script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

SAFER (SEFER) AYININ SON CARSAMBASI YAPILMASI GEREKENLER

 
320 Bin Belanın İndiği Safer Ayının Son Çarşambası
 
Cübbeli Ahmet Hocaefendi
 
 

Peygamberimizin Duâları




"Ey, Rabbim! Gayb ilminle ve halk üzerine kudretinle, hayatı benim için hayırlı gördükçe beni yaşat, ölü­mü benim için hayırlı gördüğün zaman da beni vefât ettir.

Ey Rabbim! Gizlide ve açıkda senden haşyetini istiyorum.

Rızâ hâlinde de, gadab hâlinde de ihlâs sözünden ayırmamanı istiyorum, fakirlikte de zenginlikte de i'tidâlden ayırmamanı istiyorum.

Senden tükenmez bir ni'met, kesilmez bir göz ferahlığı (yüzde açıkça görülen neş'e ve huzûr) istiyorum.

Senden beni kazâna râzı kılmanı, ölümden sonra yaşamanın serinliğini istiyorum.

Senden yüzüne bakmanın lezzetini; sana kavuşmanın şevkini istiyorum.

Bütün bunları zarar vericinin zararından, sapdırıcı bir fitneden uzak olarak vermeni istiyorum.

Ey Rabbim! Bizi îmân zîynetiyle süsle, bizi doğru yolda olan hidâyet rehberleri kıl.”

el-Camiu's Sağir

ERKEK VE KADININ ÂİLEDE BİRLİKTE DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR


En merhametli anne-babalar, birbirlerini ve evlâtlarını Allâh’a kulluğa hazırlayanlardır.

 Erkek ve kadın, birlikte bir yuva kuruyorlar ve hayatlarını birleştirip başlarına gelebilecek her şeyi ortaklaşa paylaşmaya karar veriyorlar. Hayatı paylaşırken iki tarafın birden dikkat etmesi gereken ne gibi hususlar vardır?

Burada iki noktaya dikkat etmek lâzım:

–Mutluluk ve sevinçleri paylaşma,

–Hayatın yük ve sıkıntılarını paylaşma

Müştereklik dediğimiz ortak paylaşma, hayatın her hâlinde, yani rûhâniyet ve muhabbet ikliminde devam etmelidir. Sevinç ve mutluluklar paylaşıldığı gibi sıkıntı, keder, hüzün ve iptilâlar da paylaşılmalı; taraflar, her zaman birbirlerine destek vermeli, birbirlerini yıkayan iki el gibi olmalı ve yine birbirlerine en yakın tesellî kaynağını kendileri teşkil etmelidirler.

Çünkü hayat, her zaman pembe bulutların üzerinde devam etmez. İnişi-çıkışı, fırtınaları, virajı ve engebeleri olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. İnsanlar için gelecek günler, meçhul ve sürprizlerle doludur. Kader, bir sırr-ı ilâhîdir. Bu bakımdan en büyük güç ve destek kaynağı, öncelikle Allah’a bağlılık ve îmandır. İkinci büyük destek de birbirlerine kaynaşmış olan eşlerdir. Dikkat etmelidir ki, eğer çaresiz ve bitkin insanlar, başlarına gelen büyük musîbet ve felâketlerde âile içinden beklediği desteği bulamazlarsa, daha büyük yıkımlara ve çöküşlere mâruz kalabilirler. Ancak rûhen olgunlaşmış, anlayışlı fertlerden oluşan yuvalarda ise, başlarına gelen bâdireler, âilenin sağlamlığı ölçüsünde kolaylıkla bertaraf edilir.

Âile sağlamlığı, rûhî olgunluğa paralel olarak bilhassa karşılıklı geçim ehli olmaya da bağlıdır. Bu, birçok güzellik ve hayırlı neticelerin en mühim şartıdır. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit. Bak, o ne diyor: «Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki, gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…»”

Bu gül, bize de diyor ki:

“Sen de benim gibi ol!”

Böyle sağlıklı ve güçlü bir âile yapısının kurulabilmesi için nelere dikkat etmelidir?

Öncelikle âilede saâdet, iki taraflı gerçekleştirilebilecek bir husustur. Bunun temelini:

1. Birbiriyle iyi geçinmek,

2. Anlayışlı ve olgun davranmak,

3. Fedâkâr olmak, oluşturur.

Bunlar da bilhassa ahlâkî fazîlet, dirâyet, zekâ, samîmiyet, ve karşılıklı hassâsiyet ile mümkündür.

