Aklı
başında olan kimsenin, nefsin azgın arzularını açlıkla sindirmesi gerekir.
Çünkü Allah’ın (Celle celaluhu) düşmanını (nefsin azgın arzularını) ancak açlık
gemleyebilir.
Nefsin
azgın arzuları, yemek ve içmek şeytanın vasıtalarıdır. Nitekim Peygamberimiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:
”Şeytan,
insan vücudunda kan damarları yolu ile dolaşır, Binanaleyh siz onun dolaşım
yolunu açlıkla daraltınız. Kıyamet günü, insanların Allah’a en yakın olanı, en
uzun müddet aç ve susuz kalanıdır.”
İnsanoğlu
hesabına en büyük tehlike kaynağı, midenin doyumsuz arzularıdır. Hazreti Adem
(Aleyhisselam) ile Havva’nın huzur ve istikrar yurdundan (cennetten)
çıkarılarak horluk ve yokluk diyarına (dünyaya) gönderilmelerinin sebebi odur.
Bilindiği
gibi bir ağaç meyvesinden yemek, kendilerine Allah tarafından yasaklandığı
halde azgın arzularına yenilerek sözkonusu ağacın meyvesinden yediler de
çırılçıplak kalıverdiler.
Tahkike
göre, mide, aşırı arzuların kaynağıdır. Hikmet ehlinden biri der ki, “nefsinin
kontrolu altına giren kimse, onun azgın arzularından hoşlanmaya mahkûm olmuş,
onun yanılmalar zindanında tutuklanmış ve kalbini faydalı şeylerden mahrunr
etmiş olur. Vücud azaları toprağını azgın arzularla sulayanlar, kalblerinde
pişmanlık ağacı dikmiş olurlar.”
Ulu
Allah (Celle Celaluhu) canlıları üç türlü yaratmıştır: Melekleri akıllı ve
fakat azgın isteksiz yaratmıştır. Hayvanları azgın isteklerle donatmış fakat
onların yapısına akıl katmamıştır.
İnsanoğlunu
ise akıl ve arzuları birarada yapısına katarak yaratmıştır. Buna göre aklını
azgın arzularının kontrolüne veren kimse hayvanlardan aşağıdır, bunun tersine
azgın arzularını aklının kontrolü altında tutan kimse de meleklerden üstündür.
—HİKÂYE—
İbrahim
Havvas (rahimehullahu) anlatıyor: Bir gün Likâm dağında idim. Bir nar ağacı
gördüm, canım çekti, ondan bir nar kopararak yardım, ekşiymiş, elimden attım ve
yoluma devam ettim. Az ileride birini gördüm, yere serilmiş ve üzerine arılar
üşüşmüştü.
Adama
selâm verince “aleykümselâm, ya İbrahim” diye cevap verdi. “Beni nereden
tanıyorsun” diye sordum. “Allah’ı tanıyanlara hiç bir şey saklı değildir”
karşılığını verdi. Ona “anlaşılan Allah ile münasebetin var, şu arılardan seni
kurtarmasını O’ndan istesene” diye takıldım.
Bana
şu cevabı verdi, “ben de senin Allah ile münasebetin olduğunu sanıyordum. Asıl
kendin, nar düşkünlüğünden seni kurtarmasını istesene! Nar düşkünlüğünün
acısını insan ahirette çeker, oysa arı sokmasının acısı dünyadadır. Öte yandan
arı sokması vücudu incittiği halde azgın arzular, iğnelerini kalbe batırırlar.”
Bana
ağır, fakat faydalı bir ders veren adamı kendi halinde bırakarak yoluma devam
ettim.” .
Nefsin
aşırı arzuları padişahları köle yaptığı gibi sabır da köleleri pa dişahlığa
yükseltir. Hazreti Yusuf (Aleyhisselam) sabrı sayesinde Mısır meliki oldu. Buna
karşılık Züleyha, nefsinin azgın arzusu yüzünden, Hazreti Yusuf’a
(Aleyhisselam) karşı duyduğu aşkı gemleyemediği için zavallı, düşkün, yoksul,
yaşlı ve gözlerinden mahrum bir duruma düştü.
Ebul
Hasan Errazi’nin (rehimehullahu) anlattığına göre, ölümünden iki yıl sonra
babasını rüyasında görür, üzerinde katrandan bir elbise vardır. Ona sorar, “babacığım,
niye seni cehennemliklerin kılığı içinde görüyorum.”
Babası
“yavrum, nefsim beni cehenneme sürükledi! Sakın nefsine aldanma” der.
Şairin
biri bu konuda şöyle der:
Başıma dört belâ sarıldı.
Sapıklığım ve iradesizliğim yüzünden düştüm pençelerine:
Şeytan, dünya, nefsim ve sonu olmayan arzular. ‘
Hepsi de düşmanım, acaba kurtuluş nasıl?
İhtiras ve kuruntuların karanlığında
Nefsimin beni sonu olmayan arzulara çağırdığını görüyorum.»
Başıma dört belâ sarıldı.
Sapıklığım ve iradesizliğim yüzünden düştüm pençelerine:
Şeytan, dünya, nefsim ve sonu olmayan arzular. ‘
Hepsi de düşmanım, acaba kurtuluş nasıl?
İhtiras ve kuruntuların karanlığında
Nefsimin beni sonu olmayan arzulara çağırdığını görüyorum.»
. .
.
Hatem’ül
Asam (rehimehullahu) der ki, “nefsim ayakbağım, ilmim silâhım günahım hayal
kırıklığım ve şeytan da düşmanımdır. Nefsimin arzusuna, hiç bir zaman, uymam.”
Ehli
marifetten bir zatın şöyle, dediği nakledilir: Cihad üç türlüdür. Birincisi
kâfirlerle savaşmaktır ki, bu zahirî cihad’dır. Ulu Allah’ın “Allah yolunda
cihad edenler…” âyeti celilesinde, cihadın bu çeşidine işaret edilmiştir (20).
İkinci
çeşit cihad ilimle ve inandırıcı deliller ile batılın taraftarlarına karşı
verilen cihaddır. “En iyi usulle onlara karşı koy” âyeti kerimesi, bu çeşit
cihada işaret eder. (21)
Üçüncü
çeşit cihad, kötülüğü emreden nefse karşı verilen cihaddır. Bunun hakkında
Allah şöyle buyurur:
”Bizim
uğrumuzda cihad edenlere yollarımızı gösteririz” (22).
Peygamber’imiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de bu konuda şöyle buyurur: ”En faziletli cihad,
nefse karşı verilen cihaddır.”
Nitekim
sahabîler (Allah onlardan razı olsun) kâfirlere karşı verilen bir savaştan
dönünce “küçük cihaddan büyük cihada döndük” derlerdi.
Nefse,
şeytana ve azgın isteklere karşı verilen cihada «büyük cihad» ismini
vermelerinin sebebi şudur: Nefse ve azgın arzulara karşı verilen cihad
aralıksızdır, oysa kâfire karşı arasıra savaş verilir. Öte yandan cephe
savaşçısı düşmanını görür, fakat şeytan görünmez, görünür düşmana karşı cihad
vermek, görünmez düşmanla cihad etmekten daha kolaydır.
Bir
de şeytana karşı savaşırken onun, senin nefsinde bir destekçisi vardır, bu
destekçi nefsin azgın arzularıdır, oysa ki kâfirlerle yapılan savaşta onların
senin nefsinde öyle bir yardımcıları yoktur, bu yüzden şeytana karşı verilen
cihad daha çetindir.
Yine
savaşta kâfir öidürürsen zafer ve ganimet elde edersin, kâfir seni öldürürse
şehitlik rütbesi ile cennet kazanırsın. Halbuki şeytanı öldüremezsin, ama eğer
o seni öldürecek olursa Allah’ın cezasına çarpılırsın.
Nitekim
derler ki: “Savaşta atını elinden kaçıran kimse düşmanın eline düşer, buna
karşılık imanını yitiren kimse Allah’ın gazabına uğrar, böyle bir şeyden
Allah’a sığınırız!…”
Diğer
yandan, kâfirlerin eline esir düşen kimsenin elleri boynuna bağlanmaz,
ayaklarına pranga vurulmaz, aç ve çıplak bırakılmaz. Oysa Allah’ın öfkesine
muhatap olan kimsenin yüzü kara olur, elleri boynuna kelepçelenir, ayakları
ateşten prangalara vurulur, yediği ateş, giydiği ateş ve içtiği ateş olur.
_______________________________
(20) Kur’an-ı Kerim/Maide Suresi, 54
(21) Kur’an-ı Kerim/Nah! Sûresi, 125
(20) Kur’an-ı Kerim/Maide Suresi, 54
(21) Kur’an-ı Kerim/Nah! Sûresi, 125
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.