Kadın ve
çocukların, dînî, ahlâkî bakımdan olgunlaştırılması; onların dünya ve âhiret
saâdetlerine sebep olacak şekilde terbiye edilmeleri, erkeğe âit mühim
vazifelerdendir.
Âile
saâdetinin sağlam temeller üzerine oturması, sâlih bir babanın idâresine
dayanır. Sâlih bir baba demek; âilenin geçimi, terbiyesi, muhafaza edilip
gözetilmesi gibi vazifeleri en güzel şekilde yerine getiren baba demektir. Bu
da, bilgili, uyanık, tecrübeli, becerikli ve özellikle îmanlı ve güzel ahlâklı
olmayı gerektirir.
Efendim, bu
konuyu biraz daha açacak olursak, bir baba, âilesi için neleri temin etmek
mecburiyetindedir?
Erkek,
evlenmeye karar verdiği zaman her şeyden önce kendisini ve mes’uliyetini
(sorumluluğunu) üzerine aldığı âilesini helâlinden yedirip içirecek bir geçim
kaynağına muhtaçtır. Çünkü yüce dinimiz, âilenin geçimini temin etmek külfetini
erkeğe yüklemiştir ve hiç şüphesiz bundan dolayı da mirasta onun hissesini
arttırmıştır. Bu itibarla erkek, bir geçim kaynağına sahipse evliliğe adım
atmalıdır. Yani kendi kendine geçinemeyen bir insanın başkalarını da mağdur
etmesi uygun olmaz. Bununla birlikte elindeki imkânları zayıf olduğu hâlde
dînini daha güzel yaşamak için evlenmeyi düşünen kimselere Allah yardım eder.
Çünkü Cenâb-ı Hak, kendi lütfunun genişliğini hatırlatarak evliliği teşvik
etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Aranızdaki
bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer
bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her
şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)
Bu âyet-i
kerimeden de anlaşıldığı üzere, toplum içerisinde evlenmeye gücü yetenler bir
an önce evlenmeli, kendi imkânlarıyla buna gücü yetmeyenler de
evlendirilmelidir. Bu, İslâm toplumunun vazifesidir. Büyük bir hayır kapısıdır.
Bu sayede toplumun ve fertlerin iffeti muhafaza edilmiş olur.
İffet ki,
insana verilmiş bir fazîlet vasfıdır. Diğer varlıklarda iffet düşünülemez.
Lâkin insan, bu insanî vasfını kaybederse diğer mahlûkâtın seviyesine düşmüş
olur.
Hiç
şüphesiz, Allah’ın her insana verdiği zekâ, güç, kâbiliyet, özellik ve
temâyüller farklı farklıdır. Bu sebeple değişik meşrepler ve meslekler meydana
gelmiştir. Toplum düzeninin devamı için gerekli olan her mesleğe ve bu
mesleklerin erbâbına ihtiyaç vardır. Bir toplumun bütünü içinde kasap da
olacaktır, çöpçü de, doktor ve hoca da… Öyleyse herkes imkânlarına göre bir
âile kurmaya gayret etmelidir. Bu âileyi kurarken de tarafların içtimâî
(sosyal) durumlarında bir denklik olmalıdır. Bu, sadece maddî imkânları değil,
aynı zamanda görgü, bilgi ve örf denkliğini ifade eder. Böyle olursa karşılıklı
istekler arasında yuvayı sarsacak aykırılıklar olmaz. Anlaşma daha kolay
gerçekleşir. Meselâ denklik olmadan evlenen bir erkek, hanımına ortak noktada
bir hayat yaşatamaz ve onun hüsranına sebep olabilir. Çok aşırı muhabbetler
sayesinde böyle muhtemel hüsranların engellenmesi mümkündür. Ancak bunlar, yok
denecek kadar istisnâdır. Dolayısıyla evliliklerin prensip olarak denk âileler
arasında olmasına dikkat etmek, her zaman daha faydalı ve isabetli olmuştur.
Bu demektir
ki, maddî imkânlardan daha da öteye mânevî duyguları, gâye ve istekleri
birbirine yakın olan insanların anlaşma ve kaynaşması daha kolaydır.
Diğer
taraftan âilelerin maddî durumları, erkeğin çalışma ve kazanma derecelerine
göre düzenlenir. Bir babadan, gücünün ve kazancının üstünde taleplerde
bulunmak, anne ve çocuklar için hak değildir. Baba, kazancının elverdiği
imkânlar içinde, “mesken, gıda ve elbise” ihtiyaçlarını karşılamakla
vazifelidir.