Yine eskilerin “hüsn-i muâşeret” dedikleri, iyi geçinmek için iki tarafta da şu beş özellik bulunmalıdır:

1. Dindârlık,
2. Fazîlet,
3. Muhabbet,
4. Merhamet
5. Sadâkat.

Peygamberimizin Duâları




Abdullah bin Abbas -radıyallahu anhüma-dan ri­vâyete göre Peygamber Efendimiz'in duâlarından bi­ri şu duâ idi: 

"Yâ Rabb! Kalbimi nurlandır, gözümü nurlandır, ku­lağımı nurlandır, sağımı nurlandır, solumu nurlandır, üs­tümü nurlandır, altımı nurlandır, önümü nurlandır, arkamı nurlandır ve beni nûr eyle (bir başka rivayette) benim damarlarımı nurlandır, etimi nurlandır, kanımı nurlandır, saçımı nurlandır, yüzümü nurlandır.” (Buhârî, Deavât, 9; Müslim, Müsâfirîn, 181)


 

ERKEKLERİN ÂİLEDE DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR ÂİLEDE DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR




Kadın ve çocukların, dînî, ahlâkî bakımdan olgunlaştırılması; onların dünya ve âhiret saâdetlerine sebep olacak şekilde terbiye edilmeleri, erkeğe âit mühim vazifelerdendir.

  Bir erkeğin âile yuvasında dikkat edeceği hususlar nelerdir?

Âile saâdetinin sağlam temeller üzerine oturması, sâlih bir babanın idâresine dayanır. Sâlih bir baba demek; âilenin geçimi, terbiyesi, muhafaza edilip gözetilmesi gibi vazifeleri en güzel şekilde yerine getiren baba demektir. Bu da, bilgili, uyanık, tecrübeli, becerikli ve özellikle îmanlı ve güzel ahlâklı olmayı gerektirir.

Efendim, bu konuyu biraz daha açacak olursak, bir baba, âilesi için neleri temin etmek mecburiyetindedir?

Erkek, evlenmeye karar verdiği zaman her şeyden önce kendisini ve mes’uliyetini (sorumluluğunu) üzerine aldığı âilesini helâlinden yedirip içirecek bir geçim kaynağına muhtaçtır. Çünkü yüce dinimiz, âilenin geçimini temin etmek külfetini erkeğe yüklemiştir ve hiç şüphesiz bundan dolayı da mirasta onun hissesini arttırmıştır. Bu itibarla erkek, bir geçim kaynağına sahipse evliliğe adım atmalıdır. Yani kendi kendine geçinemeyen bir insanın başkalarını da mağdur etmesi uygun olmaz. Bununla birlikte elindeki imkânları zayıf olduğu hâlde dînini daha güzel yaşamak için evlenmeyi düşünen kimselere Allah yardım eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendi lütfunun genişliğini hatırlatarak evliliği teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)

Bu âyet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, toplum içerisinde evlenmeye gücü yetenler bir an önce evlenmeli, kendi imkânlarıyla buna gücü yetmeyenler de evlendirilmelidir. Bu, İslâm toplumunun vazifesidir. Büyük bir hayır kapısıdır. Bu sayede toplumun ve fertlerin iffeti muhafaza edilmiş olur.

İffet ki, insana verilmiş bir fazîlet vasfıdır. Diğer varlıklarda iffet düşünülemez. Lâkin insan, bu insanî vasfını kaybederse diğer mahlûkâtın seviyesine düşmüş olur.

Hiç şüphesiz, Allah’ın her insana verdiği zekâ, güç, kâbiliyet, özellik ve temâyüller farklı farklıdır. Bu sebeple değişik meşrepler ve meslekler meydana gelmiştir. Toplum düzeninin devamı için gerekli olan her mesleğe ve bu mesleklerin erbâbına ihtiyaç vardır. Bir toplumun bütünü içinde kasap da olacaktır, çöpçü de, doktor ve hoca da… Öyleyse herkes imkânlarına göre bir âile kurmaya gayret etmelidir. Bu âileyi kurarken de tarafların içtimâî (sosyal) durumlarında bir denklik olmalıdır. Bu, sadece maddî imkânları değil, aynı zamanda görgü, bilgi ve örf denkliğini ifade eder. Böyle olursa karşılıklı istekler arasında yuvayı sarsacak aykırılıklar olmaz. Anlaşma daha kolay gerçekleşir. Meselâ denklik olmadan evlenen bir erkek, hanımına ortak noktada bir hayat yaşatamaz ve onun hüsranına sebep olabilir. Çok aşırı muhabbetler sayesinde böyle muhtemel hüsranların engellenmesi mümkündür. Ancak bunlar, yok denecek kadar istisnâdır. Dolayısıyla evliliklerin prensip olarak denk âileler arasında olmasına dikkat etmek, her zaman daha faydalı ve isabetli olmuştur.

