Affedicilik ve Ayıpları Örtmek
İnsanların
hatâlarını affetmek ve kusurlarını örtmek, en mühim ahlâkî vasıflardan biridir.
Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu güzel haslet, îman ve ahlâkın kemâline işâret eder.
Zîrâ Allah Teâlâ’nın esmâ-yı hüsnâsından biri de, O’nun affediciliğini ifâde
eden “el-Afüv” ism-i şerîfidir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“(Ey Rasûlüm!) Affedici ol! İyi ve
güzel olan şeyleri emret! (Delil kabul etmeyen ısrarcı) câhillerden yüz
çevir.” (el-A’râf, 199)
Affetmek,
Allâh’ı sevip O’nun ahlâkı ile ahlâklanmanın tabiî bir neticesidir. Zîrâ
Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış, affın zemînini hazırlar.
Affetmek,
cezâlandırmaya muktedir olduğu hâlde bir kimsenin suçluyu bağışlayabilmesidir.
Bu bakımdan gerçek meziyet, nefsin galebesine mânî olup affı tercih
edebilmektir.
Cenâb-ı Hak,
kullarının affedici olmasını istemektedir. Affetmeyi seven mü’minlerin örnek
alınmaya değer kullar olduğunu bildirmektedir. Çünkü onlar gerçekten de zor
olan bir işi yapmış, nefislerini bertarâf ederek affedicilik ve ayıp örtücülük
vasfını kazanmışlardır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Kim
sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer mühim işlerdendir.”
(eş-Şûrâ,
43)
“O (takvâ sâhipleri) ki bollukta da
darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları
affederler. Allah da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsan
sâhibi olanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)
Rasûlullah
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“…Kul
başkalarının hatâlarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyâdeleştirir…” buyurmuştur.
(Müslim,
Birr, 69; Tirmizî, Birr, 82)
Şahsına
yapılan hatâlar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir
âcizlik gibi görünse de hakîkatte fevkalâde yüksek bir haslettir. Hazret-i Mevlânâ,
affın hikmetini ne güzel ifâde eder:
“Bilesin ki
Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber,
kendisine karşı çıkan düşmanlarına gâlip gelmiştir. Öyleyse belâyı gidermenin
çâresi, sitem veya zulüm etmek değildir. Onun çâresi affetmek, bağışlamak ve
kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder.»[140] nebevî îkâzı seni
uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..”
İsmâil Hakkı
Bursevî Hazretleri de şöyle der:
“Şeyhim
Atpazârî Osman Efendi şöyle derdi: «Kişinin Hak ile olan muâmelesinde
takınacağı en güzel tavır; teslîmiyet ve rızâ; halk ile
muâmelesinde ise af ve sehâ’dır.»” (Bursevî, I, 283, el-Bakara
177 tefsirinde)
Bir de öfke
hâlindeyken affetmek vardır ki, bu daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Yiğit
dediğin, güreşte rakîbini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman
öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)
“Gereğini
yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yenen kimseyi Allah Teâlâ, kıyâmet günü
herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest
bırakır.” (Ebû Dâvûd,
Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74, Kıyâmet 48; İbn-i Mâce, Zühd 18)
Allah Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlarla muâmelesinde kolaylığı tercih eder,
zorluğa, öfke ve kızgınlığa yer vermezdi. Kolayca affedivermesi, günah ve
kusurları muhâtabın durumuna göre ve kendine has bir metotla bertarâf etmesi,
O’nun en güzîde âdetlerindendi. O, kazandığı savaşlarda esir düşenleri affetmiş,
kendisine karşı son derece kötü davrananlara bile güzel muâmele, merhamet,
şefkat ve âlicenaplık örneği sergilemiştir.
Hatâ ve
kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek ve
hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için duâ edebilmek,
Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın fârik vasfı idi. Tâif’te kendisini
taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduâda
bulunmayıp hidâyetleri için duâ etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği
dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile
helâk olmalarını değil, her birinin hidâyetle şereflenmelerini istemesi, nice
azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur. Cenâb-ı Hak ne güzel buyurur:
“…İyilik ve
kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O
zaman (göreceksin
ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost
oluvermiştir.”
(Fussilet,
34)
Rasûl-i
Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüksek ahlâkî ufkunu gösteren
şu hadîs-i şerîf, müslümanlara ne güzel bir yol göstermektedir:
“İnsanlar
iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz,
diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız!
Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa
zulmetmemeye alıştırınız!” (Tirmizî, Birr, 63/2007)
İyilik
yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl
meziyet, kötülük yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik
yapabilmektir. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa
yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir.
Lâkin şunu
da hatırlatmak gerekir ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda
mevzubahistir. Bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman affetmekten çok
ıslâhına çalışmak, âdil davranmak ve doğru ile yanlışı ortaya koymak îcâb eder.
Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı
muhakkaktır.
Beşerî
münâsebetlerde dikkat edilmesi gereken diğer mühim bir husus da, mü’minin,
insanların ayıplarını araştırmaması, hattâ tesâdüfen gördüğü ayıp ve
kabahatleri dahî setretmesi (örtmesi)’dir. Çünkü bâzı kusurlar için; “Şuyûu
vukûundan beterdir.” denilmiştir. Yâni toplumda bâzı suçların kulaktan kulağa
yayılıp duyulması, o suçun işlenmesinden daha kötü neticeler verebilir. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, ayıpların ve kötülüklerin yayılmasını şiddetle
menetmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Mü’minler
arasında hayâsızlığın şuyû bulmasını (yayılmasını) arzu edenlere, işte onlara, dünya ve
âhirette can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19)
Allah Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Kim
arkadaşının ayıbını örterse, Allah da kıyâmet günü onun ayıbını örter. Kim ki
müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur.
Hattâ evinin içinde bile olsa onu ayıbıyla rezil eder.” (İbn-i Mâce, Hudûd, 5)
“Kim bir
kardeşini (tevbe ettiği) günâhı sebebiyle ayıplarsa, o günâhı işlemeden ölmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 53/2505)
Yine
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ayıp örtmenin fazîletini beyân ederek
şöyle buyurmuştur:
“Kim bir
mü’minin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu
kabrinden çıkararak diriltmiş gibi olur.” (Ahmed, IV, 153, 158; Ebû Dâvûd, Edeb, 38/4891)
“Ölüyü
yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah Teâlâ kırk
kere bağışlar.”
(Hâkim, I,
506/1307; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III, 395)
İnsanların
şahsî, âilevî ve diğer gizli hâllerini araştırmak, ayıplarını ortaya çıkarmaya
çalışmak, onların rûhen ve ahlâken daha da bozulmasına, hattâ mânen helâkine
sebep olabilir.[141] Kusurları araştırılıp ortaya çıkarılan kişiler, artık
ayıplarının herkes tarafından bilindiğini düşündükçe yavaş yavaş utanma duygusunu
kaybederler. Hayâsını yitiren bir insan ise, artık her şeyi yapabilir. Bir de
insanlar, kendi haklarında kötü niyetler beslendiğini hissettiklerinde, çok
menfî aksülamellerde bulunurlar. Nefret, kin ve intikam hisleriyle dolarlar.
Bütün bunların, fert ve topluma büyük zararı dokunur.
İnsan,
başkalarının ayıbıyla uğraşmaktansa, kendi kusurlarını düzeltmeye çalışmalıdır.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şu tavsiyede bulunur:
“Arkadaşının
ayıplarını söylemek istediğinde, hemen kendi ayıplarını hatırla!” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred,
no: 328)
Ebû Hüreyre
-radıyallâhu anh-’ın hikmet dolu nasihatlerinden biri şöyledir:
“Sizden
biri, kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki koca kütüğü unutur.”
(Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 592)
Diğer
taraftan bir kişi, hasbe’l-beşer işlediği bir hatâyı kesinlikle açığa
vurmamalı, onu örtme yoluna gitmelidir. Zîrâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurmuştur:
“İşlediği
günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın,
gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü hâlde, sabahleyin kalkıp; «–Ey falan!
Ben dün gece şöyle şöyle yaptım.» demesi, açık günahlardandır. Oysa, Rabbi
geceleyin onun kötülüğünü örtmüştü. Fakat o, sabaha çıktığında Allâh’ın
örttüğünü açığa vuruyor.” (Buhârî, Edeb, 60; Müslim, Zühd, 52)
Kişinin
işlediği günâhı bir mârifetmiş gibi anlatması, kötülüğün yayılması mânâsına
gelir. Cenâb-ı Hak ise kötülüğün şuyû bulmasını isteyenleri büyük bir azap ile
tehdit etmektedir. Buna mukâbil, dünyada işlediği bir günâhı hayâ ederek
gizleyen kişiyi, Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmet gününde rüsvâ etmemesi ümîd edilir.
Velhâsıl,
bâzı insanlar, ibâdet ve tâate îtinâ gösterdikleri hâlde, Cenâb-ı Hakk’ın mühim
bir sıfatı olan “Settâru’l-uyûb”, yâni ayıpları örtücülük ve kusurları
affedicilik hasletine lâkayd kalıyorlar. Bu sebeple de mânevî yönden tam
istenildiği gibi terakkî edemiyorlar. Hâlbuki bağışlamak ve kusur örtmek, güzel
ahlâkın en mühimlerinden biridir. Allah Teâlâ, biz kullarının sayısız kusur ve
hatâlarını örtüp affettiği gibi, biz de affedici olmalıyız. Zîrâ gönüllerinde
Allah Teâlâ’nın muhabbetini taşıyanlar, affetmeyi de severler. Allâh’ın
kullarını çokça affedelim ki, bizler de ilâhî affa lâyık hâle gelelim.
Kaynak:
ASR-I SAADET’TEN GÜNÜMÜZE FAZİLETLER MEDENİYETİ 2 – Osman Nuri Topbas
ASR-I SAADET’TEN GÜNÜMÜZE FAZİLETLER MEDENİYETİ 2 – Osman Nuri Topbas
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.