Mesken;
ister kira, ister mülkiyet şeklinde olsun, âile fertlerini rahatça
barındırabilecek genişlikte ve mümkün olduğu kadar iyi bir semt ve güzel
komşular arasından seçilmelidir. İmkân varken, kötü ve ahlâksız komşuların
bulunduğu, izbe, sağlığa elverişli olmayan yerlerde oturmayı tercih etmek, âile
fertlerine haksızlık olur. Bu hatâ, zamanla ahlâkın zaafa uğramasına ve âile
yuvasının yıkılmasına zemin hazırlar.
Kaynak: DÜNYADAKİ CENNET HUZURLU AİLE YUVASI - Osman Nuri Topbas
Gıdada ölçü
ise, dengeli bir çalışma sonucunda erkeğin elde ettiği kazanca göredir. Bu hususta ne tembellik etmeli, ne de aşırı bir yük altına girmelidir.
Erkeğin vazifesi, bu denge içerisinde gıda temin etmektir. Bu denge, harcamada
israfa sapmamak, fakat gereğinden de fazla kısmamak şeklinde kurulmalıdır.
Maalesef israf, günümüzde en büyük problemlerdendir. Bugün pek çok kimse israf
hususunda ihmalkârdır. Oysa erkek, zengin olsa dahî israftan korunmak
mecburiyetindedir. Aksi hâlde israfın ağır yükü altında perişan olur.
Ölmeyecek kadar yemek farz, ihtiyaç kadar yemek mübah (yani günah değil),
ama haddinden fazla yemek haramdır. Hak dostları, yemekteki israfı gönüllerin
takvâ derecelerine göre şöyle tasnif etmişlerdir:
“Şerîatte,
doyduktan sonra yemek israftır.
Tarîkatte,
doyuncaya kadar yemek israftır.
Hakîkatte
ise, Allah’ın huzurunda olduğundan gaflet ederek yemek israftır.”
Çoluk
çocuğun sevdiği yiyecek ve meyveler hususunda babaların hassas ve uyanık
olmaları gerekir. Ev içinde utandığından veya sıkıldığından dolayı bir şey
isteyemeyen çocukları, bilhassa kız çocuklarını gözetmelidir.
Misafirlere
ikrâmda, meşrû ölçüler içerisinde cömert davranılmalıdır. Bu hem ahlâkî bir
meziyet, hem de insanlık şerefi îcâbıdır.
Evin babası,
giyim hususunda kendisine, hanımına ve çocuklarına kışlık ve yazlık olmak üzere
en az iki elbise temin etmek mecburiyetindedir. Cuma günleri, bayram ve düğün
merâsimleri gibi sevinçli günlerde giyilmek üzere ayrı elbise yaptırmak da
meşrû ve mübahtır, yani günah değildir. İslâm dîni süslenmeyi de belli ölçüde
yasak etmemiştir. Ancak aşırı derecede gösterişli elbiseler giymek, bununla
böbürlenip gururlanmak, çalım satmak ve insanlara tepeden bakmak, dînen
yasaklanmıştır.
Kıyâfetler
içinde ipek elbiseler giymek ve altından yüzük, saat, köstek gibi ziynetler
takmak erkeklere haram kılınmıştır. Çünkü kadınlara mahsus kılınan ziynet
eşyalarının erkekler tarafından da kullanılması, ahlâkî bakımdan çeşitli
zaaflar meydana gelmesine sebep olur. Erkek çocuklarının giyimlerinde de bu
husus üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bilhassa câhilce yaklaşımlarla: “Hevesini
alsın!” diyerek kız çocuklarına dekolte elbiseler ve erkek çocuklarının
kıyâfetlerine benzer giysilerin giydirilmesi büyük bir hatâdır. Zamanla bu
giysiler, tiryakilik hâline gelir; istese de terk edemez ve nihayet çocukların
iç dünyaları zehirlenmiş olur. Dolayısıyla kız çocuklarına tesettür alışkanlığı
vaktinde kazandırılmalı ve bunun ehemmiyeti tamamen kavratılmalıdır. Aksi hâlde
yanlış yönelme ve uygulamalar, her zaman kadınlık şeref ve haysiyetini
zedeleyici olur. Bilmeli ve unutmamalı ki, tesettür; iffeti koruma vesîlesi
olması yanında kadın için bir zarâfet ve ihtişam vesîlesidir. Şuurlu ve
gerektiği şekilde tesettürlü olan hanımlar, her zaman çevreleri için bir vakar
ve kıymet ifadesi olurlar. Gönüllerde onlara karşı yalnızca saygı hissi uyanır.
Erkekler,
âilesinin terbiyesinde nelere dikkat etmelidir?
Kadın ve
çocukların, dînî, ahlâkî bakımdan olgunlaştırılması; onların dünya ve âhiret
saâdetlerine sebep olacak şekilde terbiye edilmeleri erkeğe ait mühim
vazifelerdendir. Nitekim bu vazîfe Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyân
buyurulmaktadır:
“Ey îman
edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyunuz…” (et-Tahrîm,
6)
Bu vazifenin
çerçevesi, herkesin bulunduğu mevkî ve imkânlar ölçüsünde, eş ve çocuklardan
başlayarak, evde bulunan hizmetçiler, komşu ve akrabalar, okul, hattâ kademe
kademe bütün memleketi içine almaktadır. Çünkü âileler, içinde bulunan dış
çevreyi oluşturduğu gibi etraftan da tesir alırlar.
Bir baba,
âile fertlerinin Kur’ân-ı Kerim eğitimine ehemmiyet vermeli, yavrularına ibadet
şevkini tattırmalıdır. Diğer taraftan dünya ve âhirete dâir yol-yordam, usûl ve
edepleri de öğretmesi zarûrîdir. Bu çerçevede evlâtlarını, okul çağına
geldiğinde yaz kurslarında, ardından da ilköğretimin bitişiyle birlikte
Kur’ân-ı Kerim kurslarında mutlaka okutmalıdırlar. Bilhassa kız çocukları için
bu daha da elzemdir. Unutmamalı ki, bir anne-babanın, çocuklarına
bırakabileceği en kıymetli miras, âhiret mirasıdır. Yavrularını hâfız yapan,
Kur’ân kültürüyle tezyin eden anne-babalara ne mutlu!.. Hadîs-i şerifte
buyurulur:
“Kim Kur’ân-ı
Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir tâç giydirilir.
Bu tâcın nûru, güneşin dünyâdaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha
güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm ile bizzat amel edenin nûru nasıl olur? Bir
düşünün!” (Ebû Dâvûd,
Vitr, 14)4
Bugün
yabancı bir lisân öğrenmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar
yapılıyor, hiçbir masraftan da kaçınılmıyor. Buna karşılık Kur’ân kurslarını
göz ardı etmek -hattâ küçümsemek- yavrularımızı o ilâhî kelâmdan ve onun rûhâniyetinden
mahrûm bırakmak, ne hazin bir durumdur. Hâlbuki en güzel muvaffakıyet; öldükten
sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı
bir nesil bırakmaktır.
Çocuklarımız,
Kur’ân’ın bereket ve feyiz dolu ikliminden, bilhassa peygamberlere ait
kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr yetişmelidir. Şu âhir
zamanda yavrularımızın rezalet çukurlarından ve dinsizlik âfetinden kendilerini
koruması için böylesi bir îman heyecanı ile takviye edilmeleri elzemdir. Bunun
için Kur’ân eğitimi yanında Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in
siyeri, yani mübârek ve örnek hayatı üzerinde de yoğunlaşılmalıdır. Çünkü O,
örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân’ın en canlı tefsîridir. Peygamber
Efendimiz’in hayatı ile bütünleşmek ve onun sünnetlerini hakkıyla tâlim
edebilmek için de, yaşayış ve ahlâk itibâriyle Allah Rasûlü’nün izinden
yürümeli, O’na benzemeye çalışmalıdır.
Babaların ve
annelerin vazifelerini aksatmaları ve evlâtlarına gerekli mânevî eğitimi
vermemeleri neticesinde göz nûru yavrularımız, kötülüğe teşne olan medyanın
çocuğu olarak maddeci bir zihniyetle büyümektedir. Onları âdeta televizyon
emzirmekte, saçlarını televizyon şekillendirmekte, duygu ve hayallerini
televizyon belirlemektedir. Böyle olunca anne-babaya, sadece onların
isteklerini yerine getirme uşaklığı düşmektedir. Hele televizyon, internet
vesâire imkânlarıyla kötü program ve ahlâk dışı çukurlara düşen çocuklarımızın
durumları, içler acısıdır. Yürekleri parçalayan bu hâllere râzı olmak, anne ve
babalar için hesabı verilemeyecek bir azap sinyalidir. En basitinden Müslüman
bir çocuk, ne esef vericidir ki, birçok yerli-yabancı sporcu ve artistlerin hayat
hikâyelerini dahî ezberleyip onları örnek alıyor, onlara benzemek için
çırpınıyor. Ancak hakîkat ve saâdet yolunun rehberleri olan peygamberlerin
isimlerini bile bilmiyor, onları tanımıyor, onların güzel ahlâkına yabancı
olarak büyüyor ve onlar hakkındaki Kur’ânî mesajlardan ibret alamıyor. Bu hazin
gerçeğin mânâsı, çocuklarımızı biz değil, yabancılar eğitiyor demektir. Yani
maddesini büyütme yükü anne-babalara, ruhlarını yönlendirme ise yabancılara ait
oluyor. Külfeti anne-babalar çekiyor, menfaati yabancılara kalıyor. Onlar bu
kültür ve eğitim galibiyetini ellerinde tuttukça bu hâl, yarın onlar tarafından
bize karşı başka galibiyetlere kadar gider, Allah korusun. Onun için
evlâtlarımızı çağın en amansız kültür savaşları ve eğitim kavgaları arasında eğitmede
tarih önündeki imtihanımızı yine başarıyla mühürlemeliyiz. Kendi şeref ve
haysiyetimize göre onları yetiştirmeliyiz. Ruh dünyasından giyim kuşama kadar
evlâtlarımız, kendi kök ve gövdeleri üzerine yeşermelidir.
İslâm,
insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir bâzı kâideler getirmiştir. Bunlardan
biri, kıyâfetin vücut hatlarını ortaya çıkaracak derecede dar veya şeffaf
olmamasıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin
kardeşi Esmâ’nın ince bir elbise giydiğini görünce, başını çevirmiş ve şöyle
buyurmuştur:
“Ey Esmâ!
Bülûğa erdikten sonra
kadınların,
-yüzüne ve eline işaret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru
olmaz.” (Ebû Dâvûd,
Libâs, 31)
Bu husus,
İslâm’ın kadınlık şeref ve haysiyetini rencide eden davranışları engellemek
için koyduğu temel kâidelerdendir. Kadınların yaratılış itibariyle sahip
oldukları bu fazîlet ve şerefe gölge düşürmemek de kadın-erkek iki tarafın
birlikte ve titizlikle riâyet edecekleri hususlardan birisidir.
Diğer
taraftan bülûğ çağına ulaşmadan önce, erkek ve kız çocuklarının odalarını
ayırmak da çocuklarımızın mânevî olgunlaşmaları ve şahsiyetlerinin oturması
için dikkat edilecek hususlardan birisidir.
Erkeklerin,
âilenin muhafazası konusunda ne gibi bir mes’uliyeti vardır?
Erkek,
âilesini her türlü kötülükten korumalıdır. Âilenin dînî değerlerini ve ahlâkî
güzelliklerini bozacak arkadaşlardan, ziyâret ve gezmelerden, televizyondaki
bozuk yayınlardan, seciyesiz ve seviyesiz kitap, gazete ve neşriyattan âile
fertlerini uzak tutmalıdır.
Hulâsa,
âileyi içerden ve dışardan korumak vazifesi, tamamıyla erkeğe verilmiştir.
Erkeklerin,
âilesini sevk ve idâre esnâsında dikkat edeceği diğer hususlar nelerdir?
Erkek, dînî
sınırlara dikkatli olmalı, mecbur kalmadıkça kadın ve erkeklerin birlikte çalıştığı
karma ortamlarda bulunmamaya gayret etmelidir. Kendi irâdesi dışında böyle
mekânlarda çalışmak mecburiyetinde kalırsa, gözüne ve hareketlerine dikkat
etmeli, dînimizin emrettiği edep ve hassâsiyetleri gözetmelidir. Eğer işveren
mevkiinde ise böyle karışık çalışma ortamına vesîle olmamalı, erkekler ve
kadınlar için gerekirse ayrı çalışma zaman ve mekânları düzenleyerek, hatâlara
düşülmesinin önüne geçmelidir. İşyerinde, bilhassa başbaşa bulunacağı kimseleri
hemcinsinden seçmeye gayret etmeli, çeşitli sebep ve bahânelerle hanım sekreter
vb. çalıştırmaktan kesinlikle uzak durmalıdır. Günümüzde maalesef bu hatâlı
davranışların, boşanmalara ve âilevî yıkıntılara yol açtığı acı bir gerçektir.
Akıllı ve
dirâyetli bir erkek, evine adım atarken aklını; ticarethâneye girerken de
hissiyâtını kapı eşiğinde bırakmasını bilir.
Âilesi ve
çocuklarıyla münâsebetlerinde onların dünyevî işler hususundaki hatâ ve
kusurlarını hoş görüp affetmeli, onlara merhamet ve hilm ile yaklaşmalıdır.
Hanımının bütün sır ve ayıplarını herkesten gizlemelidir.
Dînî
eksiklik ve ihmalkârlıklarında ise ciddiyetle yaklaşmalı, cehâlet veya
tembellik gibi olumsuzlukların üzerine kararlılıkla gitmelidir. Hanımının ve
çocuklarının dînî bilgi ve amel eksikliklerini tamamlamaya her hâlükârda
titizlik göstermelidir. Hem bizzat emek vermeli, hem de bu hususta
faydalanılması gereken olgun ve liyâkatli eğitimcilerden istifade ettirmelidir.
Bunlar da babaların vazîfeleri arasındadır.
Erkekler, ev
içerisinde âilesine karşı yumuşak ve güzel sözlerle gönüllerini almalı, abus ve
kaba bir çehre ile onları yanından uzaklaştırmamalıdır. Peygamber Efendimiz:
“Hayırlınız,
kadınlarına karşı hayırlı olanlarınızdır.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Radâ` 11. Ayrıca bkz. Ebû
Dâvûd, Sünnet, 15; İbni Mâce, Nikâh 50)
Hanımıyla geçim
ve ev idâresi mevzûunda istişâre etmeli ve gücünün üstündeki işleri ona havale
etmemelidir. Hanımına zaman zaman çocuk terbiyesinde yardımcı olmalıdır. Zira
hem çocuklar ve hem de ev işleri kadınları gece-gündüz fazlasıyla yormaktadır.
Onların bu ağır yükünde yardımcı olmak, aradaki muhabbet ve anlayışın artmasına
sebep olacaktır.
Hanımının
yüzüne karşı ve arkasından duâlar etmelidir.
Hanımından
habersiz uzak yolculuklara çıkmamalıdır. Yine eve, habersiz ve kim olduğunu
bilmediği yabancı misafirler getirmemelidir. Hanımından, meşrû ölçülerin
dışında nâmahremlerin karşısına çıkmasını ve onlara hizmet etmesini
istememelidir. Âilesini mümkün mertebe karışık ortamlardan uzak tutmalıdır.
Âilenin
bütün dert ve yükü ile sevk ve idâre mes’uliyeti üzerlerine yüklenen babalar,
bu vazifelerini hakkıyla yerine getirdiklerinde nelere kavuşacaklardır?
İslâm dîni,
âdeta âileyi, babaya emânet etmiş ve âilenin maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarını
karşılamak hususunda, ona, hem tam vazîfe ve hem de tam selâhiyet vermiştir. Bu
sebeple âilede reislik mevkii, babaya tahsis edilmiştir.
Baba,
âilenin saâdet semâsında bir güneş; anne, gönül parıltılarını, iffet tüllerini
kendisine gümüşlü bir hâle yapmış ay; çocuklar da o fazîlet göklerinin inci
gibi yıldızlarıdır.
Aklını,
gücünü, irade, bilgi ve tecrübesini, âilesinin terbiye, refâh ve kemâline
hasretmiş bir baba; elbette kendisine hürmet, itaat, sevgi ve saygıyı
fazlasıyla hak etmektedir. Ona karşı itaatsizlik, isyan, nankörlük ve kötü
sözler aslâ yakışık almaz.
Bu sebeple
Peygamber Efendimiz:
“Allah’ın
rızâsı, babanın hoşnutluğunda, gazab ve azâbı da babanın öfke ve kızgınlığında
gizlidir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Birr, 3)
Âilede hanım
ve çocukların, evin reisi mevkiindeki babaya itaat ve hürmetten aslâ yüz
çevirmemesi gerekmektedir. Zira babalardan mahrum kalınan gün, en hazin bir
mahrûmiyet akşamıdır. Onların âile için taşıdıkları ehemmiyet, yokluklarında
çok daha derinden hissedilir. Bu yüzden onlar sağ ve hayattayken kıymetini
bilmeli, duâsını almaya çalışarak meşrû emirlerine itaat edilmeli ve
kendilerine gerekli saygıda kusur edilmemelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.