A´dan Z´ye… ا´den ي´ye… Beşikten mezara kadar öğrenilmesi gereken, kadın-erkek tüm Müslümanlara farz olan ve sonu Cennete varan bir yoldur İlim✦Amel✦İhlas
Tartışmalı Dinî Konularda ne Yapmalıyız?
SORU: İhtilaflı, tartışmalı dinî konularda ne yapmamız gerekir?
CEVAP: Ehl-i Sünnet İslamlığında usûlde, temellerde, esasta, inanç şartlarında ihtilaf yoktur. Sünnî Müslümanları inanç konusunda İmamı Eş'arî ile İmamı Mâturidî'ye bağlı ve tâbi olur. İki imam arasındaki farklılıklar lafzîdir ve kesinlikle esasa taalluk etmez. Füruata (işlemeye) ait konuların esasında da ihtilaf yoktur. Fıkıh konusunda dört mezhepten biri, bütünüyle uygulanır, kesinlikle telfik-i mezahib yapılmaz. Çok istisnaî durumlarda, zaruret varsa, icazetli ve yetkili müftünün fetva ve ruhsatıyla, sadece bir konuda başka bir mezhebin hükmüyle amel edilebilir. Genel olarak telfik-i mezahib yapmak dini oyuncak etmektir. Bu yolu Telfik-i mezahib mezhebini) , bozuk fikirli ve bid'atçi Reşid Rıza çıkartmıştır. Muttefakun aleyh (üzerinde ittifak edilmiş) konu, hüküm ve meselelerde şazz ve aykırı ictihad, fetva ve görüşlere itibar edilmez. Zarurat-ı diniyede ictihad yapılamaz. Füruata ait ihtilaflı meselelerde, mesela kan çıkması abdesti bozar mı, bozmaz mı konusunda Müslüman kendi mezhebinin fıkhına tabi olur. Zaruriyat-ı diniye tartışma konusu yapılamaz. Namaz Kıyamet'e kadar günde beş vakitte kılınacaktır. Mukim kimselerin öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' etmeleri Ehl-i Sünnette yoktur. Bu konudaki (Beşi üç vakitte kılmak) aykırı ictihadlar, fetvalar bâtıldır, geçersizdir, hükümsüzdür.
Üzerinde ihtilaf (çeşitlilik) bulunan tartışmalı konularda Müslüman cumhur-i ulema yolunda, Sevad-ı Âzam dairesi içinde bulunur. Zamanımızda bazı reformcu, değişimci, yenilikçi, kimisi Kemalist, kimisi Fazlurrahmancı, kimisi Mason Afganîci ilahiyatçıların, Ehl-i Sünnet ulemasının cumhuruna aykırı gülünç ictihadlarının, aykırı fetvalarının kıymeti yoktur. Bunlar bid'atçidir. Bazı bid'atler Müslümanı dininden imanından edebilir. İslam'da kader yoktur diyen kişi zındıktır, ondan dinî bilgi öğrenmek mânevî intihar olur. Din ve inanç bilgileri ehliyetli, liyakatli, ihlaslı, taqvalı, faziletli, icazetli Ehl-i Sünnet ulema ve fukahasından, kâmil mürşidlerden öğrenilir. (Bütün ilahiyat hocaları bid'atçi, reformcu, yenilikçi, değişimci, Kemalist, Fazlurrahmancı, paracı, iktidar yağcısı, mezhepsiz değildir. Ehl-i Sünnet ilahiyatçılar da vardır. Onlar cumhur-i ulemanın doğru yolunda yürürler, sahih itikattan ve fıkıhtan ayrılmazlar. Onlar mezhepsiz değildir. Onlar ihlaslı, ahlaklı, faziletlidir. Onlar Allahın ayetlerini ucuza veya pahalıya satmazlar. Kendilerine hürmet ederiz.)
Müctehid derecesinde fakih olmayan hiçbir Müslüman Kur'andan ve Sünnetten kendi re'y ve hevası ile hüküm çıkartamaz.
Müteşabihat, tenzih inancına aykırı olarak lügavî manalarına alınmaz. Allah zamandan, mekandan, cihetten, inmek ve çıkmaktan, diğer noksan sıfatlardan münezzehtir. (O adamın eli uzundur demek, elinin ve kolunun fizikî olarak uzun olduğuna delalet etmez... Polisin her yerde gözü ve kulağı var demek, bildiğimiz göz ve kulak demek değildir...)
Dinini, imanını, âhiretini, ebedî saadetini kurtarmak isteyen akıllı, firâsetli, vicdanlı Müslüman cumhur-i ulema yolunda, Sevâd-ı Âzam dairesi içinde bulunsun; şazz , aykırı, şeytanî vesveselere kapılmasın, aykırı ve bid'atçi kişilerin saçma sapan aldatıcı, saptırıcı beyanlarına ve iddialarına itibar etmesin.
Rabbanî ulema, fukaha ve mürşidler, silsileli icazetleriyle Resulullah (Sayat ve selam olsun ona) Efendimize irtibatlıdır.
