Resulullah'ı (sas) Aracı Yaparak Hayırlı Murada Erişmek için Okunacak Beyitler

Resulullah'ı (sas) Aracı Yaparak Hayırlı Murada Erişmek için Okunacak Beyitler
 

Kitap Tanitimi: Peygamber Efendimizin Mevlid Kıssası Ve Mucez Hayatı - Cübbeli Ahmet Hocaefendi


 
Peygamber Efendimiz'in Mevlid Kıssası Ve Mucez(Özlü) Hayatı

Sonsuz hamd-ü senâlar Habîbine hitâben: "Allâh’ın Senin üzerindeki lütfü pek büyük olmuştur” (Nisâ Sûresi: 113 'den) buyurmuş olan Allâh-u Te'âlâ’ya mahsustur.

Sonsuz salât-ü selâmlar: "Ben sizin baba­nız gibiyim” (Nesâî, no:40,1/38) buyuran Rasulüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Seli em) e, onun mevlidiyle ferahlanan âl-i ashâbına ve cezâ gününe kadar iyilikte onlara tâbi olanlara olsun.

Cezâevindeyken: "Hapisten çıktığımda her sene Rabîulevvel ayında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hakkında bir eser telif edeceğim” diye Allâh-u Te'âlâ’ya söz vermiştim.

Baypas ameliyatı olduğum 2006 senesi hâ­ricinde Rabbim Te'âlâ beni bu sözde durmaya muvaffak eyledi.

İşte 1432 senesinin Rabîulevvel ayma var­dığımız şu günlerde ırzımı hedef alan bir takım şerefsizler tarafından büyük iftiralara mâruz kalarak hayatımın en zor günlerini geçirmeme rağmen bu ahdimi yerine getirmek üzere eliniz­deki bu hacimli eseri mevlid gecesine yetiştire­bilmek nasib oldu.

Rabbimden niyâzım odur ki, kalan öm­rümde de beni her sene böyle hayırlı bir amele muvaffak eylesin, siz okurlarımı da Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sevgisi bakımından gün be gün müzdâd eylesin. Amîn!

Elinizdeki bu risâlede Ca'fer ibni Hasen el-Berzencî Hazretleri’nin hazırladığı Arapça mevlid-i şerîfin tercemesini ve bazı yerlere ilave edilen faydalı mâlûmâtı bulacaksınız.

Sizler bu risâlemizi itikad ve ihlâs ile oku­yup herkese ulaştırmaya ve okutmaya gayret ederseniz mutlaka Kâinatın Efendisi’nin özel iltifatlarına mazhar olacaksınız.

Allâh-u Te'âlâ bu miskin kulunu, en sevdi­ği Muhammed Mustafâ’sına hakkıyla hizmet edebilmeye, sizleri de bu hizmetlerin neşrine muvaffak eyleye ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i cümlemizden hoşnut ve râzı eyleye.

"O’dur ancak O Zât ki; (melek ve cin tü­ründen değil de, anlaşmaları kolay olsun için) kendileri (gibi Adem nesli)nden olan değerli bir Rasûlü (okuma-yazma bilmeyen) ümmîler arasında göndermiştir ki, o onlar üzerine O (Allâh-u Sübhânehû)nun âyetlerini peş peşe okumaktadır, onları (maddî ve manevî pisliklerden) iyice arındırmaktadır, bir de kendile­rine o (yüce) Kitab (olan Kur’ân)ı ve hikmeti (sünnet ve fıkhı) öğretmektedir.
 
Oysa şüphesiz onlar daha önce elbette apaçık bir dalâlet (ve sapıklık) içinde bulun­muşlardı.

Bir de (Allâh-u Te'âlâ Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i sadece Araplara ve kendi asrında bulunanlara değil, Araplardan olsun olmasın) o (kitap ehli olmayan) diğer (ümmî) kişiler ara­sında (göndermiştir) ki; (zaman itibarıyla) he­nüz onlar bunlara kavuşmamıştır! (Kendisi­ne inanmayanlardan intikam alma gücüne sahip olan) Azîz de, (emrinde vekazasında son derece hikmet sahibi olan) Hakîm de ancak O’dur!

İşte sana! Bu, Allah’ın fazl(-u ihsan)ıdırki, onu dilediği kimseye verir.

