Evliyâullâh’ı
sevmeyen gâfil bir kimse vardı. Birgün bir Hakk dostunun dergâhının yanından
geçerken başını merakla dergâhtan içeri sokup baktı. İçeride sohbet meclisi
kurulmuş, ilâhî feyz yağmurları birer inci hâlinde oradakilere ikrâm
ediliyordu. Bundan habersiz gâfil, dudak büküp yoluna devâm etti.
O günün
gecesinde dehşetli bir rüya gördü. Mahşer meydanındaydı. Zebânîler onu almış
cehenneme götürüyorlardı. Bu arada gündüz görüp baktığı dergâhın şeyhi göründü
ve zebânîlere:
“–Onu
bırakın, onun başı dün bizim sohbet meclisimize dâhil oldu!” dedi.
Zebânîler
de:
“–Hayır! Bu
gâfil bir kimsedir ve cehennemliklerdendir.” dediler.
Onlar böyle
konuşurlarken uyanan adamcağız, sabahleyin derhâl o zâtın meclisine koştu ve
gönlü uyanmış bir vaziyette ârifler kervanına katıldı.
Enes
-radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfe göre, Allâh Teâlâ’nın
bir takım gezici melekleri vardır. Bunlar dâimâ zikir ve sohbet meclislerini
ararlar. Bulduklarında meclisin etrâfında halka olarak:
“–Yâ Rab! Bu
kulların senin kitâbını okuyorlar, Hazret-i Peygamber’e salât ü selâm
getiriyorlar ve Sen’den dünya ve âhiret hâcetlerini taleb ediyorlar.” derler.
Cenâb-ı
Hakk:
“–Şâhid
olunuz, onları afvettim.”buyurur.
Melekler:
“–Yâ Rab!
İçlerinde oraya yanlışlıkla gelmiş olan falan ve filan da vardı!..” deyince
Allâh Teâlâ:
“–Onlar (o
sâlih ve sâdık kullar)öyle bir topluluktur ki, onlarla berâber bulunanlar şakî
sayılmazlar…” (Tergîb, II. 402)
Buradaki
müjdeler, sâlih ve sâdıklarla berâber olmak husûsunda derûnî bir teşviktir.
Zîrâ kalbin mâsivâdan muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayır telkînlerine muhâtap
kılınması için, rûhâniyetlerinden feyz alınabilecek gönül ehli, sâlih ve
sâdıklarla ünsiyet zarûrîdir. Çünkü her uzuvda bir irâde bulunmasına rağmen
yalnız kalbde irâde yoktur ve kalb, çevresinden gelen telkînlerin kendisini
yönelttiği istikâmete tâbî olmak temâyülündedir.
Kalb, içinde
bulunduğu vasatın rengine, şekline ve âhengine bürünür. Ancak, bu hâl kalbde
belli tesirlerin kök salıp yerleşmesindeki başlangıç hâlidir. Sonradan oluşan
müsbet veyâ menfî tesirler, evvelkilere benzerlik veyâ zıdlık sebebiyle müsbet
de olabilirler, menfî de. Lâkin kalb, başlangıçta iyi tesirlerle yoğrulup belli
bir kıvâma getirilmedikçe büyük bir tehlikeye mâruzdur. Zîrâ bütün tesirler
karşısında kalbde mevcûd olan muhabbet, onun tesiri altında kalıcı; nefret ise
bu tesirleri reddedici bir rol oynar. İşte bu sebepledir ki insanın mânen
yükselip alçalmasında, muhabbet ve husûmetin yerinde kullanılması pek mühim bir
müessirdir.
Gerçekten
muhabbeti lâyıkına, husûmeti de müstehakkına yöneltebilmek, sahibini âbâd
ederken, aksine muhabbeti lâyık olmayanına, husûmeti de müstehak olmayana
yöneltmek, bunu yapanı bu yönelişlerdeki şiddet nisbetinde bedbaht kılar.
Bu hakîkat
göz önünde tutulduğunda, mânevî terakkî için Allâh’ın sâlih kullarıyla berâber
olup onların tesir dâiresi içinde yaşamanın lüzûm ve ehemmiyeti net bir şekilde
ortaya çıkar. Ancak bu takdîrde de istifâde, muhâtaba duyulan muhabbet
nisbetinde gerçekleşir. Yoksa kuru kuruya bir berâberlik -az çok bir fâide
sağlasa da- istenen netîceyi hâsıl etmez.
Ayrıca
“sahâbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten geliyor olması da câlib-i
dikkattir. Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e
duydukları muhabbet, hürmet ve edeb hissiyâtı içinde mânevî sohbet ve
terbiyeden murâd edilen istifâdenin en müşahhas ve mükemmel bir nümûnesi
oldular. Ancak nâil oldukları bu istifâdenin âdetâ şartını ifâde eder mâhiyette
de Rasûlullâh’ın sohbetinde büründükleri huzur ve edeb hâlini:
“–Sanki
başımızın üzerinde bir kuş var. Kıpırdasak uçacak zannederdik.” şeklinde ifâde
ederlerdi.
Ashâb-ı
Kirâmın, mâzileri itibâriyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allâh
Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in sohbet meclisindeki mânevî iklimin
rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede vaktiyle üstüne toprak
basılmış eşsiz fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ buldu. Sadırdan sadıra
in’ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle yıldız şahsiyetler inkişâf
etti. Câhiliyye devrinin merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri diri
gömecek kadar katı, hak ve hukûk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı silüet
içinde fakat bu defâ gözü gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas bir
insan hüviyeti teşekkül etti.
O insanlar
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şahsiyetini ve yüce ahlâkını
gittikleri her yere taşıdılar. Kıyâmete kadar menkıbeleri devâm edecek
fazîletler sergilediler. Onlar hakkında âyet-i kerîmede Yüce Rabb’imiz de şöyle
buyurur:
“(İslâm dinine girme husûsunda) öne
geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte
Allâh onlardan razı olmuştur, onlar da Allâh’tan razı olmuşlardır. Allâh
onlara, içinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan cennetler
hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
İbâdet vecdi
içinde geçen bütün sohbetler, Allâh Rasûlü’nün sohbetlerinden bir akistir. Zîrâ
mânevî istifâdenin merkezi O’dur. Rûhî heyecânlarla dolu sohbetler de hep o
merkezden teselsülen naklolan parıltılardır. Sâdık ve sâlihlerin böyle
meclislerini ganîmet bilmelidir. Zîrâ bu meclisler öyle bir cennettir ki;
içinde ilâhî aşk ile çağlayan gözler ve gönüller vardır. Bunlara istinâden şâir
Nûri Baş, bir niyâz hâlinde ne güzel söyler:
Sohbetlerin
her demi, bütün yârânla geçsin,
Rindâneler
dergâha gelip feyizler içsin!..
……………
Gam bahçemiz
şâd olsun o dem meclis-i nûrda,
İlâhî aşk
uyansın, tende, rûhta, şuûrda,
Îmânlar
tâzelensin, tevhîdlerle huzûrda,
Âşıklara
cennetten güllü dallar verilsin!..
Kalbî
hayâtın muhâfazası için sâlih ve sâdıklarla berâber olmak kadar, gâfil ve
fâsıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmak da çok önemlidir. Zîrâ teaffün etmiş
(kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgar, onların mülevves
kokularını alarak etrâfa yayar, nefesleri tıkar ve rûhları daraltır. Yûnus
Hazretleri, bu gerçeği şöyle misâllendirir:
Karga ile
bülbülü bir kafese koysalar,
Her biri
sohbetinden dâim melûl değil mi?
Öyle kim
karga diler bülbülden ayrılmayı
Bülbülün
maksûdu da billâhi ol değil mi?
Şeyh
Ubeydullâh Ahrâr -kuddise sirruh-, bu hususta yârânına şöyle nasîhat eder:
“–Ağyâr ve
bîgânelerle sohbet etmek, kalbe fütûr, rûha dağınıklık ve gönle perişanlık
verir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî, bir gün içinde böyle bir perişanlık duydu.
Bir türlü kendisini toplayamadı; meclisindekilere:
“–Hele bir
bakın meclisimizde yabancı biri var mı?” dedi.
Araştırdılar
kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrâr etti:
“–Hele iyi
araştırın. Asâların olduğu yere de bakın. Eğer öyle olmasaydı, içimde bu
perişanlık olmazdı.” dedi.
Tekrar
araştırdılar ve bir gâfilin asâsını buldular. O asâyı dışarı attılar; Bayezid-i
Bistâmî’nin gönül huzûru da yerine geldi.
Yine bir gün
Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, huzûruna gelen yakınlarından birine:
“–Senden
yabancılık kokusu geliyor.” dedi ve ilâve etti:
“–Gâlibâ
sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin.”
O kimse
hayretle:
“–Evet
öyle.” dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi.
Bunun farklı
bir misâli de Yûsuf -aleyhisselâm- ile babası Yâkûb -aleyhisselâm- arasında
vâkî olmuştur. Hazret-i Yâkûb, oğlu Yûsuf’ta kendi husûsiyetlerini görünce, ona
diğer çocuklarından daha fazla meyletti. Bu muhabbette öyle aynîleşme oldu ki,
daha sonra Yûsuf’un gömleği Mısır’dan kendisine getirilirken o Ken’an ilinde
olduğu hâlde gömleğin kokusunu almaya başladı. Halbuki ondan başka hiç kimse o
kokudaki sırrı hissetmemekteydi.
Mânevî
hâllerin eşyâya bile sirâyet etmesi karşısında, eşyâdan daha hassas olduğunda
şüphe bulunmayan insan kalbini, ne denli titizlikle muhâfaza etmek gerektiği
ortadadır.
Yine
büyükler bu hususta derler ki:
“Halkın amel
ve ahlâkından cansız varlıklar bile in’ikâs alır. Bu itibarla türlü
çirkinliklerin irtikâb edildiği bir yerdeki ibâdetle, amel-i sâlih ve hayırlara
mekân olmuş bir yerdeki ibâdet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun
içindir ki, Kâbe hareminde kılınan bir namaz, sâir yerlerde kılınanlardan
misillerce üstündür.”
Bu hâlin
zıddı olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz, Arafat’la
Müzdelife arasındaki Vâdi-i Muhassır mevkiinden hızlı olarak geçmişlerdir. Bu
tavır karşısında ashâb merâkla:
“–Yâ
Rasûlallâh! Ne hâl oldu ki burada süratlendiniz?” diye sorunca Hazret-i
Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Cenâb-ı Hak,
bu mekânda zâlim Ebrehe ordusunu kahretti.” buyurmuşlardır.
Yine binbir
meşakkat dolu Tebük Seferi’nden dönüşte ashâb-ı kirâm, gölgelenmek ve su temin
edebilmek için Semûd Kavmi’nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girdiler.
Bunun üzerine -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bu mekânda
Cenâb-ı Hak Semûd Kavmi’ni helâk etti. O kahırdan bir hisse gelmemesi için
buralardan su almayınız.” buyurdu.
Ashâb:
“–Yâ
Rasûlallâh! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık.” deyince
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
“–Suları boşaltın ve hamurları
develere yedirin!” emrini vermiştir. (Buhârî, Enbiyâ, 17)
Bu ve
benzeri hâdiseler, hâllerin cemâdâta (cansız varlıklara) dahî sirâyet ve
in’ikâsını gösteren tipik birer misâldir.
Gönül erleri
olan sâlih ve ârifler de, kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini
sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki esrârın nûru cemaate akseder. Meydana
gelen in’ikâs ve insibâğ (boyanma) netîcesinde gönüller kâbiliyyet ve istîdâda
göre, feyz ve hakîkat nûru ile dolar. Tıpkı; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerle
bezenmiş bir bahçe üzerinden esen sabah melteminin, gittiği yerlere, gönüllere
bahar ferahlığı veren latîf râyihalar götürmesi gibi. Kalbî meziyetlerin
inkişâfı ve irtifâ kazanması için sâlih ve sâdıkların güzel hâllerinden feyz
(mânevî enerji) almaya gayret etmelidir.
Bu hususta
Cenâb-ı Hakk âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ
وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
“Ey îmân
edenler! Allâh’tan ittikâ edin ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 119)
Hâllerdeki
sirâyet, yukarıda temâs edilmiş olduğu üzere muhabbet ve ünsiyet nisbetinde
gerçekleşir. Kâmil bir mü’min olabilmek için sâdık ve sâlihlerle beraber olmak,
yâni onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak, bu temâyülün kuvvetlenip
arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için şarttır.
Bâyezîd-i
Bistâmî’ye mürâcaat eden bir derviş:
“–Beni
Allâh’a yaklaştıracak bir amel tavsıye et.” deyince Bâyezîd -kuddise sirruh-,
ona şu nasîhatte bulunmuştur:
“–Allâh’ın
velî kullarını sev! Sev ki, onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye
çalış! Çünkü Allâh, o âriflerin kalblerine her gün 360 defâ nazar eder.
Onlardan birinin kalbinde senin adını görürse, seni bağışlar!..”
İşte bu
sebeple tasavvufî terbiyede sâlikin mensûb olduğu yere ve sâdıklara âit
muhabbetini tâze ve zinde tutabilmesi maksadıyla “râbıta”, dâimî bir
temrin hâlinde kâideleştirilmiştir.
Düşünmelidir
ki, günah ve mâsıyet yolundaki bir insan, bu kalbî bağlılığın güzel
tesirleriyle, belki telâfîsi mümkün olmayan pek çok mânevî kayıptan
kurtulabilir. Yine bunun yanında kalbî râbıtanın bereketiyle hayır yolunda nice
mânevî kazançlara nâil olabilir.
Râbıta,
muhabbetin şiddetiyle, kalbî duyuş ve hissedişte yüksek bir mânevî hat meydana
getirir. Bu hattın iki ucundaki şahsiyetlerde “aynîleşme” istikâmetinde
bir rûhî alışveriş başlar.
Ünsiyetle
takviye edilen muhabbet, sonunda o hâle gelir ki, seven, sevdiğinin varlığında
âdetâ yok olur. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- ancak aşk netîcesinde
gerçekleşen bu hâli şu sözleriyle ifâde eder:
“Denize
kavuşan bir nehirde nehirlik biter, o, girdiği denizin bir parçası olur.
Yediğimiz bir ekmek bünyemiz içinde erir ve vücûdumuzun bir parçası hâline
gelir. Seven bir kimsenin varlığı da, duyduğu muhabbetin şiddeti kadar sevdiğinde
kaybolur.”
Hazret-i
Mevlânâ devamla, bu aynîleşme ve ifnâ hâlindeki hâlet-i rûhiyeyi de şöyle beyân
eder:
“Aşk geldi,
kan gibi damarlarıma, derime doldu. Beni benden aldı, varlığımı sevgiliyle
doldurdu. Vücûdumun bütün cüzlerini dost kapladı. Benden bana kalan ancak bir
isim. Ötesi hep O…”
Tasavvufta,
“fenâfillâh” ve “bekâbillâh” denilen keyfiyet budur. Ancak, muhabbetullâh
istikâmetinde bu derecede ilerleyebilmek için, kalbin ona tahammül edecek bir
liyâkat ve kifâyet kazanması lâzımdır. Bu ise, muhabbetli beşerî temrinlerle
elde edilebilir.
Hazret-i Ebû
Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimizle
her yeni buluşma ve sohbetinde ayrı bir vecd ve istiğrâk hâli yaşardı.
Huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha
da ziyâdeleşirdi. Nitekim birgün, bütün servetini Allâh Rasûlü -sallâllâhü
aleyhi ve sellem-’in huzûruna getirip cân u gönülden infâk ettiğinde, muhabbet
ve iltifât dolu sözlerle medh-i peygamberîye nâil oldu. Halbuki Hazret-i Sıddîk,
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in aşkıyla “ben”liğinden geçip artık
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in varlığında vücûd bulduğu için,
iltifâten dahî bir “muhâtap” kabul edilmenin zımnında bulunan başkalarından
biri olarak görüldüğü hissi, ona hayli ağır geldi. Bu his ile rûhunun
derinliklerinde firkat ateşlerine benzeyen yakıcı bir ızdırap duydu. “Başkası”
olarak telâkkî edilme endişesi içerisinde:
“–Yâ
Rasûlâllah! Malım, canım ve her şeyim, «Siz»’den ayrı bir şey midir ki?”
dedi.
Hazret-i Mevlânâ’nın gönül dilinde:
“Altın ne oluyor, can ne oluyor… İnci mercan da
nedir, bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye fedâ edilmedikten sonra?!” kelimeleriyle ifâde edilen hakîkat, sanki onun bu hâlini resmediyordu.
Yine birgün gönüller sultânı Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve
sellem-’in rahatsızlandığını duyan Hazret-i Sıddîk, üzüntüden kendisi de yatağa
düşmüştü.
Bu aynîleşme sebebiyledir ki Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de:
“–Ebû Bekir
bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve âhırette kardeşimdir.” (Tirmizî, Menâkıb, 20) buyurarak
mânâ âlemindeki berâberliği ve kalbden kalbe gerçekleşen hâl akışını ifâde
etmişlerdir.
İmâm Buhârî,
bu hususta şöyle der:
“Ebû Bekir
Sıddîk Hazretleri, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in rûhâniyeti
cihetiyle yıkanma ve temizlenme yerlerinde bile Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi
ve sellem-’in mübârek sûretleriyle mânevî tecessümünden ayrılamadığını
kendilerine arz etti.”
Hazret-i Ebû
Bekr’in bu hâli karşısında Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de
ölüm döşeğinde iken:
“Bütün
kapılar kapansın; yalnız Ebû Bekr’inki kalsın!” (Cemu’l-Fevâid, V. 8609)
iltifâtıyla, karşılıklı kalbî akımı ne güzel ifâde buyurmuşlardır.
Şeyh Sâdî-i
Şîrâzî de, hâllerdeki sirâyet husûsiyetini şöyle ifâde eder:
“Ashâb-ı
Kehf’in köpeği sâdıklarla berâber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Öyle ki,
Kur’ân-ı Kerîm’e ve târihe geçti. Lût Peygamber’in karısı ise fâsıklarla
berâber olduğu için küfre dûçâr oldu.”
Yine Şeyh
Sâdî, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet netîcesinde meydana gelen “aynîleşme”yi
“Gülistan” adlı eserinde temsîlî bir şekilde şöyle hikâye eder:
“Bir kişi
hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel
kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile
sorar:
“–A mübârek!
Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, anber misin?”
Kil ona
cevâben şöyle der:
“–Ben misk
de amber de değilim. Alelâde bir toprağım. Lâkin, bir gül fidanının altında
bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte
hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âiddir.”
İşte bu
misâldeki mânânın da işâret ettiği üzere, samîmiyet, teslîmiyet ve tevâzû ile,
gönüllerini Hak dostlarının önüne serenler, tâlibi oldukları güzelliğin
akislerine bir tecellîgâh hâline gelirler. Tıpkı gökteki ayın, kendine âid bir
ziyâsı olmamasına rağmen, güneşe dönük olan yüzünün aldığı nûr huzmelerini
aksettirmek sûretiyle güneşin bir husûsiyetinden hisse alması gibi böyleleri de
beşeriyyetin zulümât ile kararmış gecelerine -âdetâ- parlak birer kandil
olurlar.
Bu itibarla
Yûnus Emre Hazretleri şöyle der:
Gökten inen
dört kitabı
Günde bin
kez okur isen,
Erenlere
münkir isen,
Dîdâr ırak
senden yana!..
Miskin Yûnus
erenlere,
Tekebbür
olma, toprak ol!
Topraktan
biter küllîsi
Gülistandır toprak bana!..
Sen bu cihân mülküne
Geldim,
gelmedim deme.
Tut evliyâ
eteğin
Zinhar
elinden koma!..
…….
Erenler bir
denizdir,
Âşık gerek
dalası…
Yâ Rabbî!
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ile ashâb-ı kirâm arasında
tahakkuk eden sohbetlerdeki güzellikleri bizim kalblerimize de ihsân eyle!
Bizleri sâlihler cemâatiyle birlikte haşreyle!
Âmin!..
Kaynak: GÖNÜL BAHÇESİNDEN MUHABBETTEKİ SIR - Osman Nuri Topbas
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.