Din alimi gibi görünen ulema-i su'a da kulak asılmamalı ve itibar edilmemelidir.
Dünyevîleşmiş, dünya-perest, paragöz olmuş din alimlerine (Ehl-i Sünnetten görünseler bile) kulak asılmamalıdır.
Hakikî din alimi, hakikî fakih ve kâmil mürşid, Resul-i Kibriya Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) vekili, varisi ve halifesi durumundadır.
Allah'ın rızasını kazanmak isteyen akıllı ve firasetli Müslüman şu silsileye dikkat etsin:
1. Resulullah... 2. Ashab-ı Kiram... 3. Tâbiîn... 4. Tebe-i Tâbiîn... 5. Eimme-i müctehidîn... 6. Sahih inancın ve İslamın bayrağını yücelten ve halkı irşad eden Ehl-i Beyt-i Mustafa... 7. Her devirde gelip geçmiş ve bu devirde yaşayan ve hizmet eden icazetli ulema, fukaha ve mürşidler...
Zındıklardan uzak durulmalıdır. Hz. Osman Zinnureyn radiyallahu anh'ı tenkid ve tahkir eden kişi sapıktır. Ondan din öğrenilmez.
Kur'andaki üç yüz küsur muhkem ayetin bugün geçerliliği yoktur, onlar tarihseldir diyen kişi zındıktır. Ondan din öğrenilmez.
İlahî İslam dini ile (....) ideolojisi uyuşur diyen kişi zındıktır.
İslamdan başka hak ibrahimî dinler vardır diyen zındıktır.
Laikçilik hak ve doğrudur diyen kişi zındıktır.
Müesseselerinde çalışan tesettürlü hanımlara başınızı açın diye baskı yapan, açmayanların işten atanlar zalimdir, zındıktır.
Ben Müslümanım ama Şeriati kabul etmiyorum diyen zındıktır.
Şeriatın tâzimini istediği değerleri, kurumları ve şahısları tahkir eden; tahkirini istediklerini tâzim eden zındıktır, kafir olur.
Cenab-ı Hak cümlemizi Kur'an, Sünnet, Şeriat, fıkıh ve sahih itikad dairesinde bulunan bahtiyar kullarından eylesin ve bizlere hüsn-i hâtime nasip eylesin. Bizleri insî ve cinnî şeytanların, zındıkların, reformcuların, bilhassa (Pakistan'da binden fazla ulemanın, fukahanın, müftünün ve din büyüğünün protesto ettiği) kovulmuş Fazlurrahmanın tuzaklarından korusun.
MEHMET ŞEVKET EYGİ
Sünnet İnkârcılarına Cevap; SÜNNET'İN İSLÂM'DAKİ YERİ VE ÖNEMİ
“Kur’ân’daki İslâm”, “Kur’ân Müslümanlığı” ve “Kur’ân’a dönüş” gibi
benzer sloganlarla, sünnet ve hadis kabul etmeyip inkar eden; Müslümanların
kafasında da bu konuda bir takım şüphe ve istifhamlar oluşturmaya çalışan
sünnet inkârcılarına karşı, seneler evvel reddiye mahiyetinde birkaç makale
yazmıştım. Şimdilerde yine siz kardeşlerimizden bu konuda pek çok sorular alıyor ve sünnetin önemi hakkında bir yazı kaleme almamız husûsunda taleplerinizle karşılaşıyoruz.
Bizlerin de âcizâne
gayret ve arzusu; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat i’tikadı doğrultusunda hareket
edip, elimizden geldiğince bu sapık fikirlere karşı gerekli ilmî müdafaanın
yapılması ve bu yanlış görüş sahiplerine aldanılmamasıdır.