Bu demektir ki, maddî imkânlardan daha da öteye mânevî duyguları, gâye ve istekleri birbirine yakın olan insanların anlaşma ve kaynaşması daha kolaydır.

Diğer taraftan âilelerin maddî durumları, erkeğin çalışma ve kazanma derecelerine göre düzenlenir. Bir babadan, gücünün ve kazancının üstünde taleplerde bulunmak, anne ve çocuklar için hak değildir. Baba, kazancının elverdiği imkânlar içinde, “mesken, gıda ve elbise” ihtiyaçlarını karşılamakla vazifelidir.

Mesken; ister kira, ister mülkiyet şeklinde olsun, âile fertlerini rahatça barındırabilecek genişlikte ve mümkün olduğu kadar iyi bir semt ve güzel komşular arasından seçilmelidir. İmkân varken, kötü ve ahlâksız komşuların bulunduğu, izbe, sağlığa elverişli olmayan yerlerde oturmayı tercih etmek, âile fertlerine haksızlık olur. Bu hatâ, zamanla ahlâkın zaafa uğramasına ve âile yuvasının yıkılmasına zemin hazırlar.

Erba´in-i İdrisiyye 26. İsm-i Şerif

 
Lalegül Dergisi
 
 

KADINLARIN ÂİLEDE DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR


 
“Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhafaza eder.”

(İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857)

    ile yuvasında huzur ve saâdeti temin etmek bakımından bir kadının dikkat edeceği hususlar nelerdir?

Her şeyden önce hanımlar, yaratılışımızın bir îcâbı olarak Allah’a kulluğa ve takvâya riâyet etmelidir. Bu hususta ibadete, namaz ve niyaza dikkat etmenin yanında helâl ve harama da îtinâ göstermelidirler.

Âile içinde hanımın takvâ ve istikâmeti; kocasını, çocuklarını, akrabalarını ve hattâ komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mâhiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir.

Hanımlar için Allah’a kulluktan sonra gelen en mühim vazife; kocalarını ve âile fertlerini mesut etmektir. Kocalarını memnun etmek ve âile saâdetine gölge düşürmemek kadınlara Rabbimizin rızâsını kazandırır. Nitekim Peygamber Efendimiz:

“Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhafaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857) buyurmuştur. O hâlde bir kadın, kocasının memnuniyetinin yollarını arayıp bulmalı, onun rızâsını kollamalıdır.

Efendim, bu konuyu biraz daha açacak olursak, bir hanım evinde, günlük hayatında nelere dikkat etmelidir?

Evin içindeyken, kendine îtinâ göstermeli, temiz ve bakımlı olmalıdır. Sıradan bir erkeğin nazarında bile kadının pasaklı ve derbeder olması onun gözünden düşmesi için yeterlidir. Kocasının yanında, göze hoş gelmeyecek her türlü görüntüden uzak olmalıdır. Evde aradığını bulamayan kimsenin gönlü, dışarıda yanlış yerlere doğru kayar ve nihayet âile saâdeti zaafa uğrar. Bu yüzden ev içinde kadın, renk ve kokusu muhtelif çiçeklerden derlenmiş bir buket gibi olmalı; eşine saâdet ve huzur tevzî etmelidir. Beyi akşam saatlerini özlemeli, akşam eve dönmekten nefret etmemelidir.

Sâliha bir hanım, kocasını güleryüzle ve kapıda karşılamalı, evden çıkarken de güzel söz ve duâlarla yolcu etmelidir. O gün kendisi çok yorulmuş olsa bile bunu belli etmemeli ve onun yanında yüzünü ekşitmemelidir. Kocasının sıkıntılarını paylaşmalı, yorgunluğunu atmasına yardımcı olmalıdır.

Aşırı alınganlık, gerekli-gereksiz şikâyetler sebebiyle birbirlerinin huzurunu kaçırmamaya çalışmalıdırlar. Bu konuda ashâb-ı kirâmdan Ümmü Süleym’in kocasına karşı tavrı ne güzeldir. Çocuğu vefat etmiş olduğu hâlde bu, onu kocasına hizmet ve fedâkârlıktan alıkoymamıştır. Rivâyet edilir ki, Ebû Talhâ’nın ağır hasta olan oğlu, kendisi evde yokken vefat etmişti. Ümmü Süleym, çocuğun vefat ettiğini görünce onu gasledip kefenledi. Ebû Talhâ gelince:

“–Oğlan nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym:

“–Çocuğun ıstırabı sakinleşti, istirahat ettiğini zannediyorum.” dedi. Ümmü Süleym, ev halkına:

“–Sakın Ebû Talhâ’ya oğlunun öldüğünü söylemeyin, tâ ki, ben söyleyinceye kadar!..” diyerek sıkı tenbihatta bulundu. Sonra kocasının yemeğini getirdi. Ebu Talhâ yemeğini yedi. Ümmü Süleym süslenip zevcesine göründü. Beraberce istirahate çekildiler. Sabah olunca, Ebû Talhâ evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym:

“–Ey Ebû Talhâ, şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemediler.” dedi. Ebû Talhâ:

“–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ümmü Süleym:

“–Ey Ebû Talhâ, oğlun senin yanında Allah’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talhâ birden şaşırdı, sustu ve sonra:

“–Biz Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz” diyebildi. Namaz için mescide gittiğinde olan biteni Hazret-i Peygambere anlattı. Allah Rasûlü:

“–Cenâb-ı Hak, bu gecenizi mübârek kılsın.” diye duâ etti. Bu duâ üzerine daha bir yıl geçmeden Allah, bu âileye bir erkek evlât daha ihsan buyurdu. Peygamber Efendimiz bu yeni doğan çocuğa hurma yedirerek duâda bulundu ve ismini “Abdullah” koydu. Yine bu duânın bereketiyle Abdullah’ın dokuz veya yedi çocuğu olduğu ve hepsinin kurrâ hâfız oldukları rivâyet edilmiştir. (Buhâri, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23; Fezâilü’s-sahâbe 107)

Sâliha bir hanım, huzur dolu bir âile ortamı için kocasıyla münâsebetlerinde başka ne gibi incelikleri gözetmelidir?

Beyini hiçbir zaman ihmal etmemeli, âile fertleri arasındaki sıralamada onu ikinci sıraya düşürmemelidir. Bu hâl, yaratılışa ters düşeceği için normal bir erkek, kadının böyle bir davranışını kabullenemez.

Bir insanı memnun etmek için onu iyice tanımak gerekir. Bu yüzden hanım; kocasını anlamaya, onun ideallerini, alâkalarını, hislerini, zevklerini paylaşmaya ve ondan kopmamaya çalışmalıdır. Buna mukâbil erkek de hanımına karşı aynı şekilde hareket etmelidir. Eğer bunu önemsemezlerse, hayat arkadaşlığının tabiî îcâbı olan “beraberlikler, ortak noktalar ve paylaşmalar” gittikçe azalır ve eşler birbirinden zamanla uzaklaşır. Vakitlice tedbir alınmazsa bu bir müddet sonra öyle bir hâl alır ki; eşler arasındaki muhabbet ve birliktelik, yerini ayrılık ve nefrete bırakabilir. Bunun en kötü mevsimi ihtiyarlıktır. Birlikte geçirdikleri yıllar boyunca birbirini tanıyıp anlamaya çalışmamış kimselerin ihtiyarlık demlerindeki ayrılığı ise, hazîn bir yalnızlık, geri dönülmez bir hasret ve nedâmettir.

Hanım, beyine hayırlı ve meşrû her işinde yardımcı ve destek olmalıdır. Onun akrabalarına da hürmette kusur etmemelidir. Tercih ve fedâkârlık durumunda kalırsa, onun âilesine daha fazla yakınlık göstermelidir.

Hayat sürprizlerle doludur. Felâket ve buhran zamanları olabilir. Böyle zamanlarda beyinin yanında bulunması ve onun yükünü hafifletmeye çalışması gerekir. Büyüklerimiz ne güzel demişler:

“Halı ol, üzerinde kırk tane ayak dolaşsın ki, baş tâcı olasın.”

Ahıskalı Ali Haydar Efendinin Şeyhi Ali Rıza El-Bezzaz Hazretlerine Yazdigi Siiri

 
 
Canimizin Cani Efendi Babamiz el Hac Ali Haydar el-Ahishavi (ks) Hazretlerinin, Seyhi Emcedleri el Hac Ali Riza el-Bezzaz (ks) Hazretlerine reca ve niyaz namesidir.
Bu emr-i celile imtisal ancak ask ve muhabbet ehline müyesserdir. Bi ganelerin kari müskildir.
Denizli Ibrahim Efendi´ye Sükranlarimizi Arz Ederiz.ir.
 
 
(Lalegül) Dergisi Ocak 2010
 

İSLÂM’DA NİKÂH VE ÂİLE


Nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insanın diğer varlıklardan imtiyâzıdır.

Efendim, günümüzde evlilikle ilgili birçok tartışmalar yapılmaktadır. Öncelikle insanlar, topluluk hâlinde yaşamaya ve âile kurmaya mecbur mudurlar? Kendi başlarına hayatlarını idâme ettirseler olmaz mı?

Yalnızlık ve teklik Allah’a mahsustur. Çünkü o yüce Yaratıcı, bir ve tek olmayı sadece kendisine has bir keyfiyet kılmış ve bu itibarla bütün varlıkları çift olarak yaratmıştır. Dolayısıyla bütün varlıklar, bu çift olma özellikleri bakımından birbirlerine muhtaçtırlar. Aynı zamanda yaratılmış olmaları yönüyle de yapılarına göre bir noksanlık ve acziyet içindedirler. Yani “mâsivâullah” adı verilen, Allah’tan gayri bütün varlıklar; binbir türlü ihtiyaç içinde hem birbirlerine ve hem de her şeyi yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’a ebediyyen muhtaçtırlar.

Bunlar arasında bilhassa “insan”, başkasına muhtaç olmak yönünden âdeta en başta gelir. Zira insanın ihtiyaç ve istekleri, diğer varlıklara göre çok daha fazladır. Üstelik bu ihtiyaçlar, sürekli artar ve bir türlü de bitmez. Çünkü insan, devamlı olarak maddî-mânevî rahat içinde yaşamak ister. Sıkıntı, yokluk, ıstırap, çile ve felâketler ona zor gelir. Bu anlarda bilhassa tutunacak bir el, sığınacak bir gönül arar.

Bu itibarla âdemoğlu, “üns” veya “ünsiyet” yani “ülfet ve dostluk” kelimelerinden türetilmiş olan “insan” kelimesiyle isimlendirilmiştir. Bu bile onun başka varlıklar ve özellikle kendi cinsinden olanlarla bir beraberliğe muhtaç bulunduğunu gösterir. Bu muhtaçlık, insanın en birinci özelliğidir ve insan, âdeta bu özelliği ile tanıtılır.

Bu gerçeğin en bâriz bir şekilde ortaya çıktığı durum, kadın-erkek beraberliğidir. Bu husus, nesillerin devamını sağlamak bakımından vazgeçilmez bir zarûret, hattâ şarttır.

Onun için bu zarûret, diğer canlılarda erkek-dişi, cansız varlıkların kimyevî terkiplerinde ise artı (+), eksi (-) sûretinde tecellî etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerimede bu hususa temas edilir:

“Her şeyi çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)

“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yâsin, 36)

“Ve sizi çift çift yarattık.” (en-Nebe, 8)

Bu âyetlerde zikredilen çift yaratılma keyfiyeti, aynı varlıktan iki adet şeklinde değil, yukarıda zikredildiği gibi her şeyin “erkek-dişi” veyahut da “eksi-artı” olarak yaratılmasıdır. Aksi hâlde bunlardan birinin yaratılışı fuzûlî bulunur ve böyle bir gereksizlik de Cenâb-ı Hakk’ın “müteâl” yani “bütün kemâl sıfatlarının sahibi” mânâsındaki yüce sıfatına ters düşerdi. Kısacası o çift çift yaratmış, ancak her şeyiyle birbirine benzer şekilde hiçbir ikiz yaratmamıştır. Tek yumurta ikizlerinin de iç dünyalarından parmak uçlarına ve gözlerine kadar birbirinden farklı o kadar yönleri vardır ki…

Hâsılı Allah Teâlâ, varlıkları çift çift yaratmış ve aralarına da birbirlerine yakınlık kurmaları için cezbetme ve cezbedilme kanunu koymuştur. Böylece onların maddî ve mânevî kemâlini, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır.

Bu hakîkat etrafında bir erkeğin kadına, bir kadının da erkeğe ihtiyaç ve temâyülü, özü itibarıyla neslin devamı içindir. Ancak tek gâye, elbetteki bu değildir. Çünkü kurulan sağlam bir âile yapısı ile fertlerin rûhî ve içtimâî huzur, sükûn ve âhengi de insanoğlunun muhtaