Mâneviyat
yolunda ilerleyen bir mümin, çok değişik tecellîlerle karşılaşır. Zîrâ insan
kalbi okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bazen çok durgundur, bazen de
korkunç dalgalı bir fırtına hâlindedir. Bu sebeple okyanusu geçip sâhil-i
selâmete ulaşmak için geminin sağlamlığı kadar dirâyetli bir kaptana da ihtiyaç
vardır. Eğer kaptan fırtınalar esnâsında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun
derinliklerine gömüverir. Henüz yolun başındakilerde bu gibi tecellîler pek
görülmez. Ancak bu deryada açıldıkça Rahmânî mi şeytânî mi olduğu bilinemeyen
zuhûratlar, ferdden ferde değişen bâzı mânevî cilveler, inkıbâz, inbisât30
vs. tâbir olunan birtakım hâller kendini göstermeye başlar. İşte bunların
tesbîti ve tedbîri için dirâyetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç
vardır.
Her mümin bu
istikâmete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır. Ümmete en büyük
numûne şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî
hayâtını da titizlikle ve tâkat nisbetinde tatbîk etmeye çalışmalıdır. Rasûl-i
Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hakk’a teslîmiyetini, belâ ve
sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nîmetler, derya gibi önünde
akarken sergilediği istiğnâ, tevâzû ve mahviyeti, imkân nisbetinde hayata
geçirmelidir. Bu sebeple kalbî inkişâf yolundaki engelleri aşabilmek için,
peygamber vârisi olan âlimlerin, âriflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine
tevâzû ve edeble mürâcaat edip, tavsiyelerini cân u gönülden tatbîke gayret
etmelidir. Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nîmet
bilmelidir. Çünkü nûrunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir
delîl ise, nûr-i Muhammedî ile nûrlanmış velîler de Hazret-i Peygamber’in birer
şâhidi ve vârisidir.
Tasavvuf,
kişide fıtraten -az veya çok- var olan mânevî istîdâdı inkişâf ettirmektir. Her
gönül -tâbir câizse- altında petrol bulunan bir arâzî gibidir. Fakat sondaj
vurulmadığı için o petrol, kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı
bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği mânevî bir
istîdâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir.
Bu istîdâdın
inkişâfı için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i
kâmildir. Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için tâ mâdenin bulunduğu
mıntıkaya kadar o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya
çarpıp parçalanmaması için de sağlam olması îcâb eder. Bu demektir ki mânevî
rehberliğine teslîm olunacak mürşidin muktedir ve dirâyetli olması da son
derece mühimdir. Bunun da belli bâzı kıstasları vardır. Yeri gelmişken bu mühim
meseleye bir nebze temâs etmek isteriz:
Gerçek bir
mürşid-i kâmili, sâhib olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür:
Birinci vasıf:
Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri
Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir. Mürşid-i
kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir. Tıpkı karlı
arâzîdeki bir şahsın, adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir
hassâsiyetle basarak yürümesi gibidir. Bunun için mürşid-i kâmile “veresetü’l-enbiyâ”,
yâni peygamber vârisi denir. Tabiî ki, böyle bir bağlılığın muhtevâsında
nefsânî bir hayat yaşanamaz.
İkinci vasıf:
Söz ve hâlleriyle Allâh’ı hatırlatmasıdır. Allâh’ın velî kulları esmâ-yı
ilâhiyye tecellîlerine kâmilen mazhar olup, cemâlî sıfatları ahlâka inkılâb
ettirdiklerinden etrafındakilere dâimâ Allâh’ı hatırlatırlar. Nitekim ashâb-ı
kirâm:
“– Allâh’ın velî kulları kimlerdir?” diye sorduklarında, Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
(Allâh’ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında
Allâh Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid,
X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) buyurmuştur.
İşte Allâh dostu bir mürşid-i kâmilin sîmâsının da muhâtabının gönlüne
huzur vermesi, onu mânevî bir âleme taşıması, Allâh’ı ve âhireti hatırlatması
îcâb eder. Çünkü onlar, Allâh ve Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır.
Cenâb-ı Hakk’ın en mâruf isimlerinden ikisi “Rahmân” ve “Rahîm”dir.
Allâh’ın velî kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, “Settâru’l-uyûb”
dur. Bir velî de ayıp araştırmayıp bilâkis örter. Cenâb-ı Hak, Kerîm’dir;
evliyâullâh da cömerttir ve ikrâm etmekten haz duyar. Cenâb-ı Hak Gafûrdur;
velîler de hatâ ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halîm’dir; evliyâullâh da
hilm sâhibidirler.
Kâmil mürşidler, Allâh’ın dostudurlar. Bu sebeple onlar, diğer insanlardan
pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalbleri Allâh’a yakındır. İbâdetlerinde
ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer
insanların duâlarından daha makbûldür. Vücûdları zâkir hâle gelip sadırları da
berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.
Samîmî bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın mânevî sıkletinden müteessir olur.
Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun rûhuna huzûr bahşeder. Lâkin bir
mümin için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le berâberlik, hayâl
ötesi bir güzelliktir. O peygamberler sultanının mânevî heybetine muhâtab
olmanın şerefi karşısında bir müminin alacağı mânevî hazzı târif etmek mümkün
değildir. İşte mürşid-i kâmiller de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve
nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Allâh Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den gelen mânevî bir heybet ve feyiz taşırlar.
Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın
rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi
lâzımdır.
Üçüncü vasıf:
Mânevî tâyindir. Bir zâtı mürşid tâyin etmek üzere bir zümrenin toplanması
yeterli olmaz. Bu vazîfe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
kadar uzanan sahih bir silsileden icâzetli bir mürşid-i kâmilin tensib ve
tâyini ile olur. Böyle bir tâyin olmadığı zaman silsile orada kesilir. Bu
sebeple bâzı mürşid-i kâmiller, salâhiyetli birini bulamadıkları zaman
kendilerine halef olarak, yollarını devâm ettirecek birini bırakamazlar. Bâzen
bir tane, bâzen de -Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri gibi- bir zuhûrât ile çok sayıda
mürşid bırakırlar. Bunun hikmeti, Cenâb-ı Hakk’a âit bir keyfiyettir.
Hülâsa, kalbin olgunlaşması ve mânevî hakîkatleri alıcı hâle gelmesi, bâzı
temrinlerle mümkündür. Bunun için mânevî kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbîk
etmek îcâb eder. Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Hak
dostlarının rehberliğine ihtiyaç vardır. Her sâlik, mânevî inkişâf için
kendisine rehber olacak bir mürşid aramalı, ancak terbiyesi altına gireceği
mürşidde de bâzı vasıfların mevcûd olup olmadığına dikkat etmelidir.
5
Mühim birkaç îkâz:
Buraya kadar anlattığımız husûsiyetleri ile mürşid-i kâmiller, müstesnâ
birer Hak dostu ve seçkin kullar olarak tebârüz ettiklerinden elbette ki,
onlara karşı edeb ve hürmette kusur etmemek ve kendilerinden mânen istifâde
etmek îcâb eder. Ancak bu edeb, hürmet ve istifâdeyi, olması gereken sınırların
dışına taşırarak ifrat ve tefritlerin arasında boğulmamalıdır. Zîrâ bütün peygamberler de, sâlih
zâtlar da, öncelikle hepsi birer kuldur. Cenâb-ı Hak, kendilerine ilim, hikmet,
mârifet deryâlarından neleri nasîb etmişse, ancak onlara nâil olmuşlardır.
Zaman gelir, gözlerine ve gönüllerine iki cihânın sırları açılır, zaman gelir
bir adım ötesini göremeyebilirler. Şeyh Sâdi Gülistan’ında rivâyet eder
ki, bir kişi Hazret-i Yâkub’a:
“– Ey kalbi
münevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun
da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken onu görmedin?” diye sordu.
Yâkub
-aleyhisselâm- da cevâben şöyle buyurdu:
“– Bizim bu
hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı
gerçekler, bize bazan ayân olur, bazan kapanır!”
Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, birgün kendisine o an için
bilmediği bazı suâller soran bir kimseye vahyin kesin olarak geleceğine
istinâden, «inşâallâh» lafzını söylemeden:
“– Yarın
gel, cevabını vereyim!” buyurmuştu.
Ancak ertesi
gün ilâhî vahiy gelmedi ve bu hâl onbeş gün devam etti. Böylece âlemlerin
kendisi hürmetine yaratıldığı o Varlık Nûru dahî âciz kaldı. Nihâyet ilâhî
vahiy ancak:
“(Rasûlüm!) Allâh’ın dilemesi
olmadan (inşâallâh demeden) hiçbir şey için «Bunu yarın muhakkak yapacağım.»
deme!” (el-Kehf, 23-24) îkâzıyla birlikte gelmeye başladı.
Bu ölçü,
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında bile tahakkuk
ettikten sonra, onun muhtevâsının, bütün kullara ne derecede şâmil olduğunu iyi
anlamak lâzımdır. Bu bakımdan, meselâ Allâh’ın sevgili bir kulu, duâ ettiğinde
mutlaka kabul olacak veya bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifâ bulacak
denilemez. Zîrâ bu hususlar, her iki tarafın ihlâsı yanında, bir de Cenâb-ı
Hakk’ın murâdına muvafık düşmelidir ki, maksad hâsıl olsun. Ayrıca yapılan duâ
ve ilticâların hepsinin kabulünün, hemen bu dünyâda değil, daha sonra, yâni
âhirette de tecellî edebileceğini ve bunların da Hakk’ın irâdesine bağlı
keyfiyetler olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.
Başka bir
önemli husus da, hem peygamberlerin hem de evliyâullâhın farklı farklı meşreb
ve tasarruflara sahip olmasıdır ki, birinde öne çıkan üstün bir vasıf,
diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir. Onun için hepsinden aynı meşreb ve
tasarrufları beklemek doğru olmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de de bildirildiği gibi Musâ
-aleyhisselâm-’a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır’da yoktur; Hızır
-aleyhisselâm-’a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Mûsâ’da yoktur. Aynı
şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlânâ olamayacağı gibi, Hazret-i
Mevlânâ da bir Hazret-i Geylânî olamaz. Zîrâ her iki tarafa verilenler ve
kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır. Ama elbette ki, hepsinde asıl
gâye, kulluk ve mârifettir. Çünkü Rabb’e giden yollar, mahlûkâtın nefesleri
sayısınca çoktur.
Diğer bir
mühim husus ise, peygamberlerin dışında hiçbir kulun ilâhî teminat altında
olmadığı hakîkatidir. Yâni bir kul zirvelerin zirvesine de çıksa, her an ayak
kayması tehlikesi ile karşı karşıyadır. Nitekim bir zamanlar sâlih bir kimse
olan Bel‘am bin Baura, daha sonra nefsine uyarak ebedî hüsrâna uğramıştır. Bu
hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir:
“Onlara,
şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak
azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün
kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun hâli, üstüne varsan
da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.” (el-A’râf, 175-176)
Kasas
Sûresi’nde bildirilen Kârun’un misâli de böyledir. O da pek müstesnâ sâlih bir
kul iken, sefil bir gâfil ve rezil bir âsî olarak ebedî saâdetini perîşân
etmiştir. Cenâb-ı Hak, onu, dayanıp güvendiği ve sırtını yaslayarak
böbürlendiği servetiyle beraber yerin dibine geçirmiştir. Dolayısıyla hangi
mânevî makam, mertebe ve üstünlük olursa olsun, her hâlükârda kulların içindeki
nefisler dâimâ pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz gönülleri hüsrâna
uğratabilmektedir. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
bile:
“Allâh’ım!
Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla
başbaşa bırakma! Her hâlimi ıslâh eyle! Şüphesiz senden başka ilâh yoktur…” (Ebû Dâvud, Edeb, 100-101) şeklinde
Hakk’a ilticâda bulunmuştur.
Hak dostları
da, dâimâ bu hadîs-i şerîfin muhtevâsı içinde yaşarlar ve hiçbir zaman «bizim
işimiz tamam oldu» şeklinde bir vehme kapılmazlar. Zîrâ seyr u sülûklerini
bitirseler de bu vehme kapılanlar, hep yarı yolda kalmışlardır. Ancak «daha
olamadım» diyerek kendi noksanlarını görenler, acziyet içinde ve ilticâ hâlinde
olarak hiç durmadan yol almışlardır. Öyle ki, peygamberlerin sertâcı olan
Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahî, o kâbına varılmaz
kulluk tezâhürlerine rağmen, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmayı
hiçbir zaman terketmemiş ve O’nun bu hâlinin sebebini soran Hazret-i Âişe’ye:
“– Yâ Âişe,
şükreden bir kul olmayayım mı?” (Müslim, Münâfikûn, 79) buyurmuştur.
Yine O
Fahr-i Kâinât, ezvâc-ı tâhirâtın rivâyetine göre:
“Rabbine hamdederek onu tesbîh et; ondan
mağfiret dile! Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 3) âyetinden sonra her an bir öncekinden daha fazla hamd ve senâ
ile meşgul olmuştur.
O hâlde Hak yolunda kim hangi dereceye varırsa varsın, hiçbir zaman kulluk
mes’ûliyetinden kurtulamaz ve amellerinde hiçbir şekilde eksiltme ve muâfiyet
ihdâs edemez. Yâni farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helâller, mübahlar,
müstehaplar ve diğer bütün ilâhî düstur ve mükellefiyetler, kulluk yolundaki
herkesin omuzlarına konmuş olup ölüm vaktine kadar da alınmayacaktır. Onun için
gerçek mürşid-i kâmiller, bütün bir ömrünü:
“Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve
ölünceye kadar Rabbine kulluk et.” (el-Hicr, 98-9) emrine tâbî olarak
yaşayabilme gayreti içinde olurlar.
Böyle mânevî
rehberler, halka karşı yaptıkları hizmetten dolayı en küçük bir talepte
bulunmazlar. Hattâ Rablerine kullukları için bile bir karşılık beklemezler.
Çünkü bilirler ki karşılık bekleyerek amel-i sâlih işleyenler, yaptıklarının
değer ve derecelerini düşürürler. Bu itibarla Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma,
kendileri oruçlu oldukları hâlde, iftarlıklarını bir akşam kapılarına gelen bir
miskine, diğer akşam bir yetime, üçüncü akşam da bir esire vererek üç gün suyla
iftar etmişler, ayrıca o kimselerin teşekkürlerine de:
“– Biz,
sizden teşekkür bekleyerek böyle davranmadık. Yegâne maksad ve niyetimiz,
Rabbimizin rızâsıdır…” şeklinde mukabele etmişlerdir.
Hâsılı
gerçek mürşid-i kâmiller, örnek bir şahsiyet sergilemek sûretiyle
peygamberlerin terbiye ve tezkiye vazîfelerini devam ettiren rûh dünyâsının
zirveleridir. Aynı zamanda bu Hak dostları, Allâh’a ve onun ulvî sıfatlarına
ârif olarak îmânlarında ihsân derecesine ulaşmış kimselerdir. Böylece
kendilerine Hak katında ilm-i ledün, hikmet, mârifet vesâir nîmetler
bahşedilmiştir. Lâkin hiçbiri bir sahâbe derecesinde değildir. Elbette sahâbe
de peygamberlerin merbetesinde, peygamberler de Hazret-i Peygamber’in makâmında
değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelince, o da, Hak
Teâlâ’nın sadece kulu ve Rasûlüdür.
Bu hakîkate
binâen insanlara aşırı değer vermekten sakınmalı ve hepsine ancak bulundukları
hâle göre muâmele etmelidir. Yâni Veysel Karânî ve hattâ İslâm hukukunu tedvîn
eden İmâm-ı Âzam bile hiçbir zaman bir sahâbe derecesinde olamaz. Zaman zaman
bazı gâfillerin, üstad belledikleri şahısları sahâbeden, hattâ Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den üstün tutarcasına bir saygı, ihtirâm ve
-gûyâ- bağlılık sergilemeleri ise, hatâdan öte bir dalâlettir. Bu dalâlet,
Cenâb-ı Hakk’ın taksimâtını tersine bir mübâlağa içinde hakîkatten uzaklaştıran
garip bir ifrattır. Bunun içindir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
böylesi hâllere düşülmesi endişesiyle, gâfilâne medh ü senâlardan menetmiş ve
övülecek hususlar şâyet nefsâniyete sebebiyet verecekse, medheden kişiyi
kastederek:
“Onun yüzüne
toprak serpin!” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, VI, 5) buyurmuştur.
Çünkü nefsi
tahrik edecek iltifatlar, kalbin felâketine atılan imzâlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.