Dolayısıyla, ehemmiyetine binâen sizlerin bu yöndeki taleplerinize hassâsiyetle yaklaşarak, sünnet ve hadis münkirlerine reddiye mahiyetindeki yazımı inşallah tekrar kaleme alıyorum. Muhterem Okurlarım! Bazı ilimler vardır ilaç gibidir, insanın sıhhat ve âfiyeti için zarûrîdir. Bazı fikirler de vardır ki maalesef zehir gibidir; insanın mânevî hayatına kasteder, öldürür, dünya ve âhiretini berbat eder. Onun için bu gibi fikirlere son derece dikkat etmek, bu tür görüş sahiplerinden de son derece sakınmak lazımdır. İnsanın mânevî hayatını berbat edecek bu zehirli fikirlerden biride, Hadis ve Sünnet kabul etmeme hastalığıdır. Bu tehlikeli hastalığa yakalanmış olan güruh; “Kur’ân Müslümanlığı” ve “Kur’ân’daki İslâm” türünden bir takım sloganik ifadeleri ağızlarına pelesenk edip adeta vird haline getirmişlerdir. Sadece Kur’an’ın yeterli olabileceği fikrini hararetle savunup sünnetsiz İslâm arayışı içine giren bu zevat; her konuda bir âyet ararlar ve âyet dışında kendilerini bağlayan başka bir "La raybe fîh" delilin bulunmadığını ileri sürerler. Tabi her lafın başında bunların “Kuran” dediklerini duyan da, onları Kur’an gönüllüsü, Kur’an sevdalısı zanneder. İyi de, hem Kur’an’da bulunan: “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr: 7) gibi, sünnete delâlet eden bazı âyetlere rağmen sünneti inkar edeceksin, hem de Kuran sevdalısı olacaksın bu mümkün olabilir mi?.. Sıradan bir kitabı size hediye eden birine bile teşekkür edip minnet ve şükranlarınızı iletiyorsunuz. Çünkü böyle yapmak bir insanlık icabıdır. Hal böyleyken, Hz. Kur’an gibi dünya ve âhiret saadetinin reçetesini sunan o yüce kitabı bizlere getiren Resülüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)e bırakın teşekkür etmeyi, O’nun sünnetini dahi inkar edip devreden çıkarmaya çalışmak, acaba nasıl bir insanlık icabıdır?! Hadis ve Sünnet kabul etmeyip sadece “Kuran Müslümanlığı”ndan söz etmek, aslında yeni ortaya çıkan bir görüş değildir, bu görüş asırlardan beri vardır ve eksik olmamıştır. Ama bu tür fikirler şimdi olduğu gibi her zaman azınlıkta kalmış, marjinal guruplar tarafından kabul görüp sahiplenilmiş ve ortaya sürülmüştür. Ve tarih yine tekerrür etmektedir. Öncelikle şunu ifade etmek istiyorum ki; Sünnetin delil olduğunu inkar edip, sadece Kur’anla yetinmek gerektiğini iddia eden bu fâsid görüş sahiplerinin maksadları farklı farklıdır. Dolayısıyla evvela bu fâsid görüşün nereye dayandığı, nereden çıktığı ve bunların kimler olduğu husûsunda bir tasnif yaptıktan sonra, asıl konuya girmek gerektiğini düşünüyorum. Bu tâifeyi pek çok guruplara ayırmak mümkün, fakat biz bunları genel olarak iki guruba ayıralım. Birinci gurup; Müslüman oldukları veya müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, sünneti kabul etmeyip aleyhinde olanlardır ki bunlar, İslâm’ın ilk dönemlerinde Hz. Ali (Radıyallahü Anh)ın hilafeti döneminde ortaya çıkan “Hâriciler” tâifesidir. Bu tâife “Hüküm yalnızca Allah’ındır” (Yusuf: 40) âyetini ele alarak, böylesine doğru bir hükümden, yaptıkları tevillerle yanlış anlamlar çıkardılar ve bu âyeti kerimeyi istismar ederek Hz. Ali (Radıyallâhü Anh) ve Hz. Muâviye (Radıyallâhü Anh) arasında vukû bulan Sıffin savaşında, her iki taraftan da harbe katılan sahâbenin adaletini, dolayısıyla onlardan gelen rivâyetleri bütünüyle reddettiler. Hatta daha da ileri giden bu sapık tâife, Ashâb-ı Kirâm’ı (Hâşa) küfürle itham etme ahmaklığını gösterdiler. Bunun sonucu olarak onların bu bâtıl iddialarına göre, hadîsi şerifler (Haşa) kafir olan bir topluluğun rivâyetleri olduğu için, hiçbirini kabul etmediler. İkinci gurup ise; Batılı müsteşriklerin bâtıl görüşleri ve İslâm dışı cereyanlardır. Bu gurup aslında sadece sünnete değil, temelde her şeyiyle İslâm’ın bizâtihi kendisine karşıdır. Bunların esas amacı; Müslümanların zihnine şüphe tohumları atmak, İslâm toplumlarının arasına fitne sokup onların birlik ve berberliğini yok etmektir. Evet ellerinden gelse bunu hemen yapacaklar, fakat karşılarında en büyük engel olarak bu Dîn’in Bânisi Muhammed Mustafa (Sallallah Aleyhi ve Sellem)i buluyorlar. Öyleyse yapılacak şey, ilk adım olarak bu engeli ortadan kaldırmak yada en azından O’nun ümmet nezdindeki sarsılmaz otoritesine gölge düşürmek… Fakat, bunu yapmak için direk olarak o yüce şahsiyetin kendisini hedef alsalar foyaları meydana çıkacağından, saldırılarını O’nun şahsı üzerinden değil de, Sünnet ve Hadis üzerinden yapma yolunu seçmişler. Bu arada, az önce bahsettiğimiz birinci gurubun tavrından da faydalanıp, bir takım sûnî tartışmalarla müslümanları sünnet hakkında şüpheye düşürme gayreti içine girmişlerdir. Böylece Sünneti Nebeviyyeyi sıfırlayarak, akıllarınca böyle bir yöntemle Resülüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)i devreden çıkaracaklar. İslâm âlimlerinin Kur’ânın tefsîri olarak kabûl ettiği “Sünnet sorununu” güya bu şekilde hallettikten ve bu engeli ortadan kaldırdıktan sonra sıra ikinci adıma, yani Kur’ân’a gelecek!.. |
İnfak
Müslüman şahsiyetinin tekâmülünü ve ictimâî hizmetlerin devâmını sağlayan en mühim hususlardan biri de, Allah yolunda, O’nun rızâsını tahsil gâyesiyle, mal, can ve imkânlardan infakta bulunmaktır.
Dînin asıl
gâyesi, Allâh’ın birliğini tasdîkten sonra, zarif, hassas, derin duygulu insan
yetiştirmek ve bu sûretle huzurlu bir cemiyet husûle getirmektir. Bu gâyenin
gerçekleşmesinde, îmandan kaynaklanan şefkat ve merhamet hislerinin bir
tezâhürü olan zekât ve infakların çok mühim bir yeri vardır.
Kur’ân-ı
Kerîm’de 200 küsur yerde zikredilen infak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır.
Yâni Rabbimizin ihsân ettiği nîmetleri, yine O’nun uğrunda sarf etmektir. Buna
göre müslüman da, hem malını hem de canını büyük bir rızâ ve teslîmiyetle
Allâh’a adayan insandır.
Cenâb-ı
Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsından biri de, “el-Vehhâb”dır. Yâni her zaman, her
yerde ve her şeyi çok çok ve bol bol verir, karşılık beklemeden ve devamlı
olarak lutfeder. Bu sebeple bütün mahlûkâtı da “verme, infâk ve ikrâm etme”
tabiatıyla yaratmıştır.
Meselâ arı,
kendi ihtiyacının kat kat fazlası bal yapar, büyük bir titizlik ve intizâm ile
onu paketler. Bunun cüz’î bir miktârını kendisi yer ve çoğunu insanlara ikrâm
eder.
Meyve
ağaçları da nesillerinin devâmı için pek çok meyve verir. Binlerce meyvenin
içinden sadece birisi tohum olup ağaç bitirse, kâfî gelir. Diğer meyveler ise
insanların ve diğer canlıların istifâdesine arz edilir.
Kesilip
yenilen hayvanlar, kendi hayatlarını devâm ettirmek için beslenirler, bir
müddet yaşadıktan sonra da etlerini insanlara ikrâm etmek üzere can verirler.
Toprak,
ayaklar altında ezilmesine rağmen, üzerinde gezen canlıların cürûfunu alıp
temizler ve yetiştirdiği türlü nebâtât ile devamlı ikram ve ihsân hâlinde olur.
Aslında
bütün bu misaller, insanın da diğergâm olması ve çalışıp kazandığı malın veya
sâhip olduğu imkânların bir kısmını kendi ihtiyaçlarına ayırdıktan sonra çoğunu
infâk etmesi lâzım geldiğini telkin etmektedir. Yâni Cenâb-ı Hak, tabiatta
bunun binbir misâlini insana göstermektedir ki, o da diğergâm ve infâk ehli bir
kul hâline gelebilsin.
Bütün
varlıkların yegâne yaratıcısı ve sâhibi olan, her türlü ihtiyaçtan münezzeh
bulunan yüce Rabbimiz, kullarının verdiği sadakaları bizzat kendisinin aldığını
beyân ederek[65]infâka verdiği ehemmiyeti vurgulamaktadır. Kullarının, kendi
rızâsı istikâmetinde yaptıkları hayırları ve verdikleri sadakaları; “Karz-ı
hasen: En güzel borç” nâmıyla kabul etme lutfunda bulunmaktadır. Üstelik bu
borcu bizzat kendisinin, hem de kat kat fazlasıyla ödeyeceğini taahhüd
etmektedir.
Âyet-i
kerîmede buyrulur:
“…Namazı
kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla borç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz
için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu
bulursunuz; hem de daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olmak üzere!..” (el-Müzzemmil,
20)
Peygamber
Efendimiz de infâka teşvik sadedinde şöyle buyurur:
“Sadaka
kesinlikle malı eksiltmez, bir kul elini sadaka vermek için uzattığında, o
sadaka sâilin eline geçmeden evvel, muhakkak Allah Teâlâ’nın eline konulmuş
olur…”
(Ali
el-Müttakî, VI, 377/16134; Taberânî, Kebîr, IX, 109)
Cenâb-ı Hak,
kendisine yakın kullarından olabilmemiz için sevdiğimiz şeylerden infâk etmemiz
gerektiğini bildirerek şöyle buyurur:
erişemezsiniz.
Her ne infâk ederseniz; şüphesiz Allah, onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Âyet-i
kerîmede geçen “birr” ifâdesi; hayrın kemâl noktası, Allâh’ın rahmeti,
rızâsı ve cenneti mânâlarında tefsîr edilmiştir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak,
“birr”in ne olduğunu diğer bir âyet-i kerîmede şöyle târif buyurur:
“Birr,
yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl birr (sâhipleri), Allâh’a, âhiret
gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne
kadar kıymetli olsa da- (Allâh’ın rızâsını gözeterek) akrabâsına,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve insanları kölelikten
kurtarmaya harcayan; namazlarında devamlı ve dikkatli olan, zekâtını veren,
verdiği sözü tutan, felâket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte
sadâkat gösterenler, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.”