Zaten Allâh pek büyük fazl(-u kerem)sa­hibidir.” (Cumu'a Sûresi:2-3)

Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edildiğine göre; Cumu'a Sûresi nâzil olduğunda, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Onu ashâbına okurken bu âyete ulaşınca, bir zâtın:

"Ya Rasûlellâh! Henüz bize kavuşmamış bu kişiler kimdir?” demesi üzerine, o, elini Selmân-ı Fârisî (Radıyallâhu Anh)m üzerine koyarak:

 "Canım, (kudret)elinde olan Zât’a yemin olsun ki; iman Süreyya (yıldızm)dada olsa, elbette bunlardan birtakım şahıslar uzanıp onu alır!” buyurdu. (Buhârî, el-Meğâzî:373, no:4615, 4/1858)

Bundan anlaşıldığına göre; âyet-i kerîmeye konu olan değerli zatlar, Araplardan olmayıp, Fars ve Türk milletleri gibi daha sonra İslâm’a hizmetleri geçecek olan toplumların mensupla­rıdır.
 
Nitekim Buhârî, Müslim gibi hadis hafız­larının birçoğu, EbÛ Hanîfe (Radıyallâhu Anh) gibi hadislerden hüküm çıkaran müctehidlerin de bir kısmı, Araplardan olmayıp, Fars milleti gibi yabancı toplumlardandırlar ki, İslâm’ın bugün Müslümanlara sağlam bir şekilde ulaşması, bu şahısların bu konudaki ciddi gayretleri sayesin­de olmuştur. (Tefsîru ’l-Hâzin, 7/87)

 

MÜELLİF HAKKINDA MÛCEZ BİR TERCEME-İ HAL

Musannifin torunu seyyid Cafer ibni İsmâ'îl el-Berzencî (vefat: 1317) (Rahimehullâh) bu metne yazmış olduğu "el-Kevkebii’l-enver alâ 'Ikdi’l-cevher Ji Mevlidi ’n-Nebiyyi ’l-Ezher ” nâmındaki şerhte müellifi şöyle tanıtmıştır:

Bu mevlid-i şerifin müellifi olan es-Seyyid Ca'fer ibni Hasen ibni Abdilkerîm ibni Muhammed ibni Rasûl el-Berzencî el-Hüseynî

(Rahimehullâh) hicri sene 1126’da Medîne-i Münevvere "de doğmuştur.

Anne babasının terbiyesi altında büyümüş, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş, tecvid ilmi almış ve fazîlet ehli ulemâdan bir cemaatin ders halka­larına katılmıştır.
 
Sonra Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş, ora­da beş sene mücâvir kalmış, o esnâda da Mekke ulemâsından bir cemaatin derslerine katılmıştır.

Daha sonra Medîne-i Münevvere’de Şâffiîlerin iftâ makamını üstlenmiş, vefatına kadar da bu mensıbte bulunmuştur.
 
Zaten bu makam evvelden beri bu kıymetli âilede bulunmuş olup, bu makamı ilk başta dede­leri Seyyid Muhammed ibni Rasûl el-Berzen­cî (vefat: 1103) üstlenmiş, nihâyet son olarak bu âileden bu görevi üstlenen Seyyid Muhammed Zeki ibni Ahmed el-Berzencî (vefat: 1365) ol­muştur.

Müellif Hazretleri hicri 1177 senesinin şa­ban ayının sah gününde vefat ederken ardında bu mevlid-i şerif hâricinde nice müfid telifler bırakmıştır ki: "Câliyetü’l-kürab bi Esmâ-i Seyyidi'l-Acemi ve’l-Arab”, "El-Birrıı'I-âcil bi icûbeti ’ş-Şeyh Muhammed Gâfıl”, "Menâkıbu Seyyidi’ş-Şiihedâ” ve "etı-Nefhu’l-feracî”gibi daha birçok telif bunlar arasında addedilmiştir.
 
Biz bu metni terceme ederken, elimizde bulunan Şeyh Muhammed Nevevî el-Bintenî (Rahimehullâh)a âit "Medâricu ’s-su rûd ile "küsün biirûd” (Matba-i Vehbiyye, 1296) isimli eserden istifade ettik.

Allâh-u Te'âlâ müellife ve şurrâha rahmeti vâsfasıyla rahmet eylesin ve eserlerinden istifâ­de eden erkek kadın tüm müminler adına kendi­lerini hayırla mükâfatlandırsın. Amîn!

 


Önsöz 7

Müellif Hakkında Mûcez Bir Terceme-i Hal 9

BİRİNCİ BÖLÜM

"BERZENCÎMEVLİDİ’’NİN METNİNİN TERCÜMESİ 11

Mevlid-i Şerifi Tercümeden Okumak 15

"Berzencî Mevlid-i Şerîfı”nin Tercümesi 17

İKİNCİ BÖLÜM

RASÛLÜLLÂH (SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM)İN, VİLÂDET-İ SENİYYESİNDEN ÖNCEKİ ÜSTÜN VASIFLARI 75

Müellifin Mevlid-i Şerif Kıssasına Giriş Yazısı 79

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Hilkatinin Bidâyeti 81

İlk Yaratılan Nur Hakkındaki Câbir (Radıyallâhu Anh) Hadisi 85

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
RASÛLÜLLÂH (SALLÂLLÂHUALEYHİ VE SELLEM)İN ÖNCEKİ KİTAPLARDAKİ TANITIMI 105

Ehl-i Kitâb’ın Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Evsâfını Kendi Kitaplarında Bulduklarına Dâir Şâhitlikleri 109

Bazı Yahûdilerin Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Vasıflarını Tespit İçin Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)\ Denemeleri 112

Abdullâh ibni Sûriyâ’nın ve Diğer Bazı Ehl-i Kitab’ın Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efakkında Yaptıkları İtiraflar 120

Kâ'buT-Ahbar’m Müslüman Oluş Kıssası 127

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Tevrat, İncil ve Zebur’daki Sıfatları 133

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ve Ümmetinin Geçmiş Kitaplardaki Tarifi 147

Mûsa (Aleyhisselâm)inRasûlüllâh(Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Ümmetinden Olmak İstemesi 169

İki Yüz Sene Günah İşlediği Halde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Tevrat’ta Geçen İsmini Öptüğü İçin Affolunan Kişi 174

Affedicilik ve Ayıpları Örtmek

Affedicilik ve Ayıpları Örtmek
 

İnsanların hatâlarını affetmek ve kusurlarını örtmek, en mühim ahlâkî vasıflardan biridir. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu güzel haslet, îman ve ahlâkın kemâline işâret eder. Zîrâ Allah Teâlâ’nın esmâ-yı hüsnâsından biri de, O’nun affediciliğini ifâde eden “el-Afüv” ism-i şerîfidir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

(Ey Rasûlüm!) Affedici ol! İyi ve güzel olan şeyleri emret! (Delil kabul etmeyen ısrarcı) câhillerden yüz çevir.” (el-A’râf, 199)

Affetmek, Allâh’ı sevip O’nun ahlâkı ile ahlâklanmanın tabiî bir neticesidir. Zîrâ Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış, affın zemînini hazırlar.

Affetmek, cezâlandırmaya muktedir olduğu hâlde bir kimsenin suçluyu bağışlayabilmesidir. Bu bakımdan gerçek meziyet, nefsin galebesine mânî olup affı tercih edebilmektir.

Cenâb-ı Hak, kullarının affedici olmasını istemektedir. Affetmeyi seven mü’minlerin örnek alınmaya değer kullar olduğunu bildirmektedir. Çünkü onlar gerçekten de zor olan bir işi yapmış, nefislerini bertarâf ederek affedicilik ve ayıp örtücülük vasfını kazanmışlardır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer mühim işlerdendir.” (eş-Şûrâ, 43)

“O (takvâ sâhipleri) ki bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsan sâhibi olanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“…Kul başkalarının hatâlarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyâdeleştirir…” buyurmuştur.

(Müslim, Birr, 69; Tirmizî, Birr, 82)

Şahsına yapılan hatâlar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir âcizlik gibi görünse de hakîkatte fevkalâde yüksek bir haslettir. Hazret-i Mevlânâ, affın hikmetini ne güzel ifâde eder:

“Bilesin ki Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı çıkan düşmanlarına gâlip gelmiştir. Öyleyse belâyı gidermenin çâresi, sitem veya zulüm etmek değildir. Onun çâresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder.»[140] nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..”

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri de şöyle der:

“Şeyhim Atpazârî Osman Efendi şöyle derdi: «Kişinin Hak ile olan muâmelesinde takınacağı en güzel tavır; teslîmiyet ve rızâ; halk ile muâmelesinde ise af ve sehâ’dır.»” (Bursevî, I, 283, el-Bakara 177 tefsirinde)

Bir de öfke hâlindeyken affetmek vardır ki, bu daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Yiğit dediğin, güreşte rakîbini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)

“Gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yenen kimseyi Allah Teâlâ, kıyâmet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74, Kıyâmet 48; İbn-i Mâce, Zühd 18)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlarla muâmelesinde kolaylığı tercih eder, zorluğa, öfke ve kızgınlığa yer vermezdi. Kolayca affedivermesi, günah ve kusurları muhâtabın durumuna göre ve kendine has bir metotla bertarâf etmesi, O’nun en güzîde âdetlerindendi. O, kazandığı savaşlarda esir düşenleri affetmiş, kendisine karşı son derece kötü davrananlara bile güzel muâmele, merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği sergilemiştir.

Hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için duâ edebilmek, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın fârik vasfı idi. Tâif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduâda bulunmayıp hidâyetleri için duâ etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyetle şereflenmelerini istemesi, nice azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur. Cenâb-ı Hak ne güzel buyurur:

“…İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.”

(Fussilet, 34)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüksek ahlâkî ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîf, müslümanlara ne güzel bir yol göstermektedir:

“İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye alıştırınız!” (Tirmizî, Birr, 63/2007)

İyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir.

Lâkin şunu da hatırlatmak gerekir ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman affetmekten çok ıslâhına çalışmak, âdil davranmak ve doğru ile yanlışı ortaya koymak îcâb eder. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı muhakkaktır.

Beşerî münâsebetlerde dikkat edilmesi gereken diğer mühim bir husus da, mü’minin, insanların ayıplarını araştırmaması, hattâ tesâdüfen gördüğü ayıp ve kabahatleri dahî setretmesi (örtmesi)’dir. Çünkü bâzı kusurlar için; “Şuyûu vukûundan beterdir.” denilmiştir. Yâni toplumda bâzı suçların kulaktan kulağa yayılıp duyulması, o suçun işlenmesinden daha kötü neticeler verebilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, ayıpların ve kötülüklerin yayılmasını şiddetle menetmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Mü’minler arasında hayâsızlığın şuyû bulmasını (yayılmasını) arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

Esma'ul Hüsna 47. İsm-i Şerif

LEDÜNNÎ İLİM (LEDÜN İLMİ)


Bu ilim, ancak Allâh Teâlâ’nın lutfetmesiyle nâil olunan tamamen Hak vergisi, vehbî bir ilimdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu ilim hakkında “bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir ilim” mânâsına gelen « مِن لَّدُنَّا عِلْمًا » ifâdesi kullanılmıştır.7 “Ledünnî ilim” tâbiri de buradan gelir.

Esâsen, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği hakîkatler, üç kategori teşkil eder. Bunların birinci kategorisindeki gerçekler, ancak nûr-i nübüvvetle idrâk olunabildiğinden, bunlar, Allâh Teâlâ ile O’nun yüce Peygamberi arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından hiç kimseye ifşâ etmemiştir.

Allâh Teâlâ ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ edilse bile anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i şerîflerin mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

“Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112) buyurmuştur.

Diğer bir hadîs-i şerîfte de:

“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, IV, 8)

buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar, ancak aklen ve rûhen yükselmiş, “havâs” veya “havâssü’l-havâs”8 tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir an’anedir. Zîrâ, satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla birlikte kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mes’ûliyeti vardır. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şer’î gerçeklerdir. Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân ve amel mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî seviyedeki kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir şekilde takdîr etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini tâyin sebebine binâen, âleme ilân olunmuştur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.9

Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması güç birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi, pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle gerçekleştiği târihî bir an’anedir.

Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali’ye ilâveten sahâbeden İbn-i Mes’ûd, Ebû Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî ilme âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır.


Allâh Teâlâ, kendisinden hakkıyla ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını ilâhî irâdeye râm edebilen kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce Rabbimiz, böyle muttakî kullarına husûsî bir ilim ve hikmet lutfettiğini Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmektedir:

يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

“Ey îmân edenler! Eğer Allâh’tan ittikâ ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırd edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allâh, büyük lutuf sahibidir.”  (el-Enfâl, 29)

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lutfetsin…” (el-Hadîd, 28)

Hadîs-i şerîfte de:

“Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, X, 15) buyurulmuştur.