script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

ÇOCUK TERBİYESİ HAKKINDA




Çocuklarımızın kusursuz olmasını istiyorsak, kusursuz anne-baba olmaya gayret etmeliyiz.

  Aileler çocuk terbiyesinde ne gibi hususlara dikkat etmelidirler?

Evvelâ şunu ifade etmelidir ki, çocuklar, bizlere ilâhî birer emânet ve öz varlığımızdan boy vermiş kıymet filizleridir. Duygulu gönüllere göre; evlerin ilk saâdet mûsıkîsi, doğan çocukların gönüllere huzur veren sesleri ile başlar.

Hadîs-i şerîflerde beyân buyurulduğu veçhile çocuklar; “cennet çiçekleri”, “kalp meyveleri”, “ilâhî ihsân ve rızıklar”dır.

Bu itibarla çocuklar, Rabbimizin ne güzel lütuf ve ihsânıdır. İlk çocuğumuz dünyaya geldiğinde ana-baba olmanın o derin hazzı hiç unutulur mu?

Onların gülüşlerindeki zevk ü safâ ışıkları cennet parıltılarına benzer. Bir anne için en güzel meşgale onu yetiştirmek ve terbiye etmek, topluma armağan etmektir. Zira anne yüreği, bir çocuğun eğitim ve terbiyesini aldığı ilk mekteptir. Emek verilip yetiştirilen sâlih evlâtlar, âhirette anne-baba ile cehennem arasında perde olacaktır.

Âilelerin en önemli vazîfelerinden birisi de Cenâb-ı Hakk’ın, İslâm fıtratı üzere lütfettiği yavrularını hayır ve fazîletle donatmaktır. Îmanlı, istikâmet ehli ve vatanperver çocuklar yetiştirmek, bir anne-babanın en büyük mes’uliyeti olduğu gibi, hayatlarından sonra açık kalan defterlerine hasenât yazılmasına da vesîledir. Yavrular, âile yuvasının müstesnâ bir saâdet meyvesi, anne ve baba arasında en köklü râbıtadır. Onlar, Allah’ın anne ve babaya çok kıymetli birer emânetidir.

Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde insanların mes’uliyetlerini şöyle beyân buyurmuşlardır:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz…

Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur.” (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz…” (et-Tahrîm, 6)

Allah Rasûlü bu âyet-i kerîme hakkında şöyle açıklamada bulunmuştur:

“Onları, Allâh’ın sizi nehyettiği şeylerden uzaklaştırır ve emrettiği şeylere de teşvik edersiniz. İşte bu, onları cehennemden muhâfaza etmektir.” (Âlûsî, XXVIII, 156)

Çocuk terbiyesine nereden başlamak lâzımdır? Dayak bir terbiye çeşidi midir? Âilenin çocuk terbiyesindeki rolü ve dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

Çocuk terbiyesine, evvelâ ana-babanın terbiyesinden başlamalıdır. Zira bu yüce terbiye, mürebbî (terbiye edici) sıfatını kazanabilen olgun anne ve babaların gerçekleştirebileceği bir eğitimdir. Şâirin:

Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede,

Nerede kaldı gayriye himmet ede!..

şeklinde tarif ettiği, kendi eğitimi noksan bir anne ve babanın evlâtlarına verebileceği terbiye ne olabilir ki?!.

Onun için çocuk terbiyesi anne-babadan başlarsa, daha verimli neticeler elde edilir. Yani şairin dediği gibi:

Olmalı harcı sağlam, baba evin direği,

Olmalı sımsıcak gül, anne evin yüreği…

[Seyrî]

Bu gerçekler ışığında çocuk yetiştirme mevzûunda, anne ve babanın bilhassa dikkat etmesi gereken başlıca hususları şöylece hulâsa edebiliriz:

a) Çocuğa rûhâniyet telkîn edecek güzel bir isim konulmalıdır. Evlâdın, anne-baba üzerindeki haklarının başında kendisine “güzel isim” koymaları gelir. Zira isim, müsemmâyı (isimlendirileni) çeker. Yani bir çocuğa konulan ismin mânâsı, o çocukta kendisini gösterir.

Taberânî’nin kaydettiği bir rivâyete göre:

“Hazret-i Peygamber birgün bir dişi deve getirtir ve onu kim sağacak diye sorar. Bu işe tâlip olan iki kişinin isimlerinin Mürre (acı) olduğunu öğrenince onlara:

«Oturun!» der.

Üçüncü kişi de adının Cemre (kor hâlindeki ateş) olduğunu söyler. Ona da:

«Otur!» der.

Sonra adının Yaîş (Yaşar) olduğunu söyleyen sahâbiye bu vazîfeyi verir.” (Taberânî, Mûcem, XXII, 277; Muvatta, İsti’zan 24)

b) Feyizli bir ortamda inkişâf etmeleri için, yedirilen lokmaların “helâl”liğine dikkat edilmelidir.

c) Çocuklar, konuşmadan davranışlara kadar sürekli olarak büyükleri taklit ede ede büyürler. Çünkü onlarda örnek alarak taklit etme özelliği hâkimdir. Bunun için onlara “örnek olacak davranış” güzellikleri sergilenmelidir. Meselâ bir çocuk, münâkaşalı ve kavgalı ortamda ise huysuzlaşıp hırçınlaşır. Huzurlu ve dengeli bir ortamda ise, güzel huylar ve terbiye ile büyür.

d) Çocukların davranışları onlara hissettirmeden dâima “kontrol” edilmelidir. Özellikle göz önünde yapamadıkları kabahatleri gizli ve tenha yerlerde işlemelerine meydan verilmemelidir. Çünkü bu durumda karakterleri zaafa uğrar, çift şahsiyetli olurlar. Bu hâlin ilk yansımaları da yalan ve riyâdır.

e) Çocukların güzel işleri “takdir” edilip mükâfatlandırılmalı, hatâları ise görmezden gelinmemelidir. Çünkü olumlu davranışlar mükâfat ile pekiştirilerek çocuğun şahsiyetinde kalıcı bir yer edinir. Buna karşılık, vaktinde “îkaz edilmeyen kusurlar” da tekrarlana tekrarlana çocuğun karakter özelliğinin bir parçası hâline gelir. Bu yüzden bilhassa kız çocuklarının küçük yaşlardaki kıyâfet yanlışlıkları müsâmaha ile karşılanmamalıdır. Zira insanın alıştığı şeyler, zamanla geri dönülemeyen tiryâkilikler hâline gelebilir.

f) Sık sık cezâ vererek çocuk arsız hâle de getirilmemelidir. Kazara tabak-bardak kırdığında azarlamamalıdır, çünkü bu tür hâller bizim de yapabileceğimiz kazalardır. Böyle durumlarda çocuk güçsüz olduğu için azarlandığını düşünür. Çünkü aynı kaza bizden meydana gelince kimse kızmamaktadır. Bu da, anne babanın vereceği diğer doğru eğitimlere karşı çocukta tepki doğurur ve söylenilenlerin fırsat buldukça tersini yapar. Onun için çok hassas olmalı ve bizim de yapabileceğimiz bardak kırma, çay dökme vesâire basit ev kazalarında çocuklara sert davranmamalıyız. Yumuşak bir lisânla îkaz etmeliyiz.

Ancak çocukların huy ve ahlâklarına işleyecek yanlışlar ve hatâlar karşısında da kesinlikle ilgisiz ve hoşgörü içinde de olamayız. Fakat çocuğa verilecek herhangi bir eğitime uygun cezâ, yasak ve yönlendirme gibi davranışlarda da onun haksızlığını ve yaptığının yanlış olduğunu kendisine mutlaka kabullendirerek bunu yapmak çok çok mühimdir. Çünkü suçunu kabul eden çocuk, şekillenmeye müsait hâle gelir. Suçu ona ispat edilip kabullendirilmeden şekillendirmeye kalkmak, hiç verimli olmaz. Çünkü çocuk kendisine ispatlanıp kabullendirilmemiş bir durumda meselâ yalan bile söylemiş olsa, bu tespit edilip de ortaya çıkmadığından kendinin haklı olduğunu düşünüp anne-babayı suçlamaya kalkabilir. Dolayısıyla;

g) Emir, yasak ve kâideler öğretilirken onların “kavrayabileceği bir şekilde” sebepleri de anlatılarak iknâ edilmelidir.

h) Âdâb-ı muâşeret (davranış usûlleri) ve “ahlâk kâideleri” öğretilmeli, bilhassa varlıklı âileler, çocuklarının, akranlarına kaba ve kibirli davranmalarına mânî olmalıdırlar. Zira bunlar zamanla huy hâline gelir. Onlara, tevâzû telkin edilmeli, anlayacakları bir dil ile Kasas Sûresi’ndeki “Kârûn” kıssası anlatılmalıdır.

ı) Çocukların meşrû sınırlar dâhilinde “çocukluklarını yaşamalarına” imkân tanınmalıdır. Fakat ne fazla serbest bırakılmalı, ne de haddinden fazla baskı yapılmalıdır. Zira fazla rahatlık, nefsâniyeti azdırır, tembelliğe sebep olur; fazla baskı da çocuğun ezik ve silik bir karakter sahibi olmasına sebebiyet verir. Aşırı baskı, şahsiyetli çocuklarda sadece bir ezikliğe sebep olmaz, bazen de isyana düşürür. Böyle çocuklar, aşırı baskı neticesinde -bilhassa belli bir yaşa geldikten sonra- âsîleşir ve ana-babayı dinlemez hâle gelirler. Bu yüzden ölçülü bir üslûp ile vakitlerini fazîletli birer insan olmalarına vesîle olacak davranışlarla doldurmaya gayret edilmelidir.

i) Kendilerine Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleri hatırlatılıp “hamd ve şükre alıştırılmalı”dır. Peygamber Efendimiz’in hayatından misâller verilerek, iç âlemlerinin rûhâniyet iklîminde yoğrulmasına gayret edilmelidir.

j) Daha küçük yaşlarında iken “ibadet ve hizmete alıştırılmalı”, ibadet mes’uliyeti ve hizmetin ehemmiyeti telkin edilmelidir.

Kısacası çocuğumuzun kusursuz olmasını istiyorsak, kusursuz anne-baba olmaya gayret etmeliyiz.

Çocuk terbiyesi, evvelâ anne-babanın yüreğindeki çocuk sevgisinden başlamalıdır. Onları Allah’ın bir emâneti olarak sevmeli; bu sevgiyi de, dünya ve âhiret saâdetini kazanmaya vesîle kılmalıdır. Eğer arkamızda güzel bir nesil yetiştirmez isek, mezarımız tenha kalır. Yarınki gerçek konağımızın ise mezar olduğunu unutmamak gerekir. Şair Seyrî’nin yarınların muhâsebesi yolunda yazdığı şu dörtlük ne güzel bir tefekkür ve temennîdir:

Ardarda dehâlar, yeniden, sorma, gelir mi?

Müstakbeli sarsın, yetişir mâzinin azmi,

Her anne doğursun yine Fâtih’le Selîm’i,

Boş kaldı beşik, ey eli kundaklı yarınlar!

Annenin, çocuklarının bakımı ve terbiyesiyle ilgili göstereceği hassâsiyet ne olmalıdır?

Bir atasözünde “el-ümmü medresetün: anne mekteptir/okuldur.” denilmektedir. Kadın, evde çocuklarıyla daha çok birlikte olduğu için çocuklara güzel örnekler sergileyerek, onların rûhunda kalıcı izler bırakmak sûretiyle “ilk ve en büyük terbiyeci” olacaktır.

Annenin ağzından çıkan her kelime, çocuğun şahsiyet binasına konulan tuğlalar gibidir. Anne yüreği çocuğun eğitim gördüğü bir sınıftır. Şefkatin en büyük menbaı annelerdir. Anne terbiyesinden mahrum çocukların terbiyesi güçleşir. Yüksek karakterli kişiler, daha ziyade sâliha annelerin yetiştirdiği çocuklardır.

Ev işleri, evlât terbiyesi, bey’ine hizmet gibi kıymetli vazifeleri vefâkâr omuzlarına alan fedâkâr sâliha bir anne, cidden engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır. İslâm âleminde, ciddî ve fazîletli Müslümanlar; ana-babaya, bilhassa anneye ait hürmetlerin en yüksek örneklerini vermişlerdir. Başta Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her hafta süt anneleri olan Halime -radıyallâhu anhâ-’yı ziyârete gider, mübârek cübbelerini yere serer ve sütannesinin bunun üzerine oturmasını isterdi. Sütanneleri, odaya her giriş çıkışlarında ayağa kalkar ve kendisine hürmet gösterirlerdi.

Bilhassa çocuklar ile daha yakından alâka fırsatına sahip olan anneler, göz nûru yavrularını terbiye hususunda sahâbî hanımlarını misâl almalıdır. Şöyle ki:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde numûne anneler hâline gelen sahabî hanımlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmekte geciken ve uzun zaman görüşmeyen evlâtlarını îkaz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmediği için annesi onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatır:

Annem bana sordu:

“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?”

Ben de:

“–Birkaç günden beri onunla görüşemedim.” dedim.

Bana çok kızdı ve fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:

“–Dur kızma! Hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem bana, hem de sana istiğfar etmesini ondan talep edeyim.” dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 391-2)

Bu terbiye istikametinde çocuklarımızı havâîliklerden, haşarılıklardan, israftan korumamız gerekir. Onlara güzel isim koymalı, Kur’ân’la tanıştırmalı, küçük yaşta kendilerine Rabbe kul olabilmenin, bilhassa namaz kılmanın zevkini; minicik, tozlanmamış ve kirlenmemiş yüreğine muhtaca yardımda bulunmanın, infâk etmenin sevincini tattırmalıyız. Bu hususlarda yanlış ve hatâlı davranışlardan, yani bencilliği palazlandıracak olumsuzluklardan âzamî derecede kaçınmalıyız. Çünkü çocuklar, birer video kaseti gibi anne ve babalarındaki bütün davranışları eğrisini doğrusunu hiç ayırt etmeden, olduğu gibi kaydetme ve taklit etme meyli içindedirler. Meselâ infâkla alâkalı bir kötü davranışın çocuğun saf dimağını nasıl kuşatacağını tasavvur etmek için şöyle bir hâdise üzerinde düşünelim:

Bir baba, kapıya gelen yaşlı, hasta ve perîşan durumdaki bir muhtacı, küçük kızının yanında azarlıyordu. Kızı da yaşının saflığı içerisinde:

“–Babacığım, niye bu zavallının kalbini incitiyorsun?” diye sordu.

Katı kalpli baba:

“–Bakma sen bunlara kızım! Böyleleri başkalarına yük olmaktan utanmazlar! Ellerine geçince de har vurup, harman savururlar. Bunlar belki de bizden daha zengindirler.” dedi.

Kapıya gelen kişi, çok fazla ihtiyaç sahibi olduğundan olacak:

“–Allah rızâsı için…” diye istemeye devam edince baba iyice öfkelendi ve:

“–Defol artık utanmaz!” diye bağırdı…

Bu hâdise karşısında küçük kız, ilk zamanlar acıma hissi ile dolu olsa da babasının bu tavır ve sözlerine şâhit ola ola yetiştiği için büyüdüğünde hiçbir muhtaca yardım etmeyen, üstelik onları duymayan, hissetmeyen, onların ıstırapları karşısında ürpermeyen bir kimse hâline gelmez mi?

Bu itibarla merhum pederim Musa Efendi -kuddise sirruh-, bir muhtaca bir şey takdim edeceklerinde bazen küçük çocukların eliyle verir, onların infâka alışmasını temin ederlerdi. Bir defasında mühim bir hizmet için bağış toplanırken gözlerini, hemen yanı başında duran yedi-sekiz yaşlarındaki bir çocuğa tevcih etmiş bakıyordu. Bu bakışlardan habersiz çocuk, büyüklerindeki infâk seferberliği heyecanını hissetmiş olacak ki, küçük kalbinin büyük edâsı ile elindeki az miktardaki bozuk parayı yardım sandığına uzattı. Bunu gören Musa Efendi -kuddise sirruh-, o çocuğu yanına çağırdı, başını okşadı, güzel iltifatlarda bulunduktan sonra latîfeli bir şekilde:

“–Âferin evlâdım, deminden beri seni gözledim. Eğer bir şey vermeseydin, bu dedeni üzmüş olacaktın!..” dedi.

Bunlar, çocukların büyüklerinin tavır, davranış ve ahlâklarını nasıl pürüzsüz bir ayna gibi yansıttıklarını ne güzel anlatıyor.

Diğer taraftan hadîs-i şerîflerde kız çocukları daha çok hizmet ve îtinâya muhtaç oldukları için erkek çocuklarından farklı olarak tavsiye olunmuştur.

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Her kim üç kız çocuğunu himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir” (Ebû Dâvûd, Edeb 121; İbn-i Hanbel, III, 97)

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyamet günü o kimseyle ben şöyle yanyana bulunacağız” buyurdu ve parmaklarını bitiştirdi. (Müslim, Birr 149. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr 13)

Bu hadîs-i şerîf, çocuklara ve hâssaten kız çocuklarına nasıl muâmele edileceğini bildiren mübârek bir beyandır.

Çocuk eğitiminde bilhassa dikkat edilmesi gereken husus ise, dayak meselesidir. Bu, aslâ kabul edilemeyecek yanlış bir davranıştır. Kötü alışkanlıklar kazanmasın diye çocuğa caydırıcı usûller uygulanabilir, ancak bunların arasında dayak aslâ olmamalıdır. Çünkü o, istikbâlin gencini korkak ve ürkek, yahut da arsız ve yüzsüz bir hâle getirir. Kaldı ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, değil bir insanın, hayvanın bile sertlik ve dayakla terbiyesini yasaklamıştır. Nitekim henüz binmeye alıştırılmamış bir deveyi Hazret-i Âişe’ye hediye olarak verdiğinde binmeye sertlikle alıştırılmaması için şu îkazda bulunmuştur:

“–Ey Âişe! Yumuşak huyluluk bir şeye girdi mi, onu mutlaka tezyin eder; eğer bir şeyden de çıkarıldı mı, onu da mutlaka kusurlu kılar.” .” (Müslim, Birr 78. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb 10)

Hulâsa sâliha anne, ilâhî kudretle genişletilmiş bir rahmet kucağıdır. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz “Cennet annelerin ayakları altındadır…” buyurmuştur. Âile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, anne kalbidir. Saâdet çiçeklerinin tohumları annelerin gönüllerine bırakılmıştır. Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- anne muhabbetini ısrarla telkin buyurmuştur. Kendisine daha ziyâde kime hürmet ve hizmet edilmesi gerektiği sorulduğunda, üç kere “Annen!..”, sonra da “Baban!” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1, 2; Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Vesâyâ 4; Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr, 1)

Bir hanım kendinden doğmayan, beyinin önceki eşinden kalan çocuklarına karşı nasıl davranmalıdır?

Onu kendi çocukları gibi bakmalıdır. Sevgi, ilgi, şefkat ve hizmetini onlardan da esirgememelidir. Peygamber Efendimiz çocukluğunda kendisini himâye eden ve öz annesi gibi ilgi gösteren Hazret-i Ali’nin annesi Fatıma bint-i Esed’e hayatı boyunca hep muhabbet beslemiş ve hürmet göstermiştir. Bu sâliha kadın vefat ettiği zaman Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâzenin yanına gelmiş, başucuna oturmuş ve onun fedâkârâne hizmetine Hak katında şâhitlik ederek şöyle buyurmuştur:

“–Ey annem! Allah sana rahmet eylesin. Sen benim öz annemden sonra annemdin. Kendin aç kalır, beni doyururdun, kendin giymez beni giydirirdin, kendini güzel yiyeceklerden alıkoyarak bana yedirirdin ve bunları yaparken Allah’ın rızâsını ve âhiret yurdunu arzu ederdin.”

Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâzenin üç kere yıkanmasını emretmiş, kendi gömleğini çıkarıp ona giydirmişti. Cenâze bu gömlek üzerinden kefenlendi. Peygamber Efendimiz kabrin kazılmasına da bizzat yardım etti ve sonra lahide yanüstü uzanarak bu sâliha kadına duâ etti. (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, XXIV, 351-2; Hâkim, III, 116-117)

Peygamber Efendimizin bu sevgi ve hürmeti, müşfik bir anne kucağına karşı duyduğu minnet, vefâ ve şükrânın ifadesi; bizim için de ne güzel bir ibret ve örnektir. Diğer taraftan böyle bir yetimi, annesizliğini unutturacak kadar bağrına basan, onu şefkat kucağında himâye ve terbiye eden, zarif davranışları ve tatlı sözleriyle bu hassas ve kırık yetim gönlünde taht kuran bir annenin hâli ne güzeldir. O yüce anne, yetimin gönlünde bıraktığı bu tatlı hâtıralar sebebiyle bir ömür boyu kırık bir gönülden yükselen duâlar vesîlesiyle ilâhî rahmete müstağrak olacaktır.

Aynı şekilde babalar da hanımlarının daha önceki eşlerinden çocukları ile birlikte yaşamak mevkiinde bulunurlarsa, onları kendi öz çocuklarından ayırt etmeyecek şekilde bir olgunluk içinde bulunmalıdırlar.

Efendim, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in çocuklara muâmelesinden sizi etkileyen bazı örnekler alabilir miyiz?

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, çocuklara dâima derin bir muhabbet gösterir; onları öper, okşar; mübârek parmaklarını tarak yaparak onların saçlarını düzeltirdi. Çocuklara muhabbet göstermeyenlerden hoşlanmaz; onları kabalık ve katılıkla nitelerdi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın rivâyet ettiğine göre bir defasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, torunlarını severken ziyâretine İslâm’ın merhamet, şefkat, nezâket ve inceliğinden uzak bir bedevî geldi. Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in çocukları ziyâde sevmesine hayret ederek:

“–Yâ Rasûlallah! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız.” dedi.

(Allah’ın evlât nîmetine karşı bedevînin duygusuz ve duyarsızlığı, Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i müteessir etti.) Bedevîye:

“–Allah senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim!..” (Buhârî, Edeb, 22) buyurdu.

Hadîs-i şerîfin gereğince bir Müslüman gönlü, Allah’ın emânetleri karşısında muhabbet, şefkat ve merhametle dolu olarak şefkat ve muhabbeti nasıl ve nereye yönelteceğinin idrâki içinde olmalı ve öyle yaşamalıdır.

Bir defasında da Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, üzerine küçük abdestini yapan torununu:

“–Sen nasıl Rasûlullah’ın üzerine küçük abdest yaparsın?” diye pataklamaya kalkan Ümmü Fadl’a:

“–Oğlumun canını yaktın. Allah sana rahmet etsin!” buyurarak çocukların bu tür sıkıntılı hâllerine tahammül etmek gerektiğini göstermiştir. (İbn-i Mâce, Tabir, 10)

O, mübârek kucağında torunları olduğu hâlde namaza durur, secdede iken torununun mübârek sırtına çıkması üzerine secdesini uzatırdı. Çocuğa müdahale etmek isteyenlere:

“–Bırakın, çocuk hevesini almış olsun!” buyururdu.

Yine o Varlık Nûru, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir çocuk ağlaması duyduğunda namazı kısa keserdi. Bir defasında evinde namaz esnâsındayken çocuk ağlaması üzerine namazını kısa tutmuş ve ev halkına:

“–Onların ağlamalarının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?” buyurmuştu.

On yaşından itibaren on yılını Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hizmetinde geçiren Enes -radıyallâhu anh- anlatır:

“Rasûlullah’a tam on sene hizmet ettim. Bana bir defa bile: «Öf!» demedi. Yaptığım bir şeyden dolayı: «Niye böyle yaptın?» diye azarlamadığı gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle: «Şöyle yapsan olmaz mıydı?» da demedi.” (Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 82)

Bu itibarla Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yüce huzurunda yetişen çocuklar bambaşka güzellik ve firâset ile donanmışlardır. Buna bir misâl kabîlinden Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti pek ibretlidir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağındaki çocuğa kâbına varılmaz bir incelik ve nezâketle:

“–Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?” buyurdular. O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya lâyık şu büyük cevâbı verdi:

“–Yâ Rasûlallah! Senden bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!”

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19)

Bu hâdise, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in çocuklara verdiği değeri göstermesi ve karşılıklı muhabbet akışları bakımından pek mühimdir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Fâtıma’nın evinde kaldığı bir gün, torunları olan Hasan ve Hüseyin efendilerimiz su istediler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, önce Hazret-i Hasan’a su verdi. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, Efendimiz’in Hasan’ı daha çok sevdiği hükmüne vardı. Efendimiz de buyurdu:

“–Hayır! İlk defa Hasan istedi.” buyurdular ve sonra da şöyle ilâve ettiler:

“–Bağış ve ihsanlarınızla çocuklarınıza müsâvî (eşit) muâmelede bulunun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” (İbn-i Hanbel, I, 101; İbn-i Hacer, el-Metalibu’l-Âliye, IV, 69; Heysemî, IV, 153)

Peygamber Efendimiz çocukların terbiyesine çok ehemmiyet vermiş, ashâbını da bu hususta pek çok hadîs-i şerîfi ile eğitmiştir:

“Çocuklarınıza ikrâm edin ve terbiyelerini güzel yapın.” (İbn-i Mâce, Edeb, 3)

“Bir baba, evlâdına güzel edepten daha efdal bir şey hediye etmez.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)

“Kişinin, çocuğunu (bir kerecik) te’dip etmesi (edeplendirmesi ve uslandırması), kendi hakkında, bir sâ’ miktarında (yiyecek) tasadduk etmesinden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Birr, 33)

 “Kişinin öldükten sonra geride bıraktığı şeylerin en hayırlısı, kendisine duâ eden sâlih bir evlât, sevabı kendisine ulaşan sadaka-i câriye, kendisinden sonra halkın amel ettiği bir ilimdir.” (Müslim, Vasiyyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)

“Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri, rûhâniyetli bir isim koyması ve güzel bir edep vermesidir.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 401-402)

“Her kim üç kız çocuğunu himâye edip, büyütüp evlendirir ise, sonra da onlara lütuf ve iyilikte devâm ederse o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 121; İbn-i Hanbel, III, 97)

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına yetiştirip himâye ederse kıyâmet günü o kimseyle yan yana olacağız.” buyurdu ve parmaklarını bitiştirdi. (Müslim, Birr 149; Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr 13)

“Her kim kız çocuklarını yetiştirme yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar, onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olur.” (Buhârî, Zekât 10, Edeb 18; Müslim, Birr 147; Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr 13)

Hazret-i Enes gibi çocukluğunu Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde geçiren başka sahâbîler de mevcut mudur? Onlardan da birkaç örnek verir misiniz?

Tabiî, böyle birçok sahabî var. Bunların başında daha çocuk yaşlarda îman eden Hazret-i Ali geliyor elbette. Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in amcazâdesi olan Hazret-i Ali, Efendimiz’in mübârek terbiyelerinde gönlünü irfanla doldurdu. İlmin kapısı oldu. Kıyâmete kadar devam edecek bir tasavvuf silsilesinin başlangıcını teşkil etti.

Kardeşi Cafer Tayyar da, Peygamber muhabbetinin bambaşka bir misâli idi.

Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kızı Fâtıma, ümmetin seyyidesi oldu. Daha küçük yaşlarda iken gösterdiği yüksek davranış ve mübârek babasını sahiplenişi dolayısıyla «babasının annesi» vasfını aldı. Oğlu Hazret-i Hasan, şerîflerin, Hazret-i Hüseyin de seyyidlerin baş tâcı oldu.

Mus’ab bin Umeyr, müşrik âilesinin bütün servetini reddederek Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yanını tercih etti. İslâm yolunda fedâkârlığın ve başkalarını düşünmenin eşsiz bir numûnesi hâline geldi. Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e olan muhabbeti, onu bu uğurda can vermeye kadar götürdü.

Üsâme bin Zeyd, yirmi yaşlarında iken Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- tarafından İslâm ordusunun kumandanı tayin edildi.

Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in dizi dibinde yetişen çocuklardan sayabileceğimiz daha pek çokları var, ancak bu anlattıklarımız birer misâl kabîlinden kâfîdir herhâlde…

Efendim izin verirseniz biraz da zât-ı âlînizin çocukluk yıllarından konuşmak isteriz. Meselâ o yıllardan kalan unutamadığınız hâtıralar var mı?

Her insanın çocukluğundan pek çok hâtırası vardır. Bunlardan bazıları insanda derin izler bırakmıştır. Ben de üzerimde pek çok tesir bırakan birtakım hâtıralarımdan bahsetmek isterim.

Erenköy’de geçti çocukluğum. O zamanlar evlerin etrafı bahçelikti. Ayrıca alt katlarda bir misafir salonu bulunur ve samîmî, canlı ziyâretler olurdu. Husûsiyle Ramazanlarda verilen iftarlarla dolup taşardı.

İftara ayrı ayrı günlerde ve farklı meslek ve gruptan insanlar çağrılırdı: Bir gün arabacılar, bir gün işçiler, bir gün çöpçüler, bir gün esnaf, bir gün hocaefendiler vesâire dâvet edilirdi. İftardan sonra kendilerine “diş kirası” diye yaygınlaşmış olan bir hediye takdim edilirdi. Bu hediye, bazen elbiselik bir kumaş, bazen de muhâtapların durumuna göre zarf içinde bir miktar para olurdu. Teravih namazından sonra çaylar içilir, her grup kendi dünyası üzere sohbet ederdi. O demler, kalplerin kaynaştığı ve birbirleriyle te’lif olduğu en güzel vakitlerdi.

Çocukluğumda dikkatimi çeken hususlardan biri de komşular arasındaki güzel münâsebetlerdi. Komşu, komşuya akrabâ muâmelesi yapardı. Biz çocuk olarak komşularımızı akrabâlarımızla karıştırırdık. Varlıklı komşular, muhtaçlara bir muhabbet ve şefkat kucağı hâlindeydi. Mahalle sâkinleri, elbirliği ile muhtaçların, gariplerin ihtiyaçlarını giderir ve yetim kızların çeyizlerini hazırlardı.

O zamanlarda verem salgın hâldeydi. Antibiyotikler yoktu. Verem hastaları daha ziyâde çamlık yerlerde tedâvî görürlerdi. Mahalleli, bu veremli gençlere büyük bir şefkat gösterirdi. Çünkü veremli gençlerin tedâvîsi, ancak çamlık yerlerde, çamları teneffüs ettirerek olurdu. Erken yaşta vefatlara çok rastlanırdı. Merhametli komşu ve mahalle sâkinleri, onlara kan yapacak gıdalar götürürdü.

Hasta ziyâretleri, her âilenin birinci işiydi. Ziyârete maddî duruma göre, çorba, muhallebi gibi ikrâmlarla gidilirdi. Ziyâretler kısa tutulur, hastanın gönlüne sürûr verilirdi.

Cenâzeler de öyleydi. Hatimler, duâlar, hep birlikte yapılırdı. Üç gün cenâze evine yemek taşınırdı.

Elli sene evvel buzdolabı çok nâdir bulunurdu. Soğutma için bahçelerdeki kuyulara testiler salınırdı. Buzdolabı olan âileler de akşamüstü komşularına buz ikrâm ederlerdi. Bu ve benzeri ikrâmları da bilhassa çocuklarla gönderirler, onlara küçük yaşta diğergâmlık, yardımlaşma ve hizmet eğitiminin zemini hazırlanırdı.

Çocukluğumda Erenköy sâhili boştu. Denizle karanın birleştiği yerlerde yaklaşık iki metre kadar kumsallık saha olurdu. Orada çocuklarla kumdan evler yapardık. Bir müddet sonra da aramızda anlaşmazlık çıkar ve birbirimize: «Sen benim yerime geçtin!», «Hayır, asıl sen benim sınırıma girdin!» diye çekişirdik. Sonra bir dalga gelir ve paylaşamadığımız o kumdan evlerimizi dümdüz edip giderdi.

Bu hâtıralar, bugün şunu düşündürüyor ki, küçüklükle büyüklük arasında ancak bir derece fark vardır. Yaş ilerledikçe insanı, farklı ve akıl almaz ihtiraslar, boş telâşeler kaplıyor. Ancak neticede hepsi de bir son nefes depremi yahut dalgası ile son buluyor…

Çok ibretlidir ki, bu kadar ilâhî tanzîme âmâ olanlar için hayatın sonu, ne feci bir aldanıştır.

Çocukluk zamanımızda mahallemizin en çok heyecan duyduğu an da, ezân-ı Muhammedî’nin aslî şeklinde okunmasına müsâade edildiği gün oldu. Herkes o gece erkenden kalkarak sabah ezanını bekledi. O gece sanki bir bayram sabahına hazırlık gecesiydi. Hattâ annem de akşamdan bize:

“–Bu sabah aslî ezan okunacak; erkenden kalkalım da o ânı kaçırmayalım!” diye tembihlemiş, ev halkı değişik bir heyecan iklîmine girmişti.

Sanki o sabah, Hazret-i Bilâl’in Kâbe’de ilk ezanı okuyuşundaki mânevî hissiyat ve heyecan bürümüştü gönülleri… Sabah rüzgârı (bâd-ı sabâ), onun Medîne’deki ezan sedâlarını da aksettiriyor gibiydi. Çünkü ezan, milletimiz için bambaşka bir şevk ve hasretti. Nitekim bazen, Türkiye dışına çıkınca da bu hasreti hep yaşıyoruz. Vatana dönerken de insanın yüreği apayrı bir sürûr ve heyecana garkoluyor. Allah; Kur’ân, ezan ve bayrağımızı, vatanımızı ve milletimizi her türlü tehlikelerden korusun. Şerirlerden muhafaza eylesin… Âmîn!..

Çocukluğunuzda sizi derinden etkileyen şahsiyetler oldu mu?

Beni çocukluk yıllarımda en çok etkileyen bilhassa iki kıymetli şahsiyet vardır: Annem ve babam… Buna ilâveten de elbette güzel bir çevre…

Annem, ufak yaşlardan itibaren bizlerin gönül âlemine çok kıymetli hazîneler yığan melek ruhlu ve mübârek bir şahsiyet idi. Bize her vesîleyle Allah dostlarının muhabbetini telkin eder ve firâseti ile gönül bahçelerimizde nûrânî güzellikler yeşertirdi. Onun, kardeşimi dünyaya getirdikten sonra, yani iki evlâdının hizmetine ve diğer meşgalelerine rağmen hâfız olması, bana hak yolunda gayret ve Kur’ân aşkı bakımından çok tesir etmiştir.

Babam ise; Allah aşkı, vecdi, îman, ihlâs, takvâ, güzel ahlâk, vakar vesâir hasletleriyle her bakımdan benim için âbide bir şahsiyetti. Duygu derinliğine sahipti. Yüksek ufukların insanıydı. Meselâ o zaman İmam-Hatipler yeni açılmıştı ve mezun olanlar için hiçbir dünyevî istikbâl yoktu. Fakat babam, büyük bir sevinçle bizi İmam-Hatip Lisesi’ne kaydettirdi. Son sınıfı da yatılı okuttu. Tatil günlerinde bize camileri, Topkapı Sarayı’nı ve diğer tarihî yerleri gezdirir; seviyemize göre ecdâdımızın; dîne, îmana, vatana ve millete yaptıkları hizmet ve fedâkârlıkları ve onların asil rûhî yapılarını anlatırdı. Bizlere, onlara lâyık bir nesil olmayı telkin ederdi. Zaman zaman büyük hocaefendileri ziyâret ettirir; onlardaki nezâket, hassâsiyet ve terbiyeyi dimağımıza işlerdi. Numûne gönül insanlarını tanıtırdı.

Babamın fakir-fukarâya olan sevgisi ise, engin bir deryâ gibiydi. Onlara yapacağı bir hizmeti, kabul ettikleri zaman bir teşekkür edâsı içinde olurdu. Maddî bir hediye vereceğinde onu zarif zarflar içerisinde takdim ederdi. Hattâ zarfların üzerine: «Kabul buyurduğunuz için teşekkür ederim!» ibaresini yazardı. Bu hâl, Yaratan’dan ötürü yaratılanları severek onlara nezâket ve zarâfetle davranmanın tabiî bir neticesiydi. Annemle birlikte hastalara yemek yapıp hastahânelere götürürlerdi. O çocuk yaşta bu merhamet tezâhürleri, rûhumu, ben farkında olmadan bir nakış gibi işliyordu. Velhasıl annem ve babam benim için büyük bir rahmet ve bereket olmuşlardı.

Çocukluğuma ait bana ayrıca tesir eden birçok hâdise ve hâtıradan en mühimleri daha ziyade İmam-Hatip Lisesi’nde okuduğum yıllara rastlar. Hele derslerimize gelen hocaefendiler açısından çok talihli idik. Çok değerli ve unutulmayacak sîmâlar tanıdık. Bunlardan:

Celâleddin Öktem hoca, yetmiş yaşında, parkinson hastalığı olan bir kimse idi. Buna rağmen bir arkadaşımızın kolunda sınıfa gelir; 25’lik bir delikanlı heyecanıyla ders anlatırdı…

Aslen Rum cemaatinden iken kendisine iman nasip olmuş “Yaman Dede” mahlâsı ile bilinen Abdülkadir Keçeoğlu, on dakika Farsça gramer anlattıktan sonra iki mesnevî beyti okur ve bütün ders ağlaya ağlaya onları şerh ederdi. Gözlerinin altı havuz gibi çukurlaşmıştı. Gözyaşlarını oraya döküp oradan da yüzünden aşağı sızdırırken ayrı bir rûhâniyet tevzî ederdi. Gönlü Peygamber muhabbetiyle bambaşka doluydu. Kendisine:

“–Mevlânâ’yı ne kadar da çok seviyorsunuz?!” denilince, gönül dünyasından taşan şu karşılığı verirdi:

“–Oğlum, ben nasıl Mevlânâ’yı sevmem ki, o benim elimden ve gönlümden tuttu, Hazret-i Peygamber’in kapısına getirdi.”

Kendisinden feyz aldığımız o günden bugüne birçok şey geldi, geçti. Ama geride, onun bizim rûhumuzda akseden gönül vecdinin izleri kaldı. Yazdığı meşhur na’tinden: «Cemâlinle ferah-nâk et ki, yandım yâ Rasûlâllah!» mısraını okurken bir sonbahar gazeli gibi titreyip bahar şebnemleri gibi ağlaması, hâlâ gözlerimin önündedir…

Diğer bir hocamız, sabah 07.00’da gelir, çorbalarımızı koyardı. Başka bir hocamız, sofrada kalmış bir ekmek parçası görse kimseyi azarlamadan: «Bak evlâdım, bu nîmeti bulamayan nice muhtaçlar var. Nîmete hürmet eder ve şükredersek, Allah daha çok artırır. Ancak onun kadrini bilmezsek, elimizden alır.» diye tatlı tatlı nasihatler ederdi.

Felsefe grubu hocamız Nurettin Topçu ise, toplumdaki fertlerin egoist ve hodgâmlığına çok üzülür, İslâm’ın fert ve toplum hayatında yaşanmamasına dertlenir ve:

“–Bu insanlar, niçin tasavvufa bu kadar bîgâne kalıyorlar?!” diye hayretini ifade ederdi.

Diğer bir hocamız, hüsn-i hat dersi verirdi. Ancak talebelerin kamış ve mürekkebini kendisi getirirdi.

Bir diğeri, yatakhânede geceleyin dolaşır, üstü açık olanların üzerlerini örterdi.

Bazı hocalarımız da, son dersi müteâkip derslerde geride kalan talebelerin eksiklerini telâfî için ilâve ders yaparlar ve her talebenin daha iyi yetişmesi için bitmez bir heyecanla emek sarfederlerdi.

Hocalarımızın bize en çok öğretmeye çalıştığı husus ise, canı ve malı kullanmayı bilebilmenin dersi idi. Bu dersi, fiilî davranışları ile sergilerlerdi.

O günlerden bugüne aradan kırk yıl geçti. Ancak o günlerin güzel insanlarından bize aksedenler hâlâ silinmedi. Lâhûtî ve bereketli izleri, akıl ve gönlümüzde hâlâ canlı ve müessir… Dolayısıyla o demleri güzelleştirenlere her vakit duâ hâlindeyim… Cenâb-ı Hak hepsinden râzı olsun!.. Lâkin sıra şimdi bugünleri ve yarınları güzelleştirmekte… Bu da bizlere düşüyor. Allah Teâlâ cümlemizi buna muvaffak kılsın!..

Efendim, bir de bugünlere gelirsek, acabâ bugün çocuklarımızı ne gibi tehlikeler beklemektedir? Bu tehlikelere karşı anne-babaların mes’uliyeti nedir?

Bugün çocuklarımızı bekleyen tehlikelerin başında onların mâneviyattan uzak yetiştirilmeleri gelmektedir. Yani sadece dünyaya dönük bir eğitim neticesinde uhrevî pencerenin kapalı kalması… Yani kalbî hayatın zaafa dûçâr olması… Bilmek gerekir ki, uhrevî haslet ve güzelliklerle yeşermeyen bir nesil huzur bulamaz; çantası diploma tomarları ile dolsa bile… Toplumda nesil enkâzının sayısız hazin misâlleri vardır. Bugün pek çok kötü alışkanlıklar var. Bilhassa narkotiğin pençesinde can verenler, kadınlık haysiyetinin korunmayıp gittikçe küçük yaşlara doğru zehrini akıtan iffet zedelenmesi… Bunlar evlâtlarımızı hangi tehlikelerin beklediğini daha iyi gösteriyor. Bunu görürsek, çözümün de, sînelere îman ve onun yüce ahlâkını yerleştirmekle mümkün olduğunu daha iyi anlarız. Vahyin nûru ile tanışmayan kalpler hakikî saâdeti nasıl bulabilir? Bu hususta İstiklâl şâiri M. Âkif’in şu yüksek hassâsiyeti içinde olmalıyız:

Îmandır o cevher ki, ilâhî, ne büyüktür,

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür…

Dînî mevzûlarda cehâlet, pek korkunç bir karanlıktır. Zira kişi bilmediğinin düşmanı olur. Dinden uzaklaşmak rûhânî duygulardan mahrûmiyete sebep olur ve vicdan ufkunu daraltır. İç ve dış nûrları söndürür. Kitap ve sünnetin ince hikmetlerinden, rûhânî aydınlığından mahrûm eder. İnsana, Hâlık tarafından lütfedilen cevherleri kaybettirip kişiyi et ve kemik doldurulmuş bir deri torbaya döndürür ki, bu da, insanı yalnız menfaatini düşünür hâle getirir.

Halk arasında bilinen ve sıkça anlatılan bir hikâye vardır. Baba evlâdının din, diyânet ve fazîletten mahrûmiyetini gördükçe:

“–Evlâdım, sen adam olmazsın!..” der. Çocuk, babasına inat, mekteplere gider, tahsilini tamamlayıp bulunduğu şehre vâli olur. Babasının sözünü kendisine hatırlatmak için adamlarını gönderir ve onu makâmına dâvet eder. Babası huzuruna gelince:

“–Baba, baba!.. Sen bana adam olamazsın diyordun; gördün mü bak işte vâli oldum!..” der. Babası oğluna mânidâr bir şekilde bakar ve şöyle karşılık verir:

“–Evlât, ben sana «Vâli olamazsın.» demedim; «Adam olamazsın.» dedim. Eğer sen adam olmuş olsaydın, babanı makâmına çağırmaz, kendin onun ayağına giderdin!..”

İşte tam bu misâldeki gibi, dînî terbiyenin ihmali, maddeyi putlaştırma illetini doğurur ki, o da dinden uzaklaşmanın temel sebeplerindendir.

Maddeyi putlaştırma; bir felsefe değil, zavallılıktır. Hikmet değil, illet ve zulmettir. Mânevî duyguların uyuşturulması, toplumun bir canlı cenâzeye dönmesi, başka bir ifadeyle ölmeden evvel taş ve toprak altına gömülmek demektir.

Beşeriyetin insan olma haysiyetine kavuşabilmesi için Kur’ân-ı Kerîm’in îkazlarına gönül vermek îcap eder.

Allah -celle celâlühû- bizlere en büyük nîmetini şu şekilde bildirmektedir:

“O Rahmân ki, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı da tâlim etti. (…) Göğü yükseltti ve dengeyi koydu. (Öyleyse sen de bu dengeyi bozma!)(er-Rahmân, 1-4, 7)

Cihanı, ilâhî ölçüler ve mîzanlarla donatan Rabbimiz, kâinât ölçü ve nizâmından başka, Kur’ânî mîzanlar ile de bildiriyor ki; dünyada olduğu gibi ölüm ötesinde de mîzanlar vardır. Dünya ve âhiret, hep mîzanlarla doludur. Hayat ve ölüm, ayrı ayrı, hassas ve şaşmaz mîzanlardır. Her hâlimizin ölçüler içinde olması, gelecek nesle de ibadet, hâl, davranış ve bir ahlâk numûnesi olması zarûridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8)

Cihan, ilâhî ölçü ve mîzanlarla donatılır ve Kur’ân bize mîzanlar sergilerken, gelişigüzel yaşayıp bu ilâhî ölçülerin dışında bulunanların hâli ne müthiş ve hazin bir gaflettir.

Rahmân Sûresi’ndeki bu âyetin ışığında, evlâtlarımıza yaratılış sırrını, Kur’ân’ı ve kulluğu en güzel şekilde anlatmak ve öğretmek zarûrîdir.

Kısacası çocuklarımız, âyette buyurulan kâinattaki ilâhî denge ve âhengi bozmayan güzel ve şerefli mevkilerini koruyacak bir kıvamda eğitilmelidirler. Hiç şüphesiz bu da; âile ocağında, anne ve babanın mahâretli gönüllerinden tecellî edecektir.

Böyle bir tecellî ise, çocuğunun istikbâlini ciddî olarak düşünen anne ve babaların mahsûlüdür. Tabiî sadece bugüne ayarlı bir istikbâl (gelecek) değil, aynı zamanda sonsuz saâdete uzanan ebedî bir istikbâli kastediyoruz. Maâlesef bugün adına istikbâl denilerek yalnız günü kurtarma yolunda evlâtlarımızın yarınları tehlikeye atılıyor. Nice yanlış işler, hep: «Ne yapalım; yavrumuzun istikbâli daha önemli!» bahâneleriyle evlâtlarımızı Hak katında günâha ve isyana sürüklüyor. Oysa:

Biz yavrumuzu ne kadar mânevî duygularla yetiştirirsek o kadar Cenâb-ı Hak onun istikbâlini parlak eyler. Osmanlı’nın yirmi dört milyon kilometrekare genişlemesinin sırrı, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Yine zor zamanlarda Allah’ın yardım etmesi de, buna bağlıdır. En son Çanakkale ve İstiklâl Savaşı zaferleri de bu hakîkatin bir bereket ve tecellîsidir. Âkif ne güzel ifade eder:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!..

O hâlde çocuklarımızı alabildiğine Kur’ân ahlâkı, tefekkürü ve istikâmeti üzere eğitmek sûretiyle kendisine, âilesine, daha önemlisi dinine, vatanına ve milletine sahip çıkacak hayırlı evlât olarak yetiştirmek mecburiyetindeyiz. M. Âkif, mısralarında bu hâli ne güzel îzâh eder:

Sahipsiz olan memleketin batması haktır,

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Bu da, ifade ettiğimiz gibi herkesten önce anne ve babaların birinci vazîfesidir. Bilmelidir ki, Çanakkale ve İstiklâl harbi gibi nice büyük zaferler, zâhirde o zaferlerde rol oynayan kumandan, gâzî ve şühedânın eseri olduğu gibi diğer bir yönden de onları yetiştirip, kınalayarak vatan müdafaasına gönderen anne ve babaların eseridir.

Bu neticelere hasretle şâir, âile yuvasının bugünkü hâline ve nasıl olması gerektiğine dikkat çeker:

Dağlarda değil, ey baba, evlerde erozyon,

Bâzen çocuğun rûhuna hortum, televizyon!

Tekrar, gül ekilsin, kişinin cenneti evdir,

Ey anne, senindir bu görev, evleri sevdir!… [Seyrî]

Bazı âileler çocukları olması için çırpınırken, bir kısım insanlar da hiç çocuk sahibi olmak istemiyorlar, âdeta bunun için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu doğru bir hareket midir?

Evlenip de zarûrî ve meşrû bir sebep olmaksızın çocuk istemeyenler veya onları daha ana rahminde çeşitli müdâhalelerle yok etmeye çalışanlar da neslin helâkine sebep olmaktadır. Bitkiler ve hayvanlar, nesillerinin devamı için binbir türlü ibret manzarası sergilerken, mahlûkâtın en üstünü olan insanın öz neslini baltalama teşebbüsleri hangi mantık ve vicdanla îzah edilebilir. Bir yılan bile yumurtalarını kuytu bir yere bırakarak emin bir şekilde saklar, onları muhafaza eder. Nesillerini koruma duygusu içinde çırpınan hayvanlar karşısında, kâinâtın en yüksek varlığı olan insanın bu şefkat ve merhamet hislerinden mahrûmiyeti pek acıdır!..

Âyet-i kerimede, kıyâmetteki bir manzaraya dikkatler çevrilerek buyurulur ki:

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (et-Tekvîr, 8-9)

1400 sene evvelki o cinayetler, metot değiştirerek maalesef günümüzde insanlığın yüzkarası “kürtaj” şeklinde tekrarlanmaktadır.

Asrımızda bazı anne-babalar, bir zarûret olmaksızın sırf nefsanî rahatlık ve konforu için câniyâne bir şekilde çocuk aldırmaya teşebbüs etmektedir. Âdeta kız çocuklarını diri diri toprağa gömen yarı vahşî câhiliye insanlarıyla vahşet yarışına girmişçesine, daha anne karnındaki mâsum bebekler bir hiç uğruna parçalanarak modern bir cinayete kurban edilmektedir. Bu, en başta ilâhî lütfa nankörlüktür. Ayrıca böyle yapanların, hayatın hangi sürprizlerine dûçar olacakları da meçhuldür. Bu cinayeti işleyenler, belki yarın hayatta yapayalnız kaldıklarında elinden tutacak olanın, o çocuk olacağını iyi düşünmelidirler. Veya vaktiyle kendi anne-babaları da onları istemeyip aynı âkıbeti onlar için revâ görselerdi, bugün onlar da hayatta olamayacaklardı. Bunları hesap etmelidirler.

Din ve îmandan mahrûmiyet sebebiyle hayatı sırf ten plânında yaşayan, egosunu ve nefsanî arzularını tatmin etmekten başka bir düşüncesi olmayan, insanlık şeref ve haysiyetine vedâ etmiş bencil bir neslin, nasıl felâket manzaraları oluşturduğuna dünya tarihi sayısız defa şâhit olmuştur.

Allah hepimize, âile yuvamızı hayırlarla kurmayı, bu âileden hayırlı nesiller yetiştirerek ümmet-i Muhammed’e ve bütün insanlığa hizmetler ulaştırmayı nasip etsin. Âmîn…

 

Kaynak: DÜNYADAKİ CENNET HUZURLU AİLE YUVASI  - Osman Nuri Topbas
Siz bu yazıyı okuyan counter şanslı kişiden birisiniz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

1 9