(el-Bakara, 177)
İyiliğin,
sadâkatin ve takvânın târif edildiği bu âyet-i kerîmede infâka dâir kısmın
genişliği dikkat çekicidir.
Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Ey Âdemoğlu! (Allâh için) infâk et ki, sana da
infâk olunsun!” (Buhârî, Tefsîr 11/2, Nafakât 1; Müslim, Zekât
36, 37)
En kıymetli infak, müslümanların en zayıf ve muhtaç olduğu zamanlarda
yapılandır. Allah Teâlâ, insanların maddî veya mânevî ihtiyaçlarının had
safhada olduğu bir devrede infâk eden kullarını diğerlerinden üstün tutmuş ve
onlara; “Fetih’ten önce infak edenler” diye bir fazîlet pâyesi
vermiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
Sultan II. ABDÜLHAMÎD HAN
Sultan II. ABDÜLHAMÎD HAN
(1842-1918)
Osmanlı
pâdişâhlarının otuzdördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur.
Sadece kendi
ülkesinde değil, bütün İslâm âleminde tabiî ve sembol bir lider vasfına ulaşmış
müstesnâ bir şahsiyettir.
O, genç
yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etmişti. Şâzeliyye
tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu’l-Hüdâ
Efendi’den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de
tâçlandırmıştır.
Daha genç
yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmiş bulunduğundan amcası
Sultan Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde O’nu da yanında
götürmüştü.
Çok nâzik
idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sahipti.
Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda
sayısız misâller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark,
rivâyete nazaran:
“Dünyâda yüz
gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han’da, beş gramı bende, kalan
beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir…” demiştir.
O’nun en
büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır.
Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îmân, müthiş bir zekâ, sabır ve
büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre
etmiştir.
Sultan
Abdülhamîd Han, tahta geçtiği zaman İngiltere uzak denizlere çoktan açılmış ve
Hindistan’ı ele geçirmiş bulunuyordu. Rusya ise Türkistan’ı baştanbaşa istilâ
ederek onunla bugünkü Afgan bölgesinde karşı karşıya gelmişti. Aralarında hudud
anlaşmazlığı sürüp gidiyordu. Bu bakımdan Rusya’nın Osmanlı düşmanlığı ve bu
maksadla boğazları ele geçirerek sıcak denizlere açılması, İngiltere’nin de
işine gelmiyordu.
Diğer
taraftan Osmanlı devlet adamları, Sultan Abdülazîz merhûma karşı önce bir
ihtilâl ile tahttan indirme ve sonra da câniyâne bir surette katl hâdisesini
gerçekleştirmiş bulunan Mithat Paşa ve avanesi idi. Bunlar, halk
tarafından fevkalâde sevilen Sultan Abdülazîz’e karşı irtikâb ettikleri cinâyet
sebebiyle itibarları zedelenmiş bulunduğundan kazanılacak bir zaferle
durumlarını düzeltmek istiyorlardı. Bunun için Sultan Abdülazîz’den kalan
kuvvetli ordu ve donanmaya güvenerek bir harp çıkarmak istediler. Bu harp,
şâyet Rusya’ya karşı olursa, İngiltere’nin de Devlet-i Aliyye’ye
yardımda bulunacağını tabiî addediyorlardı. Bu keyfiyet için kâfî bahâne de
vardı. O sırada bize bağlı bir prenslik durumundaki Sırbistan’ın Ruslar’la olan
hududlarında bir ihtilâf çıkmıştı. Bunu kullanarak Rusya’ya harp açmak
istediler. Görüşmelerde uzlaşmaya yanaşmadılar.
Rusya ise, o
sırada dünyânın en kuvvetli ordu ve donanmasına sahip Osmanlı’yla harbi göze
alamıyordu. Böyle bir harpte İngiltere’nin de 1853 Kırım Harbi’ndeki gibi
Osmanlı’nın yanında yer almasından korkuyordu. Bunun için ihtilâfı bertaraf
maksadıyla tâviz üstüne tâviz verdi. Rus çarı da, Türk aleyhinde olan kendi
umûmî efkârının baskısı altındaydı. Bu sebeple mes’eleyi bir tâviz alarak
halletmiş gözükmek için talebini, bizim toprağımız olan küçücük Nikşik
kasabasının, gene bize bağlı bir prenslik olan Sırbistan’a verilmesine kadar
küçülttü. Mithat Paşa ve avanesi, buna dahî râzı olmadılar.
Sultan
Abdülhamîd, tahta yeni geçmiş bulunuyordu. Henüz devlet dizginleri tam
mânâsıyla elinde değildi. Hükûmete ihtilâlci bir kadro hâkimdi. Sultan, onlara
-zannettikleri gibi- İngiltere’nin böyle bir bâdirede bizim yanımızda yer
almayacağını isbat için İngiliz büyükelçisi Layart’ı da huzûruna
çağırarak hükûmet erkânı ile bir müzâkerede bulundu. Layart, hükûmeti nâmına bu
toplantıda İngiltere’nin Rusya’ya karşı olan siyâseti dolayısıyla şâyet bir
Türk-Rus harbi çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını
söylemekle birlikte, hiçbir surette bizim yanımızda yer almayacaklarını kat’î
bir lisanla ifâde etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer
elde edebileceklerini umarak Sultan Abdülhamîd Han’ı dinlemeyip Rusya’ya harp
îlân ettiler.
Şu husus
târihî bir gerçektir ki, ihtilâl yapan ordular, lâyıkıyla harp edemezler. Çünkü
iç düzenleri sarsılmış bulunur. Nitekim eski takvimimize göre 1293 yılına denk
geldiği için “93 Harbi” denilen bu savaşta da böyle oldu. Ruslar, beleşten bir
zafer kazanarak tâ Tuna ötelerinden İstanbul’un Yeşilköy’üne kadar geldiler.
Yeşilköy’ün o zamanki adı Ayastefanos olduğu için Rus kumandanı Grandük Nikola’nın
kılıcına dayanarak dikte ettirdiği sulh şartları “Ayastefanos Muâhedesi” adıyla
târihe geçmiştir.
Bu felâketin
bir sebebi de Mithat Paşa ve avanesinin, Osmanlı kumandanlığına Mehmed Ali
Paşa adında bir hâini tâyin etmiş bulunmalarıydı. Nazım Hikmet ve Mehmed
Ali Aybar’ın dedeleri olan Mehmed Ali Paşa, aslen bir Polonya yahûdîsi idi.
Tanzimat’ın îlânına sebep olan mâhut Mustafa Reşit Paşa, İngiltere
büyükelçiliği esnâsında elçilik ayak hizmetlerinde kullandığı bir Polonya
yahûdîsini İstanbul’a dönüşünde beraberinde getirmişti. İşte 1877-78 Türk-Rus
harbi (93 Harbi) felâketinin asıl âmili olan Mehmed Ali Paşa, bu yahûdînin
oğludur.
Sultan
Abdülhamîd, bu dehşetli hezîmet karşısında önce buna sebep olan ihtilâlci
kadroyu bertaraf ederek devlet dizginlerini eline almış, sonra da Rusya
aleyhtârı olan İngiltere’yi -hiç olmazsa diplomatik sahada- Rusya’ya karşı
kullanabilme çarelerini aramıştır. Bunun için Kıbrıs Adası’nı “hukûk-i şâhânesi
bâkî kalmak şartıyla” bir üs suretinde kendilerine vererek Ayastefanos
Muâhedesi’nin iptaliyle, onun yerine Berlin Muâhedesi’nin
gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu muâhedeyle mâruz kalınan kayıpların büyük bir
kısmı telâfî edilmiştir. Böylece ihtilâlci kadronun sebep olduğu “93 Harbi”
felâketi, O’nun dâhiyâne siyâseti sayesinde -mümkün mertebe- hafifletilmiş
oldu. Bu hâdiseden gerekli dersi almış olan Sultan Abdülhamîd, batıda Çatalca
ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarını, doğuda ise Azîziye kalelerini tahkîm
ederek sulhçu bir siyâsete yönelmiş, memleketin dâhilde kalkınmasını sağlayacak
hamlelere girişmiştir. Balkan ve I. Cihân harplerinde ehemmiyeti
ortaya çıkan bu tahkîmat, O’nun ileri görüşlülüğünün bir nümûnesidir.
Sultan
Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçı bir
siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz
etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat
çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek,
O’nun siyâsetinin temel esası olmuştur.
Bu sulhçu siyâsetin
neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kaçınarak dış borçların 300
milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd’in, Almanlar’ı
İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir surette kullanmasının çok çeşitli
ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlar’a
verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe’nin onların yardımıyla
İngilizler’den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.
Abdülhamîd
Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle çok dengesiz bir yapı arzeden ve
devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i
Mebûsân’ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878’de süresiz olarak
kapatmıştır.
Mithat Paşa
ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli’de
kaybedilen topraklardaki müslüman halkın çoğu, muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş
bulunuyordu. Ali Suâvî, bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek
etrafına birkısım işsiz-güçsüz takımı toplayıp Çırağan Sarayı’na yürüdü. Sultan
Abdülhamîd’i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murâd’ı tekrar
tahta geçirmeye teşebbüs etti.
Sultan V.
Murâd, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafından tâ şehzâdeliğinden beri hususî
bir surette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuzüç
dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini
bilmeden girmişti. Bununla beraber şerrin mümessilleri, kendisi pâdişâh olursa,
kötü emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı.
Ali Suâvî
ise, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk
siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın gücenikliği ile hareket
ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş yahûdî siyâsî emellerinin hâkim
olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti
durumundaydı.
Beşiktaş
muhâfızı Yedi-sekiz Hasan Paşa’nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali
Suâvî’nin can vermesi, bu ihtilâl teşebbüsünün bertaraf edilmesini sağlamıştır.
Sultan
Abdülhamîd, bu ve benzerî vak’alar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi
kavramakta gecikmedi. Devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine
ilâveten Rum, Ermeni ve Yahûdîler’in kaynattıkları fitne kazanı, gerçekten
üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir tehlike idi. Bunun içindir ki
Abdülhamîd Han, kendisine muhâlif olanların «istibdâd» diye
adlandırageldikleri sıkı bir dâhilî siyâset takibine mecbûr kaldı.
Abdülhamîd
Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzuru ve ülkenin selâmetini
sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede
mükemmel bir «istihbârat teşkilatı» kurmuştur. Bu teşkilâtta, kendisine karşı
bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris’i dahî
-zekâsının büyük bir mahsûlü olarak- bir istihbârât elemanı gibi kullanması,
şâyân-ı dikkattir. Hattâ İngilizler’in Madrit büyükelçileri vefât ettiğinde,
onun açılan çelik kasalarında Sultan Abdülhamîd’le muhâbere hâlinde bulunduğuna
dâir çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizler’i bu istihbârâtın
kuvvet ve şümûlü hakkında dehşete sevketmiştir. Kendisi tahttan indirildikten
sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı’nın yakılmış bulunması da,
O’nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum
katları, lebâleb Sultan Abdülhamîd’e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç
şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller,
İttihat ve Terakkî’nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi.
Sathî bir nazarla bakıldığında bile bunların, birbirleri aleyhine Sultan
Abdülhamîd Han’a jurnalcilik ettikleri kolayca anlaşılmaktadır.
Bu jurnal
keyfiyeti dolayısıyla da Sultan Abdülhamîd, kendisine muhâlif olanlar
tarafından haksız ve çirkin bir surette itham edilegelmiştir. Gûyâ O’nun, ulu
orta verilmiş saçma-sapan jurnallere dayanarak birçok insanı sürgüne gönderdiği
pek çok yazılıp söylenmiştir. Ancak bu hususdaki gerçeğin lâyıkıyle
kavranabilmesi ve Sultan Abdülhamîd Han’ın dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin
anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün
yüksek seviyede bir me’mûrun, Çırağan Sarayı önünden geçerken gûyâ:
“–Âh Sultan
Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!.” meâlinde bir söz söylemiş olduğu
yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o me’mûrun Fizan’a sürgün
edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam
Saîd Paşa’nın:
“–Efendimiz!
Bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu me’mûrun takriben altı ay önce irtikâb ettiği
hırsızlık ve rüşvet suçu sâbit olduğu halde kendisini afvetmiştiniz.. Şimdi
ise, çok hafif ve sıradan bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!.” demesi üzerine, o koca Sultan,
Sadrazam’a şu cevabı vermiştir:
“–Hayır
Paşa! Ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep,
bahsettiğin o hırsızlık ve rüşvet suçudur. Ayrıca bu jurnali de kasden kendim verdirttim.
Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım,
yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum.
Onlar da, eş ve dostlarına karşı mahcûb olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ
benim sultanlığıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler…
Böyle olmasını tercih ettim!..”
Yalnız bu
hâdise dahî, Sultan Abdülhamîd Han’ın devri için sürüp gelen haklı-haksız
tenkîdlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutmaktadır.
Sultan
Abdülhamîd’in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de şudur:
Sultan
Abdülazîz’in şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu fecî ve
çirkin hâdiseyi unutmamıştı. Kâtillerin yakalanıp cezâlandırılmasını istiyordu.
Diyalog Ile Yok Etmek Istedikleri Değerler
Papalığa göre, Hıristiyanlaştırmada en büyük engel; Müslümanların, Muhammed aleyhisselamın son peygamber olduğu, O’na inanmayıp yolunda gitmeyenlerin, sonsuz olarak Cehennemde kalacağı, inancıdır. Buna bağlı olarak da; son dine inanmayıp Müslüman olmayanların düşman kabul edilmesi, Müslüman olana kadar bunlarla mücadele edilmesi inancı.
Bu inancın kırılması için ortaya yeni fikirler attılar. Bu fikirleri yerleştirmek için, Papaz Thomas Michael 1987’de Türkiye’ye geldi. Bazı İlahiyat fakültelerinde seminerler verdi. Bu fikirlerin devamlı kendileri tarafından seslendirilmesinin tepki doğuracağını bildikleri için de, düşüncelerini yayma işini İlahiyat fakültelerinde ikna ettikleri bazı akademik kadrolara havale ettiler.
Bu, İslamın temel inancına aykırı fikirleri iki ana grupta toplayabiliriz:
1- “Kur’an-ı kerimin bazı ayetleri ve bazı hadis-i şerifler tarihi sürecini doldurduğu için bunlarla amel edilemez. Kur’an-ı kerimin gelmesiyle yürürlükten kalkmış olan İncil ve Tevrat’ın hükümleri hâlâ geçerlidir. Bugünkü İncillere ve Tevrata inanan, Yahudi ve Hıristiyanlar da cennetliktir. Ehl-i Kitap ile ilgili âyetler, hadisler tarihseldir, dolayısıyla bugünkü Yahudi ve Hıristiyanları değil o dönemin insanlarını bağlar.”
Nitekim, ülkemizde dinlerarası diyaloğun önde gelen temsilcisi Fethullah Gülen, bu konu ile ilgili âyetleri yorumlarken; Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili Kur’an-ı kerimde geçen ayetleri, bilinen manalarının dışında çok farklı bir düzeyde ele alıyor: Ayetlerde geçen düşmanlığın o günün Yahudi ve Hıristiyanlarını içine adığını, Kur’anın kullandığı aynı üslup, bugünün Yahudi ve Hıristiyanlarını içine alacak diye bir şart, bir mecburiyet olmadığını, ayetlerin kesin, fakat bugünkü Yahudi ve Hıristiyanları içine aldığının kesin olmadığını, ifade etmektedir.
( Hoşgörü ve Diyalog İklimi s.155-156)
Yine aynı kitapta, Sayın Gülen, Kur’an-ı kerimde, Hıristiyanlarla, Yahudilerle ve Müşriklerle ilgili geçen sert ifadelerin uç noktayı temsil ettiğini,Yahudi ve Hıristiyanlarla diyalog kurup dostluk tesis edilebileceğini, Kur’anın onları dost edinmemek konusundaki nehyinin (yasağının) hususi şartlarda olduğunu; bunu umumileştirmenin Kur’anın ruhuna aykırı olacağını, Üstad Bediüzzamanın “Münazarat” kitabında bildirdiğini ifade etmektedir. (s.170)
Hocaefendi, aynı konularla ilgili hadisleri yorumlarken de, “Yahudileri ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan âyetler ya Hazret-i Muhammed (A.S.M) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberlerleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.” diyor.
( Küresel Barışa Doğru, s.45)
Halbuki, bugüne kadar hiçbir İslam alimi
bu âyet ve hadislerin tarihsel olduğunu,
geçerliliğini yitirdiğini söylememiştir.
Aksine, kıyamete kadar
geçerli olduklarını ittifakla bildirmişlerdir.
Adem aleyhisselâmdan, Muhammed aleyhisselâma kadar, dinlerin nesh edilmesi, semavi kitapların, âyetlerin nesh edilmesi yani yürürlükten kaldırılması Allahü teâlâ tarfından yapılmıştır. Kur’anın bazı âyetlerinin veya bunların açıklaması olan hadislerin tarihsel olduğunu, geçerliliğinin kalmadığı iddiası, ve bunu savunmak yeni bir kitap veya Peygamberin geldiğini söylemek olur ki, bu da İslam inancına göre küfürdür.
Resulullah efendimiz, İslamiyeti kabul etmeyen Yahudilerin ve Hıristiyanların, Allah’a iman etmiş sayılmayacağını bunların Cehennemlik olduğunu bildirmiştir.
Dört büyük müctehid imamdan biri olan İmam-ı Ahmed bin Hanbel’in meşhur hadis kitabı olan El-Müsned isimli eserde, sahabeden Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunu açıkca göstermektedir:
“Allah Resûlü’ne biri geldi ve ‘Ey Allah’ın elçisi! Hıristiyanlardan Allah’a ve Resulü’ne inanarak İncil’e sâdık biri veya aynı şekilde Allah’a ve Resûlü’ne inanarak Tevrat’a bağlı biri, sonradan sana tâbi olmazsa, bu kişiler hakkında ne buyurursunuz?’ dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ümmetten biri veya Yahudi ve Hıristiyan bir kişi beni dinlemez ve getirdiğimi kabul etmeden ölürse, kesinlikle Cehennemlik olur.”
Bu konu ile ilgili diğer bazı hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruldu:
“Beni duyup iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan elbette Cehenneme girecektir.” (Hakim)
“Cennete sadece Müslüman olan girer.” (Buhari)
SALAVÂT-I ŞERÎFE
Cenâb-ı Hak,
Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı
üzerine yemin etmiştir. Yüce ismini, O’nun ismiyle birlikte zikretmiş ve mü’min
bir kul olmayı, O’nun nübüvvetine îmân şartına bağlamıştır. Huzurunda seslerin
yükseltilmesine râzı olmamış, mübârek isminin sıradan bir isim gibi
zikredilmesini istememiştir. Bütün bunlara ilâveten kendisinin ve meleklerinin,
O’na çokça salât ü selâm ettiklerini bildirerek ümmet-i Muhammed’in de aynı
şekilde O’na bol bol salât ü selâm getirmelerini fermân eylemiştir.
Nitekim
âyet-i kerîmede:
“Allâh ve
melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na çokça
salavât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyrulduğu vechile o
yüce varlığa salât ü selâm getirmek, mü’minler için ilâhî bir emirdir.
Ashâb’dan
Übey bin Kâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Gecenin
üçte biri geçince, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uyanıp kalktı ve
şöyle buyurdu:
«İnsanlar!
Allâh’ı zikredin! Allâh’ı zikredin! Yeri yerinden oynatan birinci sûr
üflenecek. Arkasından ikincisi gelecek. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak.
Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak.»
Hazret-i Peygamber’e:
«–Yâ Rasûlallâh! Ben Sana çok salavât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir?»
diye sordum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)