En
merhametli anne-babalar, birbirlerini ve evlâtlarını Allâh’a kulluğa
hazırlayanlardır.
Erkek
ve kadın, birlikte bir yuva kuruyorlar ve hayatlarını birleştirip başlarına
gelebilecek her şeyi ortaklaşa paylaşmaya karar veriyorlar. Hayatı paylaşırken
iki tarafın birden dikkat etmesi gereken ne gibi hususlar vardır?
Burada iki
noktaya dikkat etmek lâzım:
–Mutluluk ve
sevinçleri paylaşma,
–Hayatın yük
ve sıkıntılarını paylaşma
Müştereklik
dediğimiz ortak paylaşma, hayatın her hâlinde, yani rûhâniyet ve muhabbet
ikliminde devam etmelidir. Sevinç ve mutluluklar paylaşıldığı gibi sıkıntı,
keder, hüzün ve iptilâlar da paylaşılmalı; taraflar, her zaman birbirlerine
destek vermeli, birbirlerini yıkayan iki el gibi olmalı ve yine birbirlerine en
yakın tesellî kaynağını kendileri teşkil etmelidirler.
Çünkü hayat,
her zaman pembe bulutların üzerinde devam etmez. İnişi-çıkışı, fırtınaları,
virajı ve engebeleri olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. İnsanlar için gelecek
günler, meçhul ve sürprizlerle doludur. Kader, bir sırr-ı ilâhîdir. Bu bakımdan
en büyük güç ve destek kaynağı, öncelikle Allah’a bağlılık ve îmandır. İkinci
büyük destek de birbirlerine kaynaşmış olan eşlerdir. Dikkat etmelidir ki, eğer
çaresiz ve bitkin insanlar, başlarına gelen büyük musîbet ve felâketlerde âile
içinden beklediği desteği bulamazlarsa, daha büyük yıkımlara ve çöküşlere mâruz
kalabilirler. Ancak rûhen olgunlaşmış, anlayışlı fertlerden oluşan yuvalarda
ise, başlarına gelen bâdireler, âilenin sağlamlığı ölçüsünde kolaylıkla
bertaraf edilir.
Âile
sağlamlığı, rûhî olgunluğa paralel olarak bilhassa karşılıklı geçim ehli olmaya
da bağlıdır. Bu, birçok güzellik ve hayırlı neticelerin en mühim şartıdır.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Gül, o
güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit.
Bak, o ne diyor: «Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden
kendimi kedere salayım? Ben ki, gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine
katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular
sunma imkânına kavuştum…»”
Bu gül, bize
de diyor ki:
“Sen de
benim gibi ol!”
Böyle
sağlıklı ve güçlü bir âile yapısının kurulabilmesi için nelere dikkat
etmelidir?
Öncelikle
âilede saâdet, iki taraflı gerçekleştirilebilecek bir husustur. Bunun temelini:
1.
Birbiriyle iyi geçinmek,
2. Anlayışlı
ve olgun davranmak,
3. Fedâkâr
olmak, oluşturur.
Bunlar da
bilhassa ahlâkî fazîlet, dirâyet, zekâ, samîmiyet, ve karşılıklı hassâsiyet ile
mümkündür.
Yine
eskilerin “hüsn-i muâşeret” dedikleri, iyi geçinmek için iki tarafta da şu beş
özellik bulunmalıdır:
1.
Dindârlık,
2. Fazîlet,
3. Muhabbet,
4. Merhamet
5. Sadâkat.
Kaynak: DÜNYADAKİ CENNET HUZURLU AİLE YUVASI - Osman Nuri Topbas
Bu
vasıfların karşılıklı olarak kadında da erkekte de bulunmasının zarûreti, her
gün yaşanan âile faciaları vesîlesiyle de daha açık bir şekilde ortaya
çıkmaktadır.
Toplumda
olduğu gibi âilede de dindârlık ve fazîlet, bütün güzel vasıfların temelidir.
Dînin doğru ve güzel bir şekilde yaşandığı, ahlâkî fazîlet ve meziyetlerin
sergilendiği yuvalar, insanlara iki dünya saâdeti bahşeder. Aksine dinden
uzaklaşılan ve ahlâkî zaaflara düşülen hâllerde, bundan âile fertleri zarar
göreceği gibi toplum da çok büyük yaralar alır. Burada dindârlık hususunu doğru
anlamak lâzımdır. İnsan hem dindâr hem de kaba, geçimsiz ve nezâketsiz olamaz.
Çünkü dîn-i İslâm, baştan sona nezâket, zarâfet ve nezâfetten ibarettir. Yani
güzel edeptir, güzel edeptir, güzel edeptir… Şairin dediği gibi:
Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan…
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Aklım kalbimin kulağına eğildi ve sordu:
«–Din
nedir?»
Kalbim de şu
cevabı verdi:
«–Din,
edepten ibarettir.»”
Muhabbete gelince, o da, âilenin mayası ve
gıdasıdır. Muhabbetin azaldığı ve hoyratça yıpratıldığı hâllerde, âile de
sallanmaya başlar. Muhabbet de, iki taraflı olmalıdır. Zira muhabbet, kalpleri
fizikteki birleşik kaplar misâli, tesir alış verişine müsait hâle getirir. Kişi
sevdiği kadar sevilir. Diğer taraftan muhabbet arttıkça, davranış ve sözler de
incelmeli, nezâket, zarâfet ve hürmetle süslenmelidir. Muhabbet, kesinlikle
laubâliliğe dönüşmemeli, belli bir edep çerçevesi dâima gözetilmelidir.
Muhabbet, merhamet ve benzeri bütün duygular, hep itidal üzere olmalıdır.
Muhabbetin aşırısı zarar verdiği gibi, sevdiklerimizi muhabbetten tamamen
mahrum etmek de, onları, başka yerlerde bu duygularını tatmin etmeye
yöneltebilir.
Muhabbetin
nefsânî plâna münhasır hâlde bulunup haddi aşması, şiddetli kıskançlık ve
baskıya yol açtığı gibi, azalması da ihmale sebep olur. Bu iki hâl, âile yuvası
için birer âfettir.
Aynı şekilde
merhamet de aşırılık ve ihmalden uzak olmalıdır. Merhametin aşırısı, insanı
zaafa düşürür, zararlı ve yıkıcı hatâlara karşı bile hoşgörülü olmaya
yönlendirir. Bu merhamet değil, ancak kalbinbir zaafıdır. Diğer taraftan
merhametin azlığı da kalbe katılık verir, kişiyi zulüm ve zorbalığa sürükler.
Orta yollu tatlı-sert bir kıvamda olan merhamet ise, verimli olur ve yuvaya
saâdet getirir. En merhametli anne-babalar, birbirlerini ve evlâtlarını sabah
namazına kaldıranlar ve her bakımdan ciğerpârelerini âhiret saâdetine
hazırlayanlardır.
Sadâkate
gelince, o da iki tarafın birlikte ihtimam göstermesi gereken hususlardan
birisidir. Sadâkat, kelime mânâsı itibariyle doğruluk demek olup insanın
sözünde ve işinde doğru olması, yalan söylememesi demektir. Şüphesiz evliliğin
sıhhati açısından eşlerin birbirlerine her hâlükârda doğruluk üzere devam
etmesi, aradaki güveni zedeleyecek söz ve davranışlardan uzak durması,
evliliğin sıhhat ve devamı açısından çok ehemmiyetlidir. Yine erkek ve kadının
birbirlerine sâdık olmaları, başka insanlara gözlerinin ve gönüllerinin
kaymaması da evliliğin selâmeti bakımından olmazsa olmaz şartlardan biridir. Bu
tür tehlikelere düşmemek için İslâm’ın birbirine yabancı kadın ve erkek
münâsebetleri hakkında koyduğu esâs ve kâidelere hassâsiyet gösterilmesi
şarttır. İnsanları şüphe, zan, dedikodu ve vesveseye düşürecek davranışlarda
bulunmak, hem kişinin şeref ve itibarını zedeler, hem de âile yuvasını
tehlikeye düşürür.
Sadâkat ve
bağlılığın bir diğer tezahürü ise iki tarafın da birbirlerinin ana ve
babalarına karşı gâyet hürmetkâr ve hizmet ehli olmalarıdır. Bu itibarla gelin
olan hanım kızlarımız ve damat olan delikanlılarımız, kayınvâlide ve
kayınpederlerine kendi anne-babaları gibi alâka göstermelidirler. Yarın
kendileri de aynı noktada olacaklardır. Eğer hatâlı davranırlarsa, eskilerin
tabiriyle: “Men dakka dukka!” yani: “Kim hile yaparsa hileye uğrar.” daha
doğrusu “Eden bulur.” sözünün bir muhatâbı da kendileri olur. Yani yapıp
ettiklerini kendileri de günün birinde aynen karşılarında bulurlar.
Evliliklerde
geçimi temin etme vazifesi erkeklerindir. Peki, âilenin iktisada ve tasarrufa riâyeti
hususunda da sorumluluk sadece erkeğe ait midir?
İslâm dini,
âilenin geçimine dâir masrafları karşılama vazifesini erkeğe yüklemiştir. Ama
bu, onun âile fertlerinin her türlü isteklerini hemen yerine getirmesi mânâsına
gelmez. Meşrû ve zarûrî ihtiyaçlar, imkânlar ölçüsünde temin edilmelidir. Hattâ
zengin bile olunsa, insanın olur-olmaz her isteğinin karşılanmaması lâzımdır.
Zira her istenileni yapmak, zamanla istek ve iştihâları kabartır ve nefsin
tatminsizliğine, azgınlık ve hattâ isyanına sebep olabilir. Böyle bir nefis
gitgide bencilleşerek sahibini yalnız kendini düşünme girdabında helâk eder.
Bütün bir âileyi kendisine esir zanneder. Her şeyi istismar etmeye başlar.
Kısacası imkânı çok olup da bu imkânlarını nefsinin arzuları istikametinde kullanan
insanın nefsi âdeta gem kabul etmeyen bir “aygır”a dönmüş demektir. Bu sebeple
ekseriyâ imkânı olduğu hâlde bazı aşırı istekleri ertelemek, insanın mânevî
olgunluğu, ayaklarının yere basması, hayatın gerçeklerini görmesi ve Allah’ın
rızâsını kazanması için şarttır. Unutmamalı ki, asıl sabır, varlıkta sabırdır.
Çünkü varlık devamlı olarak tahrik unsurudur.
Her
istenileni hemen yapmayıp insanı olgunlaştırma yolunda bir eğitim metodu tâkip
etmek, aynı zamanda ilâhî bir hikmettir. Cenâb-ı Hak, kullarının talep ve
duâlarını bazen kabul etmemekte, bazen ertelemekte, bazen de kabul
buyurmaktadır. Bundan maksat, kulların şu fânî dünyaya tamamen bağlanmamaları
ve nîmetler içerisinde şımarıklığa düşmeden Hakk’a muhtaçlığını kavramasıdır.
Çünkü insan, binbir sıkıntı içinde iken ve emellerine kavuşamamışken bile
dünyadan kopmak istemiyor. Bir de her arzusu yerine gelse, bütün hayallerine
ulaşsa, bu dünyadan ayrılmayı hiç istemez ve daha büyük hatâlara, hattâ isyana
sürüklenebilir. Nitekim Âdem -aleyhisselâm-, cennetten ayrılmak istemediği için
“zelle” işlemiş ve dünyaya indirilmiştir. O bakımdan çocukları eğitmede ve
onların isteklerini yerine getirmede, hem onların ileride karşılaşabilecekleri
zor anları, hem de hesap gününü göz önünde bulundurarak hareket etmelidir.
Tabiî ki,
harcamaları haddinden fazla kısarak işi cimriliğe vardırmak ve hayatî-zarûrî
birtakım ihtiyaçları karşılamaktan yüz çevirmek de doğru ve kabul edilebilir
bir davranış değildir. Bu iki hâl arasında orta yollu bir çizgi tâkip
etmelidir. Âyet-i kerimede buyurulur:
“(O kullar) harcadıklarında ne
israf, ne de cimrilik ederler, ikisinin arasında ortalama bir yol tutarlar.” (Furkân,
67)
Bu orta yol,
hayatın dengesidir. Cimrilik ne kadar kötü ise israf, yani saçıp savurmak da o
kadar kötüdür. Erkek veya kadın, imkânları geniş olsa bile aslâ saçıp
savurmaya, hoyrat bir israf savurganlığı hakkına sahip değildir. Kimse: «Mal
benim, istediğim gibi harcarım…» diyemez. O malı kendilerine emânet olarak
veren Allah kıyâmet günü: «Malını nerelerde ve nelere harcadın?» buyurup her
çeşit harcamanın hesabını tek tek soracaktır. Nitekim
âyet-i kerimede buyurulur:
“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver.
Gereksiz yere de saçıp savurma!.. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanın
arkadaşlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)
İslâm, israfın her çeşidini, herkes için yasaklamıştır. Âile içindeki
savurganlık da, erkek veya kadından olması fark etmez, engel olunması gereken
kötü bir hastalıktır. Bu hastalık, bir insanın rûhuna işlemişse, o şahsın huzur
ve rahat içinde yaşaması zorlaşır.
Günümüzde “tüketim çılgınlığı” denilen bu iptilâ, var olanla yetinmeyerek
yeni ve değişik her şeye tamah ve ihtirası normalleştirmektedir. Ev eşyası,
telefon, kıyâfet, araba ve benzeri daha bir çok sahada, herhangi bir ihtiyaç
olmadığı hâlde elindekini yenileriyle değiştirmek, “moda” diye yeni yeni
kıyâfet ve eşyalar almak, sadece birtakım markalardan giyinmeye çalışmak hep bu
hastalığın pençesindeki insanların zaaflarıdır. Neticeler ise hüsran! Kendi
imkânları yetersiz kalınca borç alarak, kredi kartları kullanarak ve bilhassa
fâize bulaşarak, arzu ve heveslerini tatmin etmeye çalışanların âkıbetleri çok
kötü olmaktadır. Böyleleri üstelik bir de borç batağına gömülmelerinden dolayı
etrafını: “Bana yardım etmiyorlar!” yaklaşımlarıyla itham etmeye kalkar.
Bu hâl, aklı ve duyguları dengeli kullanamamanın hazin bir neticesidir.
Dolayısıyla harcama çılgınlığı yerine sabrın bereketine yönelmek lâzımdır.
Çünkü Allah, azlığı da çokluğu da insanlara dâima bir hikmete, imtihana,
dolayısıyla sabra ve şükre vesîle olması için bahşeder. Düşünmeli ki, dünyevî
olarak güçlü bile olsa imkânların azlığı, kulu Rabbine daha çok yaklaştırır.
Dâima imkânlarının tükendiği yerde insan: «Aman yâ Rabbi!» der ve Allah’ı
hatırlar. İnsanı, insan yapan acziyetini hissetmesidir. Peygamber -sallâllâhü
aleyhi ve sellem- Efendimiz: «Yâ Rabbi, Seni lâyıkıyla tanıyamadım, sana
lâyıkıyla kulluk yapamadım.» diyerek acziyet içinde Rabbine ilticâ etmiştir.
Hak dostları, mü’minlerin kalbî seviyelerine göre kılık kıyâfet ölçülerini
şöyle belirlemişlerdir:
–Şeriatte kıyâfet, helâl ve haram açısından haddi aşmamak,
–Tasavvufta kıyâfet, ihtiyaç sınırlarından öteye geçmemek,
–Hakîkatte ise, elbise ve giysilere aşırı bir muhabbet ve alâka
göstermemektir. Yani temiz ve sade giyinmek, bununla da kalbi meşgul
etmemektir…
Eğer insan, gerçekten parasını harcayacak yer bulmakta zorlanıyor ve bu
sebeple israfa yöneliyorsa, kendisinden daha muhtaç insanlara yardım eli
uzatmayı hatırlamalıdır. Zaten yardım ediyorsa, bunu daha da
fazlalaştırmalıdır. Zira bu, hem insanlık, hem de dînin îcâbıdır. Kazanmış
olduğu parada fakir, muhtaç ve yetimlerin de hakkı olduğunu düşünen bir insan,
servetini hovardaca tüketemez. İslâm, paranın kazanılacağı yerleri belirleyen
prensipler koyduğu gibi, harcanabileceği ve harcanmasının yasak olduğu sahaları
da tayin etmiştir. Âyet-i kerimede buyurulur:
“Allah yolunda harcayın! Kendi ellerinizle
kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın! Allah, (yaptıklarını) güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195)
İnsanların açlık ve sefâlet içinde çırpındığı bir zaman ve mekânda israfa
harcanacak bir tek kuruşun bile ağır bir âhiret hesabı olduğunu unutmamalıdır.
Bu itibarla insan, nâil olduğu nîmetleri her gün uykuya dalmadan önce şöyle
bir tefekkür etmeli ve bunlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir. Düşünmeli
ki:
Dünyada nice insanlar aç ve susuz vaziyette iken tok olarak uyumak, tehlike
veya ihtiyaç içinde kıvranan sayısız kimseler varken ihtiyaçsız ve emniyet
içinde bulunmak, felâketler sebebiyle bu kış mevsiminde sıcak bir barınaktan
mahrum binlerce insan Himalaya Dağları’nın eteklerinde gecelerken rahat
yatağına uzanmış olmak, hem ne büyük bir nîmet, hem de ne büyük bir
mes’uliyettir.
İşte her gün yatmadan önce yapılacak böyle bir muhâsebenin tefekkür
hayatımızda ihmal edilemez bir yeri olmalıdır. Nitekim: “Hesaba çekilmeden
evvel nefsinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459) buyuran
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da her gece:
“Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa,
Allah onun hesabını Ömer’den sorar.”
“Bugün Allah için ne yaptın ey Ömer?” gibi ifadelerle nefsini sorguya çekip bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu.
Bizler acabâ bu duyguları kaç defa lâyıkıyla yaşayabildik? Gündüzleri
maîşet telâşıyla meşgul olan yüreklerimizi, kaç gece böyle bir muhâsebeye tâbî
tutabildik?
İşte bu nefsini muhâsebe duygusunu içinde canlı tutan insanlarda rûhî huzur
ve emniyeti temin eden bir özellik ortaya çıkar ki, o da “kanaat”tir!..
Kanaat, en büyük zenginliktir. Bir kişinin gönül zenginliğinin seviyesi,
ancak onun kanaatiyle ölçülür. Kanaatkâr olan insanlar, sahip oldukları
imkânlarla yetinmesini bilirler. Daha fazlası konusunda aşırı ihtiraslı
olmazlar. Bu da onların rûhen rahatlamasına ve kadere râzı olmasına sebep olur.
Fakat bu kesinlikle tembellik ve çalışma hayatından yüz çevirmek olarak
anlaşılmamalıdır. Aksine söylemek istediğimiz şey, meşrû ve dengeli ölçüler
içerisinde çalıştıktan sonra Allah’ın lütfettiğine râzı olmaktır. Elde olana
râzı olan, gücü ölçüsünde başkasına da yardım etmeye çalışır. Ama elindekini
yeterli görmeyen kimse, her zaman daha fazlasını ister ve bırakın başkasına
yardım etmeyi, her an kendisine yardım edilmesini bekler.
Bütün bu
saydıklarımızın ve daha nice fazîletlerin yaşandığı asr-ı saâdet toplumu, “vuslat”
ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, Allah Teâlâ’yı ve Rasûlullah
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakından ve gönülden tanımanın feyizli devriydi.
O toplumda kalpten dünyevî menfaatler, ihtiraslar çıkarıldı. Mal ve can, sadece
Allah ve Rasûlü’ne bir yakınlaşma vasıtası olarak kullanıldı. Îman, bir lezzet
hâline geldi ve merhamet enginleşti. Allah’ın mahlûkâtına hizmet, bir hayat
tarzı oldu. Allah Rasûlü’nün hâlleriyle hâllenme, ashâb-ı kiram’ın en büyük
ideali oldu. Allah Rasûlü’nün buyurmuş olduğu herhangi bir tavsiye ve îkaz,
mukaddes bir emir olarak hürmet ve îtinayla ebediyyen baş tâcı edildi.
Bütün bir
toplum, kanaat ölçüleriyle yaşadı. Aşırı tüketim, lüks, israf, oburluk ve
gösteriş, sahâbe çevresinin ve toplumun tanımadığı bir hayat tarzı idi.
Gönüller, “yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” hakîkatini idrâk
etti. Dostluğun merkezine Mevlâ ve Rasûlü yerleştirildi. Daha evvel okuma-yazma
bilmeyen bir toplum, İslâm ve îman okuluna kaydolunca medeniyette zirveleşti.
Bütün kalpler: “Allah bizden ne ister? Rasûlullah bizde ne görmek ister?”
duyguları içinde yaşadı. Hayat, Allah rızâsına bağlandı. Merhamet ve şefkat
derinleşti; hak ve adâlete hassâsiyet ise zirveleşti. Sahâbe için hayatın en
zevkli ve mânâlı anları insan nesline vahyin mesajlarını ilettikleri zamanlar
oldu. Bugün biz de, onların bu fazîlet kervanını tâkip ederek mânevî yükselişe,
cemiyet olarak aynı huzur ve güzelliklere ulaşmalıyız.
Anne ve
babalar, işte bu mükemmellikler ile yoğrulmalı ve evlâtlarını da aynı şekilde
eğitmelidirler. Bilhassa evlâtları arasında aslâ ayırım yapmamalıdırlar. Gerek
erkek ve kız arasında, gerekse aynı cinsten çocuklar arasında adâlet ve
eşitliği gözetmelidir. İnsanın içindeki sevgiyi sınırlaması belki mümkün
olmayabilir, ama en azından bunun yansımasında farklılık ortaya konulmamalıdır.
Meselâ birine aldığını diğerine de almalı, birini öptüğünde diğerini de ihmal
etmemelidir. Hâsılı hiçbir şekilde çocukların arasında kıskançlık tohumlarının
yeşermesine sebep olmamalıdır.
Komşularını
da iyi insanlardan seçmeli, kötü ahlâklı ve dînî zaafları olan komşu ve
akrabalarıyla münâsebetlere dikkat etmelidir. Yani onları irşâd ve îkaz etmeyi
düşünürken, kendi çoluk çocuğunu tehlikeye atmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.