhârî, Ezân 35, 1/167; İbn Mâce, İkametu’s-salât 44,
hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmâmet 43-44, 2/80). Cemaate devam etmenin
sevabı kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların
cemaate gelmelerine engel olunmamasını istemiştir (Buhârî. Ezân 162, 1/218;
Müslim, Salât 30, hadis no: 442, 1/326; Ebû Dâvud, Salât 52, hadis no: 565-568,
1/155). Müslümanlar farz namazları, Cum’a ve bayram namazlarını cemaatle
kılarlar. Cum’a ve bayram namazlarının ancak cemaatle kılınması, tek başına
kılınmasının mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz Cum’a ve bayram,
mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır,
aralarındaki kardeşlik ilişkilerini artırır.
İnsan,
yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorundadır. İslâm, müslümanları şuurlu
bir toplum olarak yetiştirmek istiyor. Bir arada yaşama bilinci, fedakârlığı,
başkalarını hesaba katma, hak ve hukuka uyma ahlâkını, yardımlaşma, acıları
paylaşma, nimetleri ve külfetleri bölüşme anlayışını geliştirir. İslâm bütün bu
ideallerin en güzel bir şekilde yerine getirilmesini, bunların bir ibâdet
bilinciyle yapılmasını istemektedir. Cemiyet (toplum) içinde yaşadığının
farkında olan, her konuda onları da hesaba katar. Ancak kendi bencil duygularını
doyurmak isteyenler, kibirliler ve başkalarının haklarına tecavüz etmeyi normal
görenler, bu anlayışın dışına çıkarlar. İslâm, toplum halinde yaşama ihtiyacını
en doyurucu bir biçimde teklif ediyor ve bunun kurallarını ortaya koyuyor.
Bunun için İslâm cemaati, peygamber ve İlâhî vahye inanma mantığı üzerine
kurulur ve gelişir. Bu cemaatin gayesi de Allah’ın hükmüne daha güzel bir
şekilde uyabilmektir. Mü’minler, cemâdât olma yanlışlığından cemaat olma
şuuruna yükselmelidirler. (8)
Cemaat ve
Tebliğ Çalışmalarında Usûl
Batı,
felsefe mirasına sahip olduğu ve her filozof, kendinden önceki filozofu tenkit
edip onun doğru olarak ileri sürdüğünü eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış
olduğu için Bâtılılar, hakikati bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ etmeyecek/edemeyecek
durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın ürünüdür. Göreceli doğrulara,
değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler değişik partiler şeklinde temsil
edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya
birkaçı öne çıkar, kimsenin kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden
çıkmaz. Herkes, karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli
olduğunu benimser. Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre
insanların uymak zorunda olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin
doğrusu kendisinedir. Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh
geleneğine sahiptir. Şerh geleneği ve velî kültü, şahısları ve onların
görüşlerini Yüceltme tavrına götürmüştür. Filozofların tam aksine, kendi
acziyetini kabul eden halef, hep seleflerini Yüceltme gayretindedir. Bu tavrın
da mâkul ve meşrû bir tavır olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu
rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirilebilir.
Müslümanların,
modernizmi olduğu kadar geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı
zamanda hem birey, hem cemaat olarak yaptıklarını gözden geçirip sık sık
otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu
muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler, hedeften sapma ve amaçlara uygun
araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi veballerini değil; ümmetin vebâlinden
paylarına düşeni de yüklenme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.
Sadece iyi
niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez.
Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli
ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir.
Her konuda
“doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun
iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru;
diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi,
müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her
yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve
teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani, göreceli, zannî,
ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan
doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler,
emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir.
Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih
sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere
sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda
iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken
gerçeklerdir.
Ümmetin
ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur
abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün
meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin
meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu
ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz,
dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının
câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek
mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde
yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek
yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat
şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta
aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun
gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o
görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser,
yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad
yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir
hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur”
(Mecelle, Madde 14). Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez
câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü
kesin değil; zannîdir. Hele, “ben müctehid değilim” diyenlerin dini
yorumlaması, sadece kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların dinî
yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup uymadığımızdan
soracaktır.
“Rabbin
dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa
düşmeye devam ederler...” (11/Hûd, 118). Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş
zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut
ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti
olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme
fırsatına dönüşmüştür. “Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini
engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel
ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp
onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre
hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı
müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti
olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin
veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.
Günlük
hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması
normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada
dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi
anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış
yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve
tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış
din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat
taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman
toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.
Müslümanlar
farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip
olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde
bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi
meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse;
işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da
anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş,
hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir.
Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları, yalnızca bir yorum veya
Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların
anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir
meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi
meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’
mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten
olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma
yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama
grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir (9)
Bu anlamdaki
hadis rivâyeti uydurma da olsa, ihtilâflar rahmet olabilir; eğer ihtilâfa konu
olan beşerî alanla mutlak hakikat ayrımını doğru yapar, ihtilâf edebiyle
imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa,
her grup kendi mezheb veya meşrebini, cemaat prensiplerini Din haline getirir
ve onlarla övünmeye kalkarsa (23/Mü’minun, 53; 30/Rûm, 32) bu, rahmete
ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb sebebi tefrikaya dönüşür.
Kendisinin
müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği
fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan
fazla kralcılıktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.s.)’den
başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle
müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bir âlimin,
bir müctehid veya müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru
olarak Din kabul etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu
tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok değişik
tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır? Deliller
bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin bayraklaştırılıp tereddütsüz
kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği anlayışı, "ya hep ya hiç"
şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Men lâ yüdrakü küllühû, lâ yütrakü küllühû”
“Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de terk edilmez.”
Bugün
insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve
tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi
hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta
bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan
tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din
adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına
oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye
tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber
göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması
icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel
özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları
sadece falan zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten,
bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere
katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir.
Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların
ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban
tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz
gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma
empoze etmektir.
Güzel insan
olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı
teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka
dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve
sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız
gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben
müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.” (41/Fussılet, 33).
Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi,
cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir
tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük
bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.”
(30/Rûm, 32). Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın
önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını
anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi
tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip
gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi
ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (6/En’âm,
159)
İslâm
inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır.
Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen
ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı
anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç
esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin
doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu
sâdık ve mütevâtir haberlerdir.
İslâm
akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman
olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük
cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki
bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani,
Kur’an ve mütevâtir hadislerdir. Bunlara sübûtu kat’î deliller denir. Akaidde
bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyet veya mütevâtir
hadislerdeki bazı ifadelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir;
mânâya delaleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da
kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma
hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu
kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Bazı kaypak
kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters düşmeyecek şekilde farklı anlam
yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını uygulaması hiç dikkate
alınmadan, te’vil etme özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde
küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek,
göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu
veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde,
alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman
gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden,
kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek
kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul
etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği
fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını),
râhiplerini rabler edindiler...” (9/Tevbe, 31). Adiy bin Hâtem,
Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah,
hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar
ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı
helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?”
Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara
ibâdettir/tapınmadır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)
Din,
özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak
doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları
din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan
imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri
sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm
cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde
olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için
problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve
âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil
ediyor.
Mevcut düzen
ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına
karşı tavır alamayan insanlara alternatif göster(e)meden onları dinin dışına
itmek, Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar,
İslâm’ı, günlük hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret
saymaktır. "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde
aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." (Dârimî, Siyer 45; Ahmed
bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330)
Şu kadar
cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda
hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının
sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki eksik veya
yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Konumuzla
ilgili empati; muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların
dünyasından bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir
kısmı kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, Din ve
mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi doğrularımıza, kendi
mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine,
İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz
konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî müşterekleri
giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve
işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle
ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf
edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi,
ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili ihtilâflar, mâkul ve
normal karşılamamız gereken ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak
ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda
birbirimizi mâzur görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot,
lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın
"yanlış ihtimali olan göreceli doğru" olduğunu, muhâtap mü’minlerin
de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri olduğunu, empati ile ve
göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan
şekilde değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan
kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler
onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 18) (10)
İhtilâflara
Yaklaşım
İnsanların
olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İnsanları doğru tanıyıp insanların
farklı ve tartışmacı yaratıklar olduğunu dikkate aldığımız zaman, bu durumu
belli bir ölçüye kadar normal karşılamamız gerekir. Birçok konuda birbirinden
farklı yönelişlere, farklı değer ölçülerine sahip olan insanlar, elbette ki
ihtilâflara düşecekler ve bu ihtilâflar çerçevesinde tartışacaklardır. Bu
yüzden, insanlar yaşadığı sürece, yeryüzünde bu ihtilâfların kökünü
kazıyabilmek, bu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün olmayacaktır. İnsanları
ortadan kaldırmadan ihtilâfları ortadan kaldıramayacağımız gerçeğini dikkate
aldığımız zaman, ihtilâfların kökünü kazımak gibi ütopik bir hedefe değil;
ihtilâflara bilinçli yaklaşmak gibi reel bir hedefe yönelmemiz gerektiğini
anlayabiliriz. Çünkü insanlar arasında vuku bulan tüm ihtilâflar, başlangıç
itibarıyla meyvesi belirsiz tohumlar gibidir. Bu ihtilâf tohumlarının meyvesini
belirleyen en önemli unsur ise, ihtilâfların keyfiyetinden ziyade; insanların
bu ihtilâflara yaklaşım ve yorumlama biçimidir. İhtilâf ahlâkıdır, ihtilâflarla
imtihan olunduğu bilincini kuşanmaktır.
Meselâ maddî
konulardaki bir ihtilâf, bazen insanların cömertliğine, sadakada bulunmalarına
ve bazı haklarından vazgeçerek daha olgun bir kimliğe ulaşmalarına sebep
olurken; bu insanların birbirlerini dinlemelerine, birbirlerini daha iyi
anlamalarına, fikirlerinin olumlu yönde değişmesine ve gelişmesine katkıda
bulunurken; bazen de insanların mücâdelesine, birbirlerini tahkir ve hatta
tekfir etmelerine neden olmaktadır. Oysa birbirlerinden farklı neticelere sebep
olan bu ihtilâflar, çoğu zaman birbirine benzer olan aynı ihtilâflardır.
İhtilâflar aynıdır ama, bu ihtilâflara insanların yaklaşımları farklıdır ve bu
farklı yaklaşımlar, farklı neticelere sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla ihtilâf
konusunda en önemli mesele, ihtilâflara yaklaşımdır. Çünkü herhangi bir
ihtilâfın müsbet veya menfî sonuçlara sebep olması, genellikle bu gibi
ihtilâflara yaklaşımla ilgili bir meseledir.
Hepimizin
bildiği gibi, müslümanların ayrılmasına, dağınık ve birbirinden kopuk
yaşayışına, birbirlerine düşmesine neden olan birçok fitne ve fesadın kökeninde,
küçük veya büyük bazı ihtilâflar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu fitne ve fesadın
ortadan kalkabilmesi, sözkonusu ihtilâflara Kur’anî bir bilinç ve rahmete
dayanan ahlâkla yaklaşabilmemize bağlıdır.
Tüm
ihtilâflarımızın yegâne çözüm kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim, ihtilâf
meselesiyle ilgili olarak müslümanlara üç genel yaklaşım vermektedir. Bunlardan
birisi makul karşılamak, diğeri ısrar ve azimle çözümlemeye çalışmak, bir
diğeri de Allah'a bırakmaktır. Şimdi bu üç yaklaşımda esas alınan
ihtilâfları kısaca değerlendirelim:
1. Makul
ve Normal Karşılamamız Gereken İhtilâflar: İnsanların bulunduğu her yerde az veya çok, küçük ya
da büyük ihtilâfların olmasının kaçınılmaz olduğundan, her biri ayrı bir insan
olan müslümanlar arasında da, elbette ki birçok ihtilâflar olabilecektir. Müslümanlar
arasında vuku bulacak olan bu ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız
gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf
yetkisi, ictihad ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır.
Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin sözkonusu meselelerde hangi
ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi
ihtilâflarla bizleri sınamakta, denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki
kulluk mükellefiyetimiz, sözkonusu ihtilâfları ortadan kaldırıp
kaldıramayacağımız noktasında değil; nefsî ve şeytanî vesveselere aldanarak bu
ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır.
Çünkü bu ihtilâfları ortadan kaldırmaya çalışmamız, insanların tabiî durumlarından
kaynaklanan bu gibi ihtilâfları ortadan kaldırmamıza değil, bu ihtilâfların
birer fitne ve fesat sebebi olmasına neden olacaktır. Şeytanın ortamı
kızıştırıcı bir ateşle yaklaştığı bu gibi ihtilâflar, bilinçli müslümanların
suyla yaklaşması gereken ihtilâflardır.
Müslümanların
muhayyer bırakıldıkları bu gibi meselelerdeki ihtilâflar, insanların fıtratını,
farklı özelliklerini, çeşitli yaklaşımlarını, değişik önceliklerini dikkate
aldığımız zaman makul karşılamamız gereken ihtilâflardır. Bu yaklaşım, elbette
dinden tâviz vermek ya da tevhid dinini zedelemek anlamına gelen bir yaklaşım
değildir. Çünkü ihtilâfa neden olan bu mesele, şayet müslümanların ihtilâfa
düşmeden tek bir görüşte birleşmeleri gereken bir mesele olsaydı, tevhid
dininin sahibi olan Rabbimiz hiç kuşkusuz ki kesin bir hüküm vazeder ve bu
meselede müslümanlara muhayyerlik hakkı vermezdi. Dolayısıyla bu gibi
ihtilâflar, ortadan kaldırıp yok edemeyeceğimiz ancak makul karşılayarak
pasifize edebileceğimiz ihtilâflardır. Bu gibi ihtilâflarda birbirine karşıt
görüşlerden herhangi birisini kabullensek ve bu görüş bize çok doğru, çok güzel
gelse dahi, bize doğru ve güzel gelen bu görüşü mutlaka karşı tarafa empoze
etme kaygı ve ısrarına kapılmamamız gerekir. Çünkü bu gibi ihtilâfların fitne ve
fesada yol açmasını engellemenin yegâne yolu; ihtilâf meselesini çok öncül ve
çok önemli bir mesele durumuna getirmeden kendi görüşümüzü makbul, karşı
tarafın görüşünü makul karşılamamız ve bunun da ötesinde iç dünyamızda küçük
bir “belki”ye yer vermemizdir. “Belki, karşı görüş daha doğru olabilir.” “Benim
görüşüm, yanlış ihtimali olan doğru; karşımdaki görüş, doğru ihtimali olan
yanlıştır” diyebilmeli, kendi göreceli/tartışmalı doğrularımızı “mutlak doğru”
ilân etmemeliyiz.
2.
Israrla ve Azimle Çözülmesi Gereken İhtilâflar: Müslümanların makul ve normal
karşılamayacakları, kesinlikle çözmeye çalışacakları ihtilâflar, dinimizin
aslî meselelerinde meydana gelebilecek olan ihtilâflardır. Çünkü İslâm
dini, tevhidi önceleyen İlâhî bir dindir. Şayet teslim olduğumuz bu din, beşer
kaynaklı bir din olsaydı, beşerden kaynaklanan bazı ihtilâfları makul
karşıladığımız gibi, her biri birer beşer olan hocaların ve şeyhlerin, üstad ve
ağabeylerin dine nisbet ettikleri ihtilâfları da makul karşılayabilirdik. Oysa
biliyoruz ki dinimizin esasını belirleyen bütün gerçekler, tüm müslümanlar
tarafından tartışılmadan kabul edilmesi gereken İlâhî gerçekler, mutlak
hakikatlerdir. Rabbimiz, dinimizin esasını belirleyen bu meselelerde en ufak
bir ayrılık ve ihtilâfın olmaması için, bu gibi temel konularda hüküm vazetme
yetkisini (peygamber dahi olsa) hiçbir beşere vermemiştir.
Dolayısıyla
dinimizin temel meselelerinde ihtilâfa yol açan beşer kaynaklı bütün görüşler,
ne kadar çağdaş, ne kadar aklî olursa olsun, hoşgörüyle karşılayacağımız
görüşler değildir.
“İslâm dini, akıl dinidir” diyenler, belki bu sözlere karşı çıkabileceklerdir.
Dinimizin akla ve akletmeye ne kadar çok önem verdiği bir hakikattir. Bununla
birlikte “dinimiz akıl dinidir” demekten yine Rabbimize sığınmak gerekir. Çünkü
severek teslim olduğumuz bu din, önemle ve öncelikle iman dinidir. Allah'a ve
Allah’ın hükümlerine, temiz bir kalp ile inanma, teslim olma dinidir. Bu dinin
tevhidî bir içerik kazanması ise, aklî yorumlarına değil; bu hakikatlerin İlâhî
aslına iman ve teslimiyetle mümkündür.
İnsanların
ayrı ayrı mizaçlara, farklı yeteneklere ve bazı konularda değişik görüşlere
sahip olmalarına rağmen, “müslüman”, mizacı, yeteneği ve görüşleri ne olursa
olsun, ortak bir dâvete iman eden, müşterek bir çağrıya teslim olan insan
demektir. İnsanlar standart yaratıklar değildir ama, “ben müslümanım” diyen
insanların, İlâhî ölçüden kaynaklanan birçok ortak standartları vardır. “Biz
müslümanlar” derken, kasdettiğimiz gerçek, kişisel farlılıklarımızın üstündeki
bu ortak değerlerimiz ve müşterek kabullerimizdir.
Bu
nedenledir ki, “biz” tanımı, ortak kabullerimizi ifadelendiren bir tanımdır.
Dinimizin temel meselelerindeki bu ortak kabullerimize de farklı yaklaşımlar,
farklı değerlendirmeler ruhsatı verdiğimiz zaman, “biz” tanımının yerine “ben”
tanımı, “bizim dinimiz” yerine; “benim dinim” ifadesi gelmiş olur. Oysa biliyor
ve iman ediyoruz ki, Rabbimiz herkesin mizacına, yaklaşımına göre ayrı ayrı
dinler göndermemiştir. İslâm’ın bize muhayyerlik hakkı vermediği bütün temel meselelerdeki
kabul ve redlerimizde farklılıklar olmaması gerekir. Bu farklılıklarımızı
giderecek olan yegâne unsur ise, bu konularda beyan edilen İlâhî hakikatlerdir.
İlâhî gerçeklere yaklaşım konusunda makul karşılayabileceğimiz farklılıklar, bu
mutlak doğrulara iman ve teslimiyet noktasında değil; bu İlâhî gerçekleri
öncelemek boyutunda kendini gösterebilir. Bir kardeşimize göre oldukça önemli
ve öncelikli olan İlâhî bir doğru, diğer kardeşimize göre aynı önceliğe hâiz
olmayabilir. Ancak her iki kardeşimizin de kabul ve tasdik ettiği hakikatlerdir
bunlar. Kaldı ki, bu önemseme ve önceleme konusundaki farklılıkların da en
asgariye indirilmesi gerekir. Rabbimizin önemle vurguladığı ve nüzul
sırasındaki hikmete binâen öncelediği tüm gerçekler, bütün müslümanlarca
önemsenip öncelenmesi gereken hakikatlerdir.
Tevhid
dininin esaslarını beyan eden İlâhî doğrular, tüm müslümanların hiçbir ihtilâfa
düşmeden kabul etmeleri ve yaşamaları gereken gerçeklerdir. İlâhî kaynaklı olan
bu mutlak doğruları, beşerî gerekçelerle çatallandırmaya çalışmak ne kadar
yanlış ise; İlâhî kaynaklı olan bu doğruların yerine veya yanına, beşer
kaynaklı görüşlerin konulmaya çalışılması da o kadar yanlıştır. Falan
hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi
din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır.
Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri
sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din
adına gerçekleştirecekleri vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla
değil; kalbî tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm
müslümanları bir araya getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların
iman etmekle yükümlü oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla
kendisine karşı imanî bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın
görüşü, doğru olsa bile, dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı
olmayan böyle bir görüşü İslâm adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz
ki, İslâm’da tefrikaya sebep olacaktır.
Netice
olarak, müslümanların vahdetini ve bu vahdeti sağlayan tevhidi ne kadar
önemsiyorsak, İslâm’ın temel meselelerinde vazedilen tevhidî gerçekleri de o
kadar önemsememiz ve bu konularda en küçük bir ihtilâfa yer vermememiz gerekir.
Temel meselelerdeki ihtilâfları hoş karşılamak, kesinlikle fitne ve fesadı
hoş karşılamak olacaktır. Ve böyle bâtıl yaklaşımlar, hak olan İslâm dinini,
bir kuşku ve şüphe dini haline getirecektir. Oysa tüm şüphelerden uzak olan
İslâm dini, mü’min kalplere mutmainlik veren müstakîm bir dindir. Bu huzuru ve
dosdoğru yolu yaşayan müslümanlar, hiçbir temel meselesinde “Allah böyle
buyuruyor, falan da böyle buyuruyor. Acaba hangi hükmü esas alayım?”
istifhâmına kapılmazlar. Bu konuda en ufak bir kuşku ve ihtilâfa düşmezler.
Çünkü bu dosdoğru müslümanların teslim oldukları hakikat, tâbi oldukları hüküm
bellidir: “Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle iman
eden bir topluluk için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (5/Mâide,
50) “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve
kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne
karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)
3.
Allah'a Bırakmamız Gereken İhtilâflar: “Her ihtilâfın bir çözümü vardır ve her ihtilâf
çözümlenmelidir” diyerek her işi çözmeye, her ihtilâfı sonuçlandırmaya meraklı
bazı kimseler, “Allah'a bırakmamız gereken ihtilâf” deyimini tuhaf
karşılayabilirler. Oysa meseleyi Kur’ân-ı Kerim’e göre değerlendirdiğimiz
zaman, Kur’an bazı ihtilâfları âhirete bırakmakta ve bu ihtilâfları
çözümleyecek olan İlâhî hükmün, âhirette bizzat Allah tarafından verileceğini
beyan etmektedir: "Hepsi de Kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta
oldukları halde yahûdiler: 'hıristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler.
Hıristiyanlar da: 'Yahûdiler doğru yolda değillerdir' dediler. Kitabı
bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler.
Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü
verecektir." (2/Bakara, 113) “...Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz
şeyde aranızda Ben hükmedeceğim.” (3/Âl-i İmrân, 55) “...Şüphesiz
Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü hüküm
verecektir.” (10/Yûnus, 93) “...Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında,
hakkında ihtilâf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı,
kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.” (39/Zümer, 3) “...Şüphesiz
senin Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü
aralarında hüküm verecektir.” (45/Câsiye, 17)
Sadece bir
kısmını zikrettiğimiz bu âyet-i kerimeleri dikkatle okuduğumuz zaman,
Rabbimizin bazı ihtilâfların çözümünü, daha açık bir ifadeyle, bu ihtilâfların
hükme bağlanmasını, kıyâmet gününe ertelediğini görebiliriz. Tabii ki
düşünmemiz ve hikmetini anlamaya çalışmamız gereken bir durumdur bu. Rabbimiz
bazı ihtilâfların çözümünü apaçık bir hükme bağlamasını, neden kıyâmet
gününe/âhirete bırakıyor? Kur’an nâzil olurken, sözkonusu ihtilâflara ilişkin
hükümler de neden nâzil olmuyor? Bu ihtilâflara ilişkin hükümleri, en güzel bir
yaklaşımla, en güzel bir üslûpla tebliğ edebilecek olan Peygamberimize, bu
hükümler neden bildirilmiyor?
Sözkonusu
ihtilâflara ilişkin bu hükümler, muhâlif tarafları muhâtap alarak Kur’ân-ı
Kerim’de nâzil olsaydı dahi, bu ihtilâflar yine çözümlenemezdi. Çünkü,
insanlarda derin saplantı haline gelmiş bazı ihtilâflar vardır ki, bunların
çözümü sadece İlâhî hükme değil; İlâhî hükümle beraber İlâhî bir Hakim'e de
gerek duymaktadır. Bu gibi ihtilâflar, muhâlif taraflarla İlâhî hükmün arasına
bir beşerin girmesiyle çözümlenebilecek ihtilâflar değildir. İnsanlarda derin
saplantı haline gelmiş böylesi ihtilâflar, sadece mutlak Hakim olan Rabbimizin
aracısız vereceği hükümle çözümlenebilecek ihtilâflardır. Çözümü âhirette
Rabbimize kalan bu ihtilâfların mâhiyetini ve muhâlif tarafların durumunu,
Kur’an’dan yola çıkarak şu şekilde tanımlayabiliriz:
1. Tahrif
Edilmiş Kaynağa Dayalı İhtilâflar: Yahûdilerin ve hıristiyanların çözümü mümkün olmayan birçok
ihtilâfı, asıl itibarıyla kaynağa dayalı ihtilâflardır. Bunlar, birçok konuda
birbirlerini itham etmeleri ve din adına birbirleriyle ihtilâfa düşmeleri,
kendilerini nisbet ettikleri tahrif edilmiş semâvî kitaplardan ve din adına
ahkâm kesen râhip ve hahamlardan kaynaklanıyordu. Bu kitaplar, din adamlarının
hevâlarına göre tahrif edildiği halde, kendi taraftarları açısından kesin doğru
telâkki ediliyorsa, tahrif edilmiş kaynaklara dayalı bu gibi ihtilâflar, bizim
tarafımızdan kesinlikle çözüme ulaştırılabilecek ihtilâflar değildir. Çünkü bu
ihtilâfları çözüme ulaştırabilmenin ilk şartı, kaynak meselesini çözümlemek ve
muhâlif tarafları ortak bir kaynakta buluşturabilmektir. Ama, muhâlif taraflar
kendi kaynaklarına itikadî bir saplantı ile tutunduklarından bu mümkün
olmayacak ve tahrif edilmiş kaynaklar olduğu sürece, bu kaynaklara dayalı
ihtilâflar da sürüp gidecektir.
Konuya
yahûdi ve hıristiyanlardan örnek verilmesi, müslümanların ya da “müslümanım”
diyenlerin böyle ihtilâflardan uzak oldukları anlamına gelmemektedir. Kaynak
meselesinde netleşmemiş müslümanların ya da, kendini müslüman kabul edenlerin
arasında da, ne yazık ki asırlardır benzer ihtilâflar yaşanmaktadır.
Peygamberimiz’e nisbet edilen doğru-yanlış her rivâyeti İlâhî vahiy gibi kaynak
kabul eden ve Kur’an dışında kutsal ve mâsum kitapların mevcut olduğuna inanan
gelenekçilerle tefsirciler arasında; şeyhlerinden sâdır olan her sözü, İlâhî
kelâm gibi kabul eden softalarla fıkıhçılar arasında vuku bulan birçok ihtilâf,
asıl itibarıyla kaynağa dayalı ihtilâflardır. Beşerî kaynaklara İlâhîlik
vasfı verildiği ve İlâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman
edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek
ihtilâflar değildir.
Tüm dünya
müslümanları için yegâne İlâhî kaynak Kur’ân-ı Kerim’dir, böyle olmak
zorundadır. Mü'minlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak ise korunmuş
olan Kur’ân-ı Kerim’in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Ancak,
sahih sünnet, dünya müslümanlarıyla ihtilâflarımızı çözümleyebileceğimiz değil;
din adına faydalanacağımız bir kaynaktır. Bu kaynaktan istifade ederken
karşılaşılan ve daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların
makul karşılanması ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf
durumuna getirilmemesi gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini
sağlayabilecek olan kaynak, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu gerçeği kabul etmeyip
birçok beşerî kaynağı İlâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara
bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek
sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hakim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme
bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak meselesinin çözümlenemediği bu gibi
ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya ve cedelleşmeye hiç gerek
yoktur.
2. İlme
Dayalı İhtilâflar: İlim
dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen gerçekler olmadığı için, “hiç, ilme
dayalı ihtilâf olur mu?” diye akla istifham gelebilir. Fakat ne gariptir ki
kendilerine ilim verilen nice kimseler, kendilerine ilim verildikten sonra
anlaşmazlığa düşen kimseler olmuşlardır. “Andolsun, Biz İsrâiloğullarını,
hoşlarına gidecek güzel bir yurda yerleştirdik ve onları temiz nimetlerden
rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler.
Şüphesiz Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet
günü hüküm verecektir.” (10/Yûnus, 93) “Onlara bu emirden apaçık
belgeler (deliller) verdik. Fakat onlar kendilerine ilim geldikten sonra,
yalnızca aralarındaki hakka tecâvüz ve azgınlıktan dolayı, ihtilâfa düştüler.
Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet
günü aralarında hüküm verecektir.” (45/Câsiye, 17)
İlim
dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen ve çatışan şeyler değildir. Ancak, bu
gerçeklerden hareket ederek ilimde derinleşmek, doğru bir yönteme ve dosdoğru
bir istikamete gerek duyar. Sözkonusu ilim, İlâhî hakikatlerle ilgili bir ilim
ise, böyle bir ilimde derinleşmek, doğru bir yöntem ve istikametin yanı sıra
iman ve amele de gerek duymaktadır. Dolayısıyla iman, amel ve istikameti dikkate almadan sahip
oldukları ilimde derinleşmek isteyen şaşkınlar, kendilerini nefs ve hevânın
tatlı esintisine bırakarak ilimde derinleşmek adına, ilimde
serkeşleşmektedirler. İlmin kapısından tevâzu sahibi bir fakir gibi içeri
gireceklerine, hiç girmedikleri kapıdan birer zengin edâsıyla dışarı çıkan bu
kimseler, geçmişte ve günümüzde örneklerine bolca rastladığımız kimselerdir.
Tarihte hangi sapık yönelişi ele alırsanız alın, bu yönelişte bulunanların
kalkış noktasında bazı doğrulara tutunduğunu görebilirsiniz. Yani, her bâtıl,
kesinlikle haktan bazı unsurları içine katar ve kendini hak göstermek ister.
Meselâ, vahdet-i vücut safsatasını savunan kimseler, kendilerine göre kelime-i
tevhid gerçeğinden hareket ederek bu görüşe ulaştıklarını iddia eden
kimselerdir. Günümüz dünyasında ise tâğutların maslahatını gözetebilmek ve
İslâm’la laikliği barıştırabilmek için yıllarca araştırma yaptıklarını iddia
eden bazı akademisyenler, bu konudaki çağdaş örneklerdendir. Doğrulardan hareket
ederek yanlışlara varan ve bu yanlışlara doğruymuş gibi iman eden böyle
kimselerle tartışabilmek, sözkonusu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün
değildir. Çünkü bu kimselerle karşı karşıya gelip tartıştığınız zaman,
sıkıştıkları an kalkış noktasında esas aldıkları bazı doğruların içine
saklanıvereceklerdir. Kalkış noktasındaki doğruları kalkan, bu doğrulardan
hareket ederek vardıkları yanlışları kılıç olarak kullanan bu kimseler, samimi
olmadıkları sürece anlaşabileceğimiz, sözkonusu ihtilâfları çözümleyebileceğimiz
kimseler değildir.
3. Akla
Dayalı İhtilâflar: Kendisini
İlâhî vahiyden müstağnî veya onun üstünde gören her yaratılmış nesne, bu şey
akıl dahi olsa, sapıklıktan kurtulamaz. Dolayısıyla “dinimiz akıl dinidir”
dedikten sonra, aklını İlâhî vahyin üstünde bir seçici, bir tanımlama mercii
olarak gören, aklına gelen ve aklî/mantıklı gözüken her görüşe iman eden
akılcılar, akıllarına iman etmekle en büyük akılsızlığı yapan kimselerdir.
Çünkü dizginlerini İlâhî vahye teslim etmeyen ve soyut gerçeklerden çok, somut
realiteden etkilenen akıl, karşılaştığı tüm meseleleri soyut olan İlâhî vahye
göre değil; somut olan realiteye göre değerlendirecek ve yaşanan realite bir
câhiliyye ise, câhilî gerçekliğin samimi bir savunucusu durumuna gelecektir.
Akıl sapması diyebileceğimiz bu hastalığın iki önemli virüsü, realistlik ve
akılperestliktir.
Oysa
beşerî aklı, İlâhî vahyin önüne geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil;
akılperestliktir. Akılperestlik (akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek
düzlemde, en büyük akılsızlıktır. Çünkü İlâhî vahyin denetiminde olmayan akıl,
nefs ve hevânın denetiminde olup, ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin
maslahatını gözeten bir uşak durumuna düşmüştür. Meselâ, münâfıklar, böyle bir akıl
sapması içinde bulunan kimselerdir. Günümüzdeki bazı şaşkınlar gibi Allah’ın
düşmanlarını dost kabul etmeleri de, realiteden hareketle bazı aklî maslahatlar
gereği yaptıkları bir tercihtir. “Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı
bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmekte olanları görmedin mi? Onlar ne
sizdendirler, ne de onlardan. Kendileri de (hakkı) bildikleri halde, yalan
üzere yemin etmektedirler.” (58/Mücâdele, 14 ve bkz. devamı, 15-19).
Demokrasi ve hoşgörü adına kâfirlerle dost olan, Allah'a kul olmak isteyen
insanları böyle bir hoşgörüye ve uzlaşmaya dâvet eden, kendilerine göre gayet
akıllıca ve gerçekçi olan konuşmalarıyla kendilerini doğru yolda zanneden
böylesi kimselerle, hangi düzlemde konuşacak ve ihtilâflarımızı hangi ölçülere
göre çözümleyeceğiz ki! Bunlar aklı, bizler nakli esas alıyoruz. Bunlar akla,
biz nakle iman ediyoruz. Bunlar realiteye, statükoya göre hakkı değiştirmeye
çalışırlarken, biz hakka göre realiteyi değiştirmeye çalışıyoruz. Peki,
bunlarla nasıl anlaşacak, ihtilâfları hangi ölçüye göre çözümleyeceğiz?
İhtilâflarla
ilgili olarak bu açıklamalardan sonra, bazı ihtilâfları çözümlemeye
kalkışmanın, boş bir uğraşı olacağı açıklık kazanmaktadır. “Allah’ın onların
hepsini dirilteceği gün, (onlar) sizlere yemin ettikleri gibi O’na da yemin
edeceklerdir ve kendilerinin bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. İyi
bilin ki onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir.” (58/Mücâdele, 18).
Her şeyi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz’in huzurunda bile bir şey üzere
olduklarına dair yeminlerini ve iddialarını sürdürecek olan böylesi kimseler,
biz yaratılmışlar karşısında doğruyu kabul edip hakka teslim olurlar mı?
Dolayısıyla Rahman ve Rahim olan Rabbimiz’in hükme bağlayacağı böylesi
ihtilâflar karşısında faydasız tartışmalara, zararlı cedelleşmelere girmeden,
bu ihtilâfları Allah'a bırakmamız gerekecektir. Çünkü bu gibi ihtilâfların
yegâne çözümü, gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik çözümlerle uğraşmadan,
tartışmalardan uzaklaşmak ve çözümü Allah'a bırakmaktır. Nitekim
karşılaştığımız tüm ihtilâfları çözümleyebilecek yegâne kaynak olan Kur’ân-ı
Kerim, böylesi ihtilâfların çözümü konusunda bizi bu yaklaşıma dâvet
etmektedir: “De ki: ‘Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve müşâhede
edilebileni (gizliyi de âşikârı da) bilen Allah’ım! İhtilâf ettikleri,
anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.” (39/Zümer,
46) (11)
Eğer
yaratılıştaki fıtratımızı korusaydık ve hiçbir olumsuz dış etki olmasaydı,
gayr-ı meşrû ihtilâf, yani tefrika da olmayacaktı. Bu dünyada yaşarken
kazandığımız ve kaybettiğimiz şeyler ve şeytana uymamız bizi doğamıza
yabancılaştırdı. Dolayısıyla bu dünya için ihtilâf, kaçınılmaz hale geldi.
İnsanlar farklı biçimlerde bilgilendiler, farklı hobiler ve fobiler kazandılar.
Şeytan, saflığı bozan bir unsur olarak aramıza girdi. Farklı zamanlarda, farklı
mekânlarda ve farklı mizaçlarda ve kişiliklerde insanlar olarak birtakım farklı
kanaatlere sahip olduk. Bu dünya hayatı, bizim için imtihan alanıdır. Allah,
rahmetinin eseri olarak bu çelişkiler içinde bize sırât-ı müstakîmi göstermek
için kitap ve peygamber gönderdi. Böylece hak ile bâtıl ayrıldı. Bizim gibi
inananlar ile inanmayanlar arasında temel bir ihtilâf ortaya çıktı. Buna iman
ve küfür diyoruz. Bu hak-bâtıl çizgisinde bir ayrımdır. Hizbullah ve
hizbüşşeytan olmak anlamındadır. Bu temel bir ihtilâftır.
İhtilâf
konusunda en önemli husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın
meşrû ve yasak olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf
ettiğimiz şey nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler
vardır ki, insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O,
hayatın özünde var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir
konudur. İhtilâfların özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken
gerçeklik arasına bir çizgi çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek,
gerçeği yakalamak açısından, kolaylık ve maslahat yönünden büyük önem
taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte
anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın zaafından
kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak üç
mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı temeller
sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te’yid ediliyorsa, aklî ve ilmî
delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü
doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki
farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını
geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir
zarûrettir.
Burada,
dikkat etmemiz gereken husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa, kendi
zanlarımızı ve kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine
kendi kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda gereksiz ve
özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket etmemiz
gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür irâdesi ile
Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı ortaya
çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından
zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre getirmek, esasen mümkün
değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar vahdeti parçalar.
Farklı
Metotlar: Metot
farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri, meslekleri farklı,
yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir
ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî
metodun dışında gayrı meşrû bir metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak
kaydıyla, kendimize yeni metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot
sahipleri, sonuçta İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve
meşrûiyetini kabul etmeleri, aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda
olmaları gerekir. Kanaat farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin
metotlarına sıcak bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî
ise, yine de birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.
Maalesef
yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil
edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini
müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet
adına ihtilâfı körüklemektedirler. Müslümanlar Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba
imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte;
dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini sentez yapmaktadırlar.
Haram ve
helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları mümkündür; hatta
lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar gereklidir. Bilgi, beceri
ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse kendini tek çözüm yolu
olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir. Herkesin doğru yaptıklarının
yanı sıra, pek çok yanlışları da olabilir ve olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını
hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin hataları olabilir. Bu yanlışlar,
o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrardır. Yoksa, yanlışın farkına
varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir. Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir.
Öyleyse hepimiz kendi düşünce ve irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru
olarak kabul ediyoruz demektir. Bu doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da
yanlış olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız.
Müslümanlar
dinleri üzerinde tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da
birbirlerini mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve
yöntemleri ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek
durumundadırlar. Müslümanlar, makro planda, Allah'a, Rasûlüne ve Kitaba iman
edenler tek bir cemaattirler. İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın
hukukunu korurlar, nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden
bir kötülük görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik
bulunursa bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En
genel anlamdaki İslâmî vahdetin temeli de budur. Bizim örgüt, lider ve yöntemlerimiz
hakikatin ta kendisi, kaynağı ve ölçüsü değil; hakikati anlamak ve hayata
geçirmekte bir yöntem konusudur.
Müslümanları,
kendi aralarında bölen, onları birbirlerine yabancılaştıran, kendi örgüt, lider
ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri
tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin
yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına
kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın içine girdiğimizi hesaba katmak
zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı oluşu, ya da zekâ farklılıkları,
farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi olamaz. Cemaat, farklı
eğilimleri içinde barındıran bir topluluktur. Din, biat ve toplumsal
sözleşme ile bu topluluğun üyeleri birbirine bağlıdır. Adâlet sahibi biri,
onların bu ahitlerine uyup uymadıklarını gözetler ve dinî hükümlerin, biat ve
zimmet sözleşmesinin hükümlerini tatbik eder ve toplumun maslahatını gözetir.
Bir bakıma bir orkestra şefi gibidir, topluma nezâret eder.
İhtilâfın
en önemli sebeplerinden biri, yanlış emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma”
anlayışıdır.
Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı
şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir şey ekler, ya da
ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile başbaşa kalır ve din
ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel
seviye meselesidir de. Ancak, İslâm’ı bilen, yaşayan ve mes’ûliyetinin
idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile vahdet
gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki insanlar
topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı
bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir. Tek tip standart insan isteği,
robotlaşmış, sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî
ideoloji değildir İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve
kendi aralarındaki işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği,
emir sahiplerinin nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî
uyum ve Allah'a doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül
prensibine bağlı insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.
İslâm’ın,
vahdet, cemaat ve ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri olan lider
anlayışı, maalesef günümüzde tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik
anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî
problemleri de içeren bir yanlışlar yumağıdır günümüzde. Sormak gerekir; bizim müslüman
grupçuklarının liderlerinden hangisi, emirlik iddiasından vazgeçebilir, ya da
yapacağı işler konusunda, kendisi gibi düşünmeyen müslüman kardeşini çağırıp
onun görüşünü alabilir ve tasarrufunda bulunduğu para ve mülkün tasarruf ve denetimini
bir jüriye devredebilir? Bunların kabulü zor; çünkü din ve dâvâya bakışla nefis
veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış, araçlar amaçlaşmış, metotlar
Yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı meşrû yöntemler bile
savunulur olmuştur.
Kaldı ki,
cemaatlerin ellerinde bulundurdukları araçları ille devretmeleri de gerekmiyor.
Yeter ki, içte hizmetlerin îfâsı ve yeni hizmetlerin üretilmesi, dış
tehlikelere karşı birlikte hareket etmeleri, müslümanların imkânlarını İslâm’ın
ve müslümanların maslahatı yönünde kullanmaları açısından danışmalarda
bulunmaları bile büyük bir başarı olacaktır. Her biri, kendini müslüman
cemaatin esası, kalbi, otorite merkezi olarak görmek yerine; İslâm’ın ve
müslümanların hâdimi olarak görmek durumunda, hatta bu yolda sahip olduğu
mallarını, canlarını, sevdiklerini fedâ etmek konumundadırlar. En azından
ittifak ettikleri konularda birlikte hareket etmek, ihtilâf ettikleri
noktalarda birbirlerini mâzur görmek zorundadırlar!
İhtilâfların
Kaynağı: Günümüzdeki
ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir. Grup taassubunun da aslında hevâlardan
kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî
ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir
mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne
çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi
dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına
dayatması şimdiden problem olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda,
ihtilâfın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini
Afganistan aynasında müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen
vermeleri gerekiyor.
Aslında
ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım yanlış din
telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar var. Onun da temelinde câhillik yatıyor.
Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık yatıyor. Kendi
kanaatlerimizi din zannetmemiz yatıyor. Bunları aştığımız zaman önemli bir
ihtilâf olmadığı görülecektir. Geçmişi aynen mi tekrar edeceğiz, yoksa yeniden
mi yorumlayacağız? Atalarımızın yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her
mirası reddeden modernist ve roformist çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme
ve bu gün o hükümleri, Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız
gündemde olmalı. Yani, dini zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve
takdim etme gayreti.
Metot
Farklılığı: Metot
farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara
ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi
değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu
grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini
gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. İlimle uğraşanlar olduğu gibi, tebliğ
yapanlar, ya da haksızlıklara karşı durmaya nefsini hazırlayanlara da ihtiyaç
var. Bu, bir yerde fıtrat ve ehliyetle ilgili bir konudur. Allah hepimizi ayrı
ayrı özelliklerde yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz.
Farklı deneyimlere, izlenimlere, kültürlere sahibiz. Geçmişimiz, Kur’an’ın
aynasından yansıyarak geleceğimizi üretecektir. O zaman, farklılıklar tabiîdir,
güzeldir. Bu, dinimizi formalara ayırarak kategorize edilmiş bir din anlayışı
haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi
tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır. Tesbih çekenler, tebliğ
yapanlar ve cihad edenler ayrı ayrı topluluklar değildir/olmamalıdır.
Bazılarımız bazı yöntemlere ağırlık verse de hepimiz aynı şeyiz/olmalıyız. Bu
konuda önemli ölçü; aynı Allah'a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin,
kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını
ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel
meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır
gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin İlâhî olduğu gibi;
dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor.
İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu
unutulmamalıdır.
Kolaya kaçma
şeklinde kendini gösteren bir yanılgı da şudur: Hep kendi dışımızda birinin
bizi kurtarmasını istiyoruz/bekliyoruz. Toplumdaki bu talep, arzı üretiyor ve
kurtarıcı şahıslar ve kadrolar çıkıyor. Bunlar toplumu kurtarmak istedikleri
için de, önlerine çıkan engelleri ezmekte bir sakınca görmüyorlar. İmanlarında
olduğu gibi, kanaatlerinde de şüpheye yer yok. Oysa kanaatlerimizde
yanılabileceğimizi hesaba katarak ihtiyatla hareket etmek ve bu noktada öteki
müslüman kardeşlerimizle, tartışmaksızın sohbet etmeyi bilmemiz gerekir.
Onların yanlışlıklarını isbat etmek ve kendi yorumumuzu onlara kabul ettirmek
yerine; “acaba ben yanılıyor muyum?” diye onlarla konuşmamız, belki daha doğru
bir tavır olur.
Hüküm açık:
İman etmedikçe cennete giremeyiz. Birbirimizi sevmeden gerçekten iman etmiş
sayılmayız! Tefrika, rüzgârımızı keser ve bir uçurumun kenarına sürükleniriz.
Hidâyet
Allah’ın elindedir. Biz kimseyi kurtaramayız. Kurtuluş reçetesi herkesin kendi
gönlündedir. Biz cihad ederken bile, kendi sorumluluk bilincimizle hareket
ederiz. Sonucu tâyin edecek olan Allah’tır. Kimsenin kalbini
değiştiremeyeceğimiz gibi, kaderine hükmetme gücümüz de yoktur. (12)
Kur’an’ın
Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı
İnsan,
ihtilâflarla iç içe yaşamaktadır. Hayatımız onunla vardır. Ancak, ihtilâflar,
lüzumu açısından farklılık arzeder. Meselâ bir câmi inşâsında pek çok malzeme
kullanılabilir. Cami; kerpiçle, tuğlayla, ahşap veya betonarme olarak
yapılabilir. Bu malzeme çeşitleri ve inşâ tarzları bir ihtilâftır, ama
gereklidir. Zaman ve zemine, insan ve imkâna göre farklı olabilecek bir mimarî
tarzında inşâ edilebilecek olan câminin binâsı, ancak çeşitli malzemelerden
oluşan ihtilâfla ayakta durabilmektedir. İlgililerden hiç birisi bu ihtilâfı
gereksiz ve günah görmez. Ama herkes, yapılacak olan bu câminin kıblesini
tesbit hususunda ihtilâf olmaması gerektiğini bilir. Çünkü bu konu kitâbîdir.
Kıble, Kitab’a göre tâyin ve tesbit edilmeli, bu hususta ihtilâf varsa
giderilmelidir. Yapılan böyle bir câminin girişine, iman edenlerden bir
kısmının girmesini yasaklayan bir yazının asılacak olması da başka bir ihtilâfı
çağırır. Bu üçüncüsü, sosyal bir ihtilâf olur. Birincisi kevnî, ikincisi
kitâbî, üçüncüsü de ümmî ihtilâftır. Kur’ân-ı Kerim, işte bu üç ihtilâftan söz
etmekte ve çözüm tarzlarını sunmaktadır.
1. Kevnî
İhtilâf: Bu, câmi
yapım malzemelerindeki gibi, doğal ve zorunlu ihtilâftır. Sünnetullah’ın
cereyan ettiği eşyadaki ihtilâf böyledir. Oluşun ve başlangıcın kendisi olan
yer ve göğün birbirinden ayrılması (fıtk), böyle bir ihtilâftır (21/Enbiyâ,
30). Bu ihtilâflar, birer âyettir. İnsanların farklı oluşu, arının karnından
farklı (ihtilâflı) renklerde bal çıkması birer âyettir (30/Rûm, 22; 16/Nahl, 69).
Her olgu, âdet, beyyine, hârika ve işaret, ihtilâfı sergileyen âyetlerdir
(2/Bakara, 164). İşte bu âyetlerin neshinden söz edilebilir. Gece âyeti, gündüz
âyeti ile mahvedilir. İnsanların irâdeleri dışında kalan, fıtrattan kaynaklanan
anlayış ve anlatış farklılıkları da böyledir. Parmak izlerindeki çeşitlilik de
kevnî bir ihtilâftır. Çocuk ve delilerin sorumsuzluğu, ya da herkesin anlama
gücü (vüs’at) (2/Bakara, 286) nisbetinde sorumlu olması bu kevnî
farklılıktandır.
Ancak, bu
kevnî farklılık, bir düzen içerisindedir. Kaosda (kargaşada) değil, kozmosda
(kâinatta) mevcut olan bir farklılıktır. Bu kozmosda başkasının orijinalitesi
ve fıtratı (fütûr) yoktur (21/Enbiyâ, 22). Kevnî oluşta muhtemel bir çatlak,
Allah’tan başka bir kudretin varlığını akla getirirdi. Oysa İlâh tek, düzeni de
tektir. Aksi takdirde fesat olurdu (21/Enbiyâ, 22). İnsanın bu düzenlilikteki
çabası İlâh’ın yönetimine ortak olmaya değil; ihtilâftaki analiz ve senteze
yöneliktir. Bu düzenlilikteki kevnî ihtilâfı okumada başarılı olanlar,
Kur’an’ın ifadesiyle “isimleri bilenler” yeryüzünde halîfe olurlar
(2/Bakara, 30). Ama tekvînî âyetlerin kullanım projesi olan kitâbî âyetlerle
ilişkisini kesenler, eninde sonunda bu dünyada ve mutlaka âhirette hüsrâna
uğrayacaklardır.
2. Kitâbî
İhtilâf: Câminin
kıblesini tâyin etmede oluşan ihtilâf böyledir. Bu; Kitab’a, hükme ve hikmete
bağlı bir ihtilâftır. Tenzîlî olan sünnetullahta ihtilâftır. Düşünemeyenlerin
ihtilâfı kevnî idi; bu, düşünmeyenlerin ihtilâfıdır. İnsanın ihtilâfı denilince
tenzîlî olan bu ihtilâf akla gelir. Yaratılış kıssasında insanın ilk adı olan
“halîfe”, ihtilâf kökündendir (2/Bakara, 30). İnsan iki kere ihtilâftadır.
Çünkü hem nesnel, hem de öznel yapısında ihtilâf vardır. Vücutça değişmesi bir
ihtilâf, sözden cayabilmesi (ihlâf) ise başka bir ihtilâftır (30/Rûm, 6).
Melekler de birbirlerine itiraz ederler, aralarında ihtilâf ederler (38/Sâd,
69). Peygamberler de ihtilâf edebilirler (20/Tâhâ, 92-94; 21/Enbiyâ, 78-79).
Ama onlar ihtilâfta kalmazlar. Emanete hiyânet ve hikmete muhâlefet ederek
şeytanlaşmak İblis'in işidir. Bu, farkta ihtilâfta kalmaktır. Farkta kalmanın
sebebi "kendini yeterli görme"dir (istiğnâ). Bu, ilk nâzil olan
sûrede Allah'a muhâlefet sebebi olarak bildirilmiştir (96/Alak, 6-7).
"Kendini yeterli görmek"ten kaynaklanan ihtilâfta rahmet yoktur
(11/Hûd, 118-119; 27/Neml, 76; 2/Bakara, 176). Rahmet, ihtilâfı Kitapla
gidermekle elde edilir. Zaten Kitab, hidâyet ve rahmet yolunu göstermek,
ihtilâf edilen konuları açıklamak için indirilmiştir (16/Nahl, 63-64). Kitaplarda
farklı şeriatler vardır; ama bu, dillerdeki çeşitlilik gibi zâhirdedir.
Bâtındaki hikmette ihtilâf yoktur. Çünkü ihtilâfı bir hikmetle hükme bağlayan,
bir olan Allah'tır (42/Şûrâ, 10). Bunun içindir ki Kur'an'da ihtilâf yoktur.
Bu; âyetleri iyice, sonuna kadar düşününce (tedebbür) anlaşılır. Tedebbür
edenler, onda çelişki anlamında bir nesh olmadığını da anlarlar. Zaten nesh
sünnetullahda değil; âdetullah'ta kevnî âyetlerde olur. Sünnetullahta
olabilecek muhtemel bir nesh ise, kitâbî ihtilâfa, o da tefrikaya yol
açacaktır. Tefrika da Kitab'ın yasakladığı bir şeydir.
3. Ümmî
İhtilâf: Ümmetler
farklı coğrafyalarda, farklı kimliklerle yaşıyorlar. Dil ve renklerinde olduğu
gibi gidişatlarında da ihtilâftalar. Farklı sistem ve farklı yollara sahipler.
Bu ümmetler, eğer kevnî sebeplerden ihtilâf ediyorlarsa hayırda yarıştıkça bu
ihtilâfları müsbet görülmelidir. Ama, ihtilâf sebebi kitâbî ise hayrın ölçüsü
yitirilmiş olacağı için ihtilâf da sonuçta menfi olacaktır. Bu cins bir
ihtilâfın sebepleri, şüphesiz negatif değerlerdir. Bireycilik, egoizm, şehvet,
hırs ve sonsuz arzu gibi toplumları helâke sürükleyen bu duyguları,
"hevâ" başlığında toplayabiliriz (45/Câsiye, 23). Bu hevâî duyguların
hepsi "ben" merkezlidir. Birinci ve İkinci dünya savaşlarında
ümmetleri ihtilâfa düşüren sebepleri de bu duygular beslemiştir.
Bireyde
tercih belirleme merkezi olan nefisteki fücur ve takvâ, toplum düzeyinde yerini
hevâ ve hedâya bırakır. Yani bireyin nefsinde oluşan ihtilâfı takvâ, ümmetin
bünyesinde oluşan ihtilâfı hedâ sona erdirir. Toplumsal ihtilâfı sona ermezse,
tefrika doğar. Tefrika, aynı kitaba (imama) bağlı olan ümmetin (imam) içinden,
küfrî bir ihtilâfa doğru giden yoldur (98/Beyyine, 4-5). Yaratıcı, bu sonuca
karşı toplumları uyarmak için, orta coğrafyada merkezî bir yer olan Ümmü'l
Kurâ'ya (imam) Kitap indirmiştir. Bu kitabın bir kısmını alıp bir kısmını atmak
bizatihî tefrikadır (2/Bakara, 83-85). Kur'ân-ı Kerim, tefrikaya götüren bu tür
ihtilâfın, azaba sürükleyeceğini bildirmektedir (30/Rûm, 31-32; 6/En'âm, 153). "Kendilerine
açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilâf edenler gibi olmayın.
Onlar için büyük bir azap vardır." (3/Âl-i İmrân, 105)
Hz.
Peygamber'in arkadaşları, Bedir esirleri hususunda (8/Enfâl, 67-69), savaşlara
iştirak hususunda (24/Nûr, 62-63) ve daha benzeri pek çok konuda ihtilâfa karşı
uyarılmışlardır. Ama yine de ihtilâfları olmuştur. Hatta Hz. Ebûbekir
zamanında, dinden çıkmaya varan tefrikalar olmuştur. Hz. Ali döneminde de
etkileri günümüze kadar süren Cemel, Sıffîn ve Hakem olayları, vuku bulmuştur.
Tarih boyunca gündemimizden düşmeyen Hâricîlik, Mu'tezilîlik, Şiilik ve
Sünnîlik gibi adlandırmaların kökleri Hakem olayında gizlidir. Sahâbe döneminde
başlayan bu olayların şiddeti, olduğu gibi kalmamış, zamanla artmıştır. Fikrî
plandaki sert tartışmaların dozajı, Kitabın sakındırdığı tefrika noktasına
ulaşmıştır.
Her konuda
aynı düşünerek akşamlayan arkadaşlar, sabahleyin karşılaştıklarında farklı
oldukları konu arayışına başlayacaklardır. Zaten insanın mayasında var olan
farklı görme hasleti, eğer şeytanın dürtüleri ile "kötü" için tahrik
ve teşvik edilirse, bu haslet tefrikayı doğuracaktır. Yok eğer bu haslet
yeryüzünde halîfenin imar ve ıslahını artırması için, İlâhî irâde ile
yönlenirse tekâmül doğuracaktır. Farklı görme temâyülü, sonunda tekâmülü ve
tefrikayı doğurur. Bu temâyülün faktörleri maddî ise, birey algılama, çevre,
örf, ictihad, unutma ve benzeri farklı bilgilenme yollarından biriyle ihtilâf
eder. Böyle bir ihtilâf kaçınılmazdır. Halîfe olarak yaşayabilmenin olmazsa
olmaz şartıdır. Tekâmül için elzemdir. Bu ihtilâf nihayet, bilgilenme faktörüne
bağlı olduğu için, bilgi, tekâmül seyrini tefrikaya dönüştürmeyecektir. Kan
dökecek ve fesat çıkaracak halîfenin yaratılışına meleklerin hayrette kalması
ilimle son bulmuştur (2/Bakara, 30-34). Ama eğer, o farklı görme temâyülünün
etmeni, akletmemek, büyüklenmek ve benzeri rûhî faktörler ise, bilgi, bu tür
ihtilâfı durduramayacaktır. Kur'ân-ı Kerim'in dilinde insanları azaba götürecek
olan tefrikanın kaynağı bu ihtilâftır (8/Enfâl, 70-73).
Ümmî
İhtilâfın (Tefrika) Çözümü:
1.
Kitapla Çözüm:
Çevre, gelenek, hurâfe ve uydurma rivâyet bataklığını Kitapla geçmek,
ihtilâfları çözmede atılması gereken ilk ve en önemli adımdır. Kitabî
hükümlerin bulunduğu son vahiy, Kur'an'dır. Kur'an'ın adlarından birisi de
"imam"dır (11/Hûd, 17). İçinde ihtilâfı bulunmayan (4/Nisâ, 82)
imamdır. Namazda, cemaate Kitapla imam olunur. Peygamberlerin, toplumlarına
imameti de soyla değil; Kitapladır (2/Bakara, 123-124). Halk da âhirette
muhâsebe için imamları ile çağrılacaklardır (17/İsrâ, 71). "Topluca
Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın." (3/Âl-i İmrân, 103)
"Ayrılmayın (tefrika), Allah'ın ipine (Kitaba) yapışın (i'tisâm
edin)." Bu âyet-i kerime, mâsum olanın Kur'an olduğuna işaret ediyor.
Kur'ân-ı Kerim, iman edenlerin kopma, kırılma, çatlaması (infisâm) olmayan
Kitab'a, kayıtsız şartsız bağlanmayı (i'tisâm) (2/Bakara, 256), onunla doymayı,
onunla dolmayı öneriyor. Çünkü insanın oluşturduğunda kopma, kırılma ve çatlama
olabilir. Ama Kitap Allah'tandır. Ondan olanda ihtilâf yoktur. İman edenler,
onu mâsum bilmeli, "ismet" sıfatını da ona tahsis etmelidir. (İsmet,
"mâsum" ve "yapışın" anlamındaki "i'tisâm" aynı
köktendir.
İnsanlığın
huzurunu bozan; kendini yeterli görme, büyüklenme, azma, şımarma, alay ve
kıskançlık gibi rûhî hastalıkların kaynağı ırkçılıktır. Tefrikanın ve
düşmanlığın rûhu ırkçılıktır. Bu hastalık, ancak mâsum kitapla temizlenir.
Irkçı Evs ve Hazrec'in düşmanlığını da vahy nimeti temizlemiş, onları ateşten
bir çukurun kenarından kurtarıp kardeşler yapmıştır. “Hep birlikte Allah’ın
ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan
nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O,
gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş kimseler
olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O
kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu
bulasınız.” (3/Âl-i İmrân, 103)
2.
Fıtratla Çözüm: Kitab'ı
anlarken nefsî hastalıkların oluşturduğu ihtilâfları, fıtratla geçmek,
Kur'an'ın tefrikayı önlemek için getirdiği önerilerden birisidir. Kur'ân-ı
Kerim, yahûdi ve hıristiyanlara tartışma yürüttükleri isimleri terkedip,
hepsinin de birleşebilecekleri Hz. İbrahim'i teklif eder. Onun yahûdi,
hıristiyan veya müşrik olmayıp, hanîf bir müslüman olduğunu
(3/Âl-i İmrân, 67, 95; 2/Bakara, 135; 4/Nisâ, 125)
vurgular. Hanîflik, yaratılış temizliğine inerek Allah'ı birlemektir
(98/Beyyine, 4-5). Bu, fıtrata dönmekle mümkün olur (36/Yâsin22). Fıtrat, fâtır
olan Allah'ın yaratmasındaki kusursuzluk ve suçsuzluk halidir. Hamd ve ibâdetin
temelidir (36/Yâsin, 22). Zanna uymadan, beyyine ile yaşamaktır (6/En'âm, 116;
49/Hucurat, 12; 53/Necm, 23). Nassları cehlen te'vil etmeden (3/Âl-i İmrân, 7),
haberi araştırarak (49/Hucurât, 6; 12/Yûsuf, 111; 18/Kehf, 13), geleneği
(18/Kehf, 55) ve akraba taassubunu geçerek (4/Nisâ, 135), bey/efendi ve
büyüklere bağlanmadan (33/Ahzâb, 66-67; 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21)
yaşamaktır.
3. İhsan ve Islahla Çözüm: Bireysel
ilişkilerdeki tıkanmaları, ihsan ve ıslahla geçmek, tefrikayı önlemek için
gösterilen Rabbânî yollardan birisidir. Elbette, tefrikaya düşmemek için,
tefrikanın mantığından uzak olmak, en gerekli bir yoldur. Herkese iyi davranmak
ve güzellikler sergilemek anlamına gelen ihsân (4/Nisâ, 36) bireyi tefrikanın
semtinden uzak tutar. İhsan, ikram etmekten daha geniş ve adâletli davranmaktan
da daha Yüce bir harekettir. Kişiye bulunduğu hal üzere, onu olduğu gibi kabul
ederek yardım etmek, fedâkârlıkta bulunmak, karşılık beklemeden fazla vermek, yapılan
işi güzel yapmak, hayvanı da keserken güzel kesmek, bunların hepsi ihsân
cümlesindendir. Tefrika, bu güzellikler arasında bulunamaz. Cuma hutbelerinde
hâlâ okunmakta olan ihsân âyetini, büyük fitne ve tefrika dönemlerinde
hutbelerde okutmayı başlatan kişinin Ömer bin Abdülaziz olduğu söylenir. Âyetin
meali şudur: "Allah; adâleti, ihsânı, akrabaya vermeyi emreder;
fahşâdan, münkerden ve bağyden men eder. Tutasınız diye böyle öğüt verir."
(16/Nahl, 90) Abdullah İbn Mes'ud; "eğer bundan başka âyet olmasaydı
bile, bu âyet Kur'an'ın her şeyi beyan edici ve âlemlere hidâyet ve rahmet
olmasına yeterdi" der. Allah, şehvete/hevâya uyarak saldırmayı yasaklıyor,
adâleti emrediyor, kötü ve çirkin muâmeleyi yasaklıyor, yakınlara vermeyi
emrediyor. Başka bir âyette de ihsân, Allah'a ibâdetten sonra ve herkese
emrediliyor (17/İsrâ, 23).
Herkese yapılacak olan bu ihsânı, salâh takip
etmelidir. Salâh, emr-i bi'l-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker yapmaktır. Her ihsân,
içinde salâh bulundurmalı, yahut arkasından salâh yapılmalıdır. Yani ihsânla
takviye edilen her kişi, salâh ile takibe alınmalıdır. İhsân ile kendisine
yardım edilen kimse, sâlâh ile uyarılmazsa, bilgilendirilmezse, başkalarınca
tefrikaya âlet olabilir. Yapılan salâh da ihsân içeriğinden yoksun olursa zulme
dönüşebilir.
4. Hoşgörü ve Şûrâ İle çözüm: Şûrâ;
meşveret, istişâre ve işâretle aynı kökten bir kelimedir. Bu kök, arı
kovanından bal almak için de kullanılır. Bu anlamları ile düşünülürse, çağa,
çağdaki İslâm cemaatine uymak şeklinde algılanan sevâd-ı a'zam (İbn Mâce Fiten,
Ahmed bin Hanbel, 4/378) fikri, şûrâ yönteminin dışında kalır. Cemaate uymak
da, şûrâya uymakla eşitlenemez. Şûrâda, ilgililer arasında danışma, bilgilenme
(2/Bakara, 233; 42/Şûrâ, 38; 24/Nûr, 62) ve anlaşma vardır (48/Fetih, 18). Bu
anlamda Rıdvan beyatı ile yapılan güven oylaması, ya da referandum, şûrevî bir
neticedir.
Hoşgörü ise, yapılacak diyaloga güzellik (ihsân)
katmaktır. Kurân-ı Kerim, zâlimlerin dışındakilere ihsân ile mücâdeleyi
emreder. Bu tarz, örf olan şeyi görmek için gereklidir. Coğrafyaları, âdetleri
ve dilleri farklı olan toplulukların bu durumları örf olanı bulmayı
kolaylaştırmak içindir (teârüf) (49/Hucurât, 13). "Emruhum şûrâ
beynehum (Onlar da bir nevi şûrâ yaparlar)" (42/Şûrâ, 38) âyetindeki
"emr", sanki emr-i bi'l-ma'rûftaki "emr"dir. Öyleyse şûrâya
katılan reyleri ma'rûf olanı gösterecektir. Eğer ma'rûf olanı tesbit için, şûrâ
Kur'ânî bir gereklilik ise, sosyal işlerde mezhebî bir görüşte ısrar edip
mezhep bağnazlığı yapmak, mekruh sayılmalıdır.
Bizim yapmamız gereken, nefsî marazları fıtratla,
gelenek çölünü Kitapla, bireysel problemleri ihsân ve ıslâhla, toplumsal
müşkilleri de hoşgörü ve şûrâ ile geçmeye çalışmaktır.
"Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden
dağılır giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç. Onlar için mağfiret
dile. İş hakkında
onlara danış. Bir kere de azmettin mi Allah'a dayan..." (3/Âl-i İmrân, 159) (13)
Mehdiler,
Mesihler, Müceddidler, Halifeler, Emirler, Kurtarıcılar çıkıyor; bunlar ihtilâf
konusunda çözüm olmak yerine daha büyük sorun oluyor; bu sefer de müslümanlar
onlardan kurtulmak için daha fazla uğraşmaya çalışıyor. Düşmanlardan çok, dost
zannedilenler İslâm’a ve müslümanlara zarar veriyorlar. Akıllı düşman yerine
akılsız dostlar ihtilâfları daha fazla körüklüyor; tefrikaya, fitne ve fesada
sebep oluyorlar.
Dünyevî
sonuca ayarlanmış bir mücâdele, İslâmî mücâdele değildir; önemli olan dünyevî
başarı değil; bu sürecin kendisidir, kulluk sınavını başarmak, her an
sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmaktır. Tevfik, nusret, zafer, başarı
kulun elinde değil; Allah’tandır. Hemen sonuca ulaşmayı istemek, başarıyı
kâfirler gibi dünya ile sınırlandırmak, dini aşırı siyasallaştırmak, siyasî
değişim ve dönüşümün zamanı uzadıkça ümitsizliğe kapılmak da genç müslümanların
zaaflarından. Toplumsal ve siyasal değişim ve dönüşümün sünnetullah açısından
belirli kuralları vardır. “...Bir toplum, kendilerindeki özellikleri
değiştirmeden Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük
diledimi, artık onlar için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan
başka yardımcıları yoktur.” (13/Ra’d, 11) Siyasal hâkimiyet, görevlerini
yerine getiren müslümanlara Allah’ın vereceğini vaadettiği bir nimettir,
meyvedir. Bu hilâfete liyakat kesbeden muvahhid mü’minlere, Allah'a şirk
koşmadıkları ve sadece O’na kulluk ettiklerinde ulaşacakları Allah’ın bir
ihsânı... “Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden
öncekileri halîfe kılıp (devlet verip) sahip ve hâkim kıldığı gibi sizi de
yeryüzüne halîfe kılacağını, sahip ve hâkim yapacağını, sizin için beğenip
seçtiği dini (İslâm’ı) sizin iyiliğinize yerleştirip koruyacağını ve
geçirdiğiniz korku döneminden sonra, bunun yerine size güven sağlayacağını
vaadetti. Çünkü onlar Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana şirk koşup
eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl
fâsıklardır, büyük günahkârlardır.” (24/Nûr, 55) Nasılsak, öyle
yönetileceğiz; ancak lâyık olduğumuz gibi idare olunacağız. Zaferin Allah'a ait
olduğunu, O’nun yardımı için maddî mânevî sebeplere yapışılması gerektiğini
unutmamak gerekiyor.
Günümüz
müslümanı, eski dönemlerdeki müslümanlardan çok büyük imkânlara sahiptir.
Tabii, bu nimetlerin sorumluluklarını yerine getirip sınavlarını kazanmak da o
derece zordur. Çağdaş müslümanlar, büyük çapta ilim elde etti, ama o ilmin
ahlâkını kazanamadı. Aracı elde etti, ancak hedefi ve gayeyi yitirdi. Bir
mendup veya bir mubah hakkında tartışırken, elinden nice vâcipler kaçtı.
Münâkaşa sanatını iyi biliyordu, fakat tartışma âdâbından ve uyulması gereken
ahlâkî kurallardan haberi yoktu. Kardeşlik hakkında nutuklar atabiliyordu, ama
kardeşlik hukukuna riâyeti çoğu zaman aklına getirmiyordu. İşte bu yüzden,
sefil bir hayata müslümanları mahkûm eden ve güçlerini zayıflatan iç
çekişmelerin ve kavgaların kurbanı olundu. Müslümanlar, küçük meseleleri,
teferruatla ilgili veya pratik değeri olmayan soyut konuları tartışır ve diğer
cemaatlere mensup müslümanları eleştiri bombardımanına tutarken, kâfirlerin
topa tuttuğu temel İslâmî ve insanî değerlere sıra gelmiyor, onlarla mücadeleye
fırsat kalmıyordu. Tarihten ibret alınmıyor, İslâm tarihindeki acı tefrika
sayfalarına sadece tarihî bilgi gibi bakılıyor. Günümüzdeki problemlerle tarihî
miras arasında doğru bağlar kurulmuyor. Fatih’in ordusu, İstanbul’u fethetmek
için toplarla surları döver ve Bizansın surlarında büyük gedikler açarken,
hıristiyan din adamları ve akademisyenler, Ayasofya’da haftalardır devam eden
soyut tartışmalarla meşgul idiler: “Meleklerin cinsiyeti nedir?”, “Firavun,
ölmeden Hz. Mûsâ’ya iman etmiş miydi, etmemiş miydi?” Çağdaş müslümanların
durumlarının da bu tavırdan pek farklı olmadığı acı gerçeğini paylaşmayacak
kimse var mı?
Allah Teâlâ,
geçmiş ümmetlerin içine düştükleri mânevî hastalıklardan bizi sakındırmakta,
ibret olması için onların tarihlerini bize anlatmakta, aynı delikten ikinci
defa ısırılmamamızı istemektedir: “Hepiniz O’na yönelerek ittika edin (O’na
karşı gelmekten sakının), namazı ikame edin/kılın; müşriklerden olmayın; Ki
onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır.
(Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (30/Rûm,
31-32)“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur...” (6/En’âm, 159) Bu âyette ilk planda kötü örnek
olarak belirtilen kitap ehli, ilim ve irfandan yoksun oldukları için değil;
elde ettikleri ilmi, hevâlarına âlet etmek, aralarında fesat çıkarmak için
kullandıklarından dolayı helâk olmuşlardır. “Kitap verilenler, kendilerine
ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler...” (3/Âl-i
İmrân, 19) Kitab’ın vârisi olacağımız yerde; kitap ehlinin hastalıklarını mı
miras aldık? İlim ve irfanı miras alıp onların gereği olan tevhîdî ahlâk
kurallarına uyacağımız yerde ahlâksızlığı mı devraldık?
“Rabbin
dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa
düşmeye devam ederler...” (11/Hûd, 118) Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş
zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut
ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti
olacağı yerde, bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme
fırsatına dönüşmüştür. İş öyle bir hale gelmiştir ki, farklı görüşe sahip
müslümanlar, birbirlerini ortadan kaldırmaya, hatta farklı görüşteki
müslümanlara karşı savaşmak için din düşmanlarından yardım istemeye kadar
gitmiştir. Bunun eski ve yakın tarihte pek çok canlı örneği vardır.
“Kendi
ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç
dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının
ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat
bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat
kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir
hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi
liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih
edilebiliyor.
İslâm âlemi,
Allah’ın Kitabına, Peygamberinin sünnetine bağlı tek bir ümmetten, tek
devletten bugün seksen yedi devletçik haline gelmiştir. Bunların hemen hepsi,
birlik sloganları atsalar da, aralarındaki anlaşmazlıkların nerelere vardığını
hepimiz biliriz. Suyun önündeki çerçöp gibi, kâfir ve emperyalist devletlerin
elinde oyuncak olmuş durumdalar. Bazen bir ülkedeki müslümanın diğer ülke
müslümanlarına düşmanlıkları, İslâm düşmanı kâfir devletlere ve zâlim tâğutlara
düşmanlıklarından fazla olabiliyor. “İyi ama, onların mezhebi...”, “tamam da,
onlar bizi arkamızdan vurmadılar mı?”, “kabul, ama onların rejimi...”
Olayı bu
ülkelerde hâkim olan rejimlere ve devlet yapılarına getirdiğimizde durum daha
da acı olmaktadır. İşgalci kâfir bir devletin, sömürgesi olan ülkeye, kölelerine
yapmayacağı zulmü, kendi vatandaşlarının özellikle dinî özgürlüklerine, ahlâk
ve sosyal yaşantılarına tavır aldıklarını, yöneticilerin müslüman adı
taşıdıkları için, istilâcı düşmandan farklı zannedildiği için, hem Batıdaki
büyük patronları ve hem de onların piyonu olarak kendilerinin işlerinin
kolaylaştığını değerlendirmek gerekiyor. Sebeplerin başı; müslümanların
uğraştığı gayrı meşrû ihtilâflar, sürtüşme ve tefrikalar. Dahası, müslümanların
gafleti, yöneticilerinin ihâneti sâyesinde seksen yedi küçük ülkeye ayrılmış
müslümanların, kendi coğrafyalarında ve birbirleriyle de vahdeti
oluşturamayışları, ihtilâfın boyutlarını gözler önüne seriyor. Her ülkede, her
mezhebin içinde, her büyük cemaatin bünyesinde bile pek çok ayrılıkçı oluşumlar
bulunabilmektedir. Ne yazık ki, bugün kurtarıcılık yükünü omuzlayıp İslâm için
çalıştığı zannedilen kimselerin hali, kendi resmî kurumlarından daha iyi bir
durumda değildir.
İç
çekişmeleri tırmandırmanın ve tefrika ateşini körüklemenin müslümanlara neler
kaybettirdiğini ve hâlâ kayıpların devam ettiğini iyi düşünmeli ve dinimizin
emrettiği cemaat, vahdet, kardeşlik, kul hakkı, ahlâk gibi değerlere sahip
çıkılmalıdır. “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin.
Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider.
Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 46)
Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Aranızda nizâ etmeyin
ki, “feşel”e düşersiniz, yani zayıf, tembel, çekingen ve korkak olursunuz;
salaklaşır, yılgınlaşırsınız. Ve rüzgârınız kesilir, havanız söner, ağırlığınız
kaybolur, devletiniz elden gider.” (14) Evet, birbirinize düşerseniz,
rüzgârınız gider; enerjiniz, gücünüz, dayanışma ruhunuz, gayretiniz kesilir
kaybolur. Bizi başarıya götürecek olan asıl rüzgâr, Allah’ın lütfu ve
yardımıdır. Bu nimet de, ancak O’na itaatle, toptan Allah’ın ipine sımsıkı
sarılmakla gerçekleşecektir. Fahreddin Râzî de tefsirinde, bu âyetle ilgili
olarak Mücâhid’in şu görüşüne yer veriyor: “Rüzgârınız gider” demek, “size olan
İlâhî yardım gider” demektir. (15)
Bu ifade,
Hz. Ömer’in cephede bulunan komutanı Sa’d bin Ebî Vakkas’a yazdığı mektubu
hatırlatıyor: “...Sana ve beraberindekilere düşman karşısında gösterdiğiniz
dikkatten daha fazla, günahlarınız karşısında dikkatli olmayı emrediyorum.
Çünkü, İslâm ordusunun günahları beni, düşmanlardan daha çok korkutuyor.
Müslümanlar, ancak düşmanlarının Allah'a karşı isyanları sebebiyle yardım
olunuyorlar. Eğer bu olmasa, bizim onlara karşı hiçbir kuvvetimiz yoktur. Biz
onlara karşı ancak fazilet ve takvâmız nedeniyle yardım olunuyoruz; yoksa
sadece gücümüz sâyesinde gâlip gelmiyoruz. Eğer günahta onlara eşit olursak,
kuvvette onlar bize üstün hale gelir. Allah yolunda bulunduğunuz halde Allah'a
karşı günahlar işlemeyin.” (16)
Tefrika;
İhtilâfın Şiddetle Haram Olan Şekli
“Tefrika”,
‘feraka’ fiilinden gelmektedir. Bu fiilin masdarı olan ‘fark’, ayrışmayı
anlatan bir kelimedir. Fark, iki şey arasını ayırmak, farklı olmak, ayrılmak,
yol çatallı olmak gibi anlamlara gelir. Tefrika ise, eşyayı birbirinden
ayırmak, insanlar arasına düşmanlık sokmak, parçalara, bölüklere ayırmak,
parçalamak demektir. Aynı kökten gelen ‘fırka’ ise, insanlardan ayrılan bir
topluluk demektir. İslâm tarihinde mezheplere ve cumhuriyetin ilk yıllarında
siyasî partilere de ‘fırka’ denilmiştir. Tefrika, bölüklere, fırkalara,
partilere, parçalara ayrılmayı ve böylece bir bütünü parçalamayı ifade eder ki
Tevhid dini olan İslâm’ın izin veremeyeceği bir şeydir.
İslâm’ın
Câiz Görmediği Tefrika: Kur’an diyor ki: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın. Dağılıp
ayrılmayın…” (3/Âl-i İmrân, 103) Kur’an, mü’minlere bu emri verirken,
dinlerini parçalayıp fırka fırka, grup grup olan insanların tutumlarını da
gözler önüne seriyor. Esasen insanlar Tevhid dinine inanan bir ümmet idiler.
Ancak zamanın akışı içerisinde Tevhid dinini bozdular, parçaladılar, yani dinde
ayrılığa düştüler, kendi uydurdukları dinlerin peşine gittiler. “Kendilerine
apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp (tefrika olup) anlaşmazlığa
düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i
İmrân, 105)
Tefrikanın
şirke yol açtığı açıktır. Çünkü ‘fıtrat’ dinini bozmanın sonucu birden fazla
ilâha kulluk yapmaktır. Şirk düşüncesine sahip olanlar, Tevhid dininin
bütünlüğüne zarar verirler, onu kendi kafa yapılarına uydururlar, sonra da her
uydurdukları şeye din diye uyarlar. “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen
(bir hanîf) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerinde
yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik
ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. Gönülden katıksız
bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, namazı dosdoğru kılın
ve müşriklerden olmayın. (O müşrikler ki) kendi dinlerini parçaladılar ve
kendileri de grup grup (bölük bölük) oldular; ki her grup kendi elindekiyle
övünüp sevinmektedir (en doğru yolda olduğunu sanmaktadır).” (30/Rûm,
30-32).
Görüldüğü
gibi, insanlar yüzlerini fıtrat dinine çevirmekle sorumlu iken, bazıları bunu
bozmakta, tefrika çıkarmakta, farklı fırkalara ayrılmakta ve sonra yine tefrika
olmakta, yeni gruplaşmalar meydana gelmekte, alt tabakalarda bu parçalanma
devam edip gitmektedir. İşin ilginç yanı, Tevhid dininden uzağa düşen ve farklı
din gruplarına ayrılan bu kimseler kendilerinin doğru yolda olduğunu hayal
ederek sevinç duymaktalar. Aslında, dinde tefrika çıkarmanın, dini parçalamanın
sebebi insandaki ‘bağy’ duygusudur. Doymayan bir nefsin sahibi azgın kimseler,
başkalarının haklarına tecavüz ederler ve kendi görüşlerini din haline
getirmeye çalışırlar. Böyleleri elbette Hak dine kulak vermezler. Bunu yalnızca
müşrikler değil, kendilerine Kitap verilen insanlar bile yapmışlardır (3/Âl-i
İmrân, 19; 98/Beyyine, 4; 42/Şûrâ, 14).
Allah (c.c.)
kendi yolunu insanlara bildirdikten sonra “İşte benim yolum budur, buna
uyun” (6/En’âm, 153) buyurmaktadır. Tevhid Dinine sımsıkı sarılmak
insanları tefrika illetinden kurtarır. Yoksa ‘bağy’ edenlerin peşine gidilirse,
onların düzenlerine uyulursa vahdetin (birliğin) olması mümkün değildir.
Tefrikanın
Boyutları: Tefrika,
yani dini bozma, onda ayrılığa düşme, fırka fırka olup dağılma hastalığı
yalnızca müşriklere ait bir yanlış değildir. Aynı hataya müslümanların da
düşmesi mümkündür. Eğer onlar da Din’i dimdik ayakta tutmazlarsa; Din’i,
Allah’ın gönderdiği ve Peygamberin öğrettiği gibi yaşamazlarsa, hatta Din’i
kendi akıl ve pozisyonlarına uydurmaya kalkarlarsa aynı sonuç meydana gelir. “O:
‘Din’i dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa (tefrikaya) düşmeyin’ diye dinden
Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da
vasiyet ettiğimizi sizin için bir şeriat kıldı…” (42/Şûrâ, 13)
Günlük
hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması
normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada
dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi
anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış
yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve
tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış
din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat
taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman
toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.
Müslümanlar
farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler,
farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler.
Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi
mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de
tefrikadır. Yukarıda geçtiği gibi müşriklerin yaptığı da buydu. Unutulmamalıdır
ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır, Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize
tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini
göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları, yalnızca
bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir.
Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir
mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece
kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’
mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten
olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma
yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama
grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir. (17)
Dinde
tefrika çıkarmamanın yolunu Kur’an şöyle gösteriyor: “Ey iman edenler!
Allah’a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.
Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün.
Şayet Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız…” (4/Nisâ, 59)
“Tefrika
girmeden bir millete, düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!”
“İpi kopan tesbihim, / Dağılmış tane tane;
Acı ama, tesbihim / Hani nerde imâme?”
Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 24, Haziran 2003
Atasoy Müftüoğlu, Ümmet Bilinci, Denge Y.
Mehmed
Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 83-101
Abdurrahman
Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, Risale Y. s. 106-117
Ahmed
Kalkan, Vuslat, Sayı 23, Mayıs 2003
Ali Ünal,
Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 361-370
M. Sait
Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Cemaat md.
Hüseyin K.
Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 101-104
A.g.e. s.
690
Ahmed
Kalkan, Vuslat, Sayı 22; Nisan 2003
Mehmed
Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 83-101
Abdurrahman
Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, s. 106-117
Ahmet
Baydar, Haksöz 56, Kasım 95
Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 4, s. 237-238
Fahreddin
Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y. 11/328
Seyyid
Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, Pınar Y. c. 3, s. 345
Hüseyin K. Ece, A.g.e., s. 687-690
Vahdet
Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Vahdet
Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Toptan Allah'ın İpine Sarılmak: 3/Âl-i İmrân, 103.
Parçalanıp Ayrılmamak: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.
Çekişmemek: 8/Enfâl, 46.
Zulme Karşı Birleşmek: 42/Şûrâ, 39
Birlik İçinde Savaşmak: 61/Saff, 4.
Parçalanıp Ayrılarak Anlaşmazlığa Düşmek: 3/Âl-i
İmrân, 103, 105; 8/Enfâl, 46.
Fâsıklar
Birlik ve Beraberliği İstemez: 2/Bakara, 27.
Yardımlaşmak:
8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71.
İyilik Etmek
ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
Din
Kardeşliği Allah'ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
Mü'minler
Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13
Mü'minlerin
Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; o/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
İmü'min
Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
İnsanların
Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
Sulh (Barış)
Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
Dargınları
Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd,
88; 49/Hucurât, 9-10.
Savaşan
Mü'minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
B- İhtilâf
Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (İhtilâf, 52 yerde, “h-l-f”
türevleriyle toplamnToplam, 127 yerde): 2/Bakara, 30, 66, 80, 113, 164,
176, 213, 213, 253, 255,; 3/Âl-i İmrân, 9, 19, 55, 105,
170, 190, 194; 4/Nisâ, 9, 82, 157; 5/Mâide, 33, 48; 6/En’âm,
133, 141, 164, 165; 7/A’râf, 17, 69, 74, 124, 129, 142, 150, 169, 169;
8/Enfâl, 42, 57; 9/Tevbe, 77, 81, 81, 83, 87, 93, 118, 120; 10/Yûnus, 6,
14, 19, 19, 73, 92, 93, 93; 11/Hûd, 57, 88, 110, 118; 13/Ra’d,
11, 31; 14/İbrâhim, 22, 47; 16/Nahl, 13, 39, 64, 69, 92, 124, 124; 17/İsrâ,
76; 19/Meryem, 37, 59, 59, 64; 20/Tâhâ, 58, 71, 86, 87, 97, 110; 21/Enbiyâ,
28; 22/Hacc, 47, 69, 76; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 55, 55, 63;
25/Furkan, 62; 26/Şuarâ, 49; 27/Neml, 62, 76; 30/Rûm, 6, 22; 32/Secde,
25; 34/Sebe’, 9, 39; 35/Fâtır., 27, 27, 28, 39; 36/Yâsin, 9, 45;
38/Sa’d, 26; 39/Zümer, 3, 20, 21, 46; 41/Fussılet, 14, 25, 42, 45;
42/Şûrâ, 10; 43/Zuhruf, 60, 63, 65; 45/Câsiye, 5, 17, 17; 46/Ahkaf,
21; 48/Fetih, 11, 15, 16; 51/Zâriyât, 8; 57/Hadîd, 7; 72/Cinn, 27;
78/Nebe’, 3.
C- İhtilâf,
Tefrika ve Fırka Konusuyla İlgili Âyetler
a- Dinde
İhtilâfa Düşmek: 6/En’âm, 159; 23/Mü’minûn, 53; 30/Rûm, 32.
b- Dinde
Tefrikaya Düşmek: 42/Şûrâ, 13-16.
c-
Parçalanıp Ayrılarak İhtilâfa Düşmek: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.
d- İhtilâf
Edilen Konu Hakkında, Kur’an’a ve Sünnete Başvurmak: 4/Nisâ, 59.
e- İhtilâf
Edilen Şey Hakkında, Hükmü Allah Verecektir: 2/Bakara, 113; 3/Âl-i İmrân, 55;
5/Mâide, 48; 16/Nahl, 92; 22/Hacc, 69; 29/Ankebût, 52; 32/Secde, 25; 39/Zümer,
3, 46; 42/Şûrâ, 10.
f- Ehl-i
Kitap, Haset ve İhtiraslarından Dolayı İhtilâfa Düştüler: 2/Bakara, 213; 3/Âl-i
İmrân, 19.
g- Mü’minler
Allah Fırkasındandırlar: 5/Mâide, 56; 58/Mücâdele, 22.
Konuyla
İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî,
Fiten 2; İ’tisâm 10; Menâkıb 1; Ezân 29, 30; Salât 87; 4/117
Müslim, İlim 2, hadis no: 2666, 3-4, hadis no: 2667;
Mesâcid 245, 249; Fezâilu’s-Sahâbe 199
Tirmizî, Salât 47; Fiten 7, hadis no: 2166; Humus
1966.
Nesâî, Tahrîm 6.
İbn Mâce, Mesâcid 16, 17; Et’ıme 17.
Ebû Dâvud,
Salât 48.
Ahmed bin
Hanbel, 4/145, 278; 5/180.
Muvattâ,
Cemâat 1, 3.
Konuyla
İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Vahdete 7
Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
Vahdet Ama
Nasıl? Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
İslâm
Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y.
Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya
Y.
İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit,
Abdülcelil Candan, Denge Y.
İhtilâf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
Zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fakihleri Arasındaki
Münakaşalar ve İhtilâf Sebepl, Z. Güler, T.D.V. Y.
Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, Talât
Koçyiğit, T.D.V. Y.
İmamların Fıkhî İhtilâflarında Hadislerin Rolü, M.
Avvâme, Terc. M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Y.
İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra
Y.
Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilâflar, Beşir İslâmoğlu,
Bengisu Y.
Münakaşalar ve İhtilaf Sebepleri, Zekeriya Güler, TDV.
Y.
İslâm’da İhtilâf Usûlü, Cabir Alevâni, Risale Y.
İhtilâftan Rahmete, Ebû ’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî,
İlke Y.
Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâm'da
İhtilâf Usûlü, Abdülhalim Ural
Dört Hak Mezhep ve İhtilâf Sebepleri, Osman Küçükahmet
Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İsmail
Lütfi Çakan
Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, DergâhY.
İslâm Düşünce Tarihinde Mezhepler, Zübeyir Yetik,
Beyan Y.
Kur'an'da Tartışma Metotları, Zahir B.Awad el-Elmaî,
Pınar Y.
Mezhep Meselesi ve İhtilâflar, Ebû ’l Feth
el-Beyânûnî, Risâle Y.
Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l-Fırak),
Ebû Mansur A. El-Bağdâdî, TDV. Y.
İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı,
İhtar Y.
İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza
Y.
Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s.
83-106
İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa,
İz Y. s. 41-104
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s.
142-146
33. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y.
s. 361-370
34. İlâhî Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan,
İhtar Y. s. 175-212
35. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan
Y. s. 687-690
36. Nur’dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s.
1/183-184
37. TDV. İslâm Ansiklopedisi (Şükrü Özen), TDV Y. c.
21, s. 565-568
38. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan
Y. s. 101-104, 687-690
39. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma,
Ekin Y. s.140-143
40. Sevdalı Yüreklere Çağrı, Erol Uslu, Güldeste Y. s.
211-245
41. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, İz Y.
s. 171-228
42. Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâli, Şûle Y.
s. 139-145
43. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller,
Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 162-173, 128-161
44. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s.
34-40
46. Medine Düşünceleri, Hüseyin Hatemi, Yeni Asya
Neşriyat, s. 261-265
47. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, 2/265-276;
1/301-306
48. Sünnî-Şîî Yakınlaşması, Dâru't-Takrîb Tecrübesi,
İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı 2
49. Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı, Ahmet
Baydar, Haksöz, sayı 56, Kasım 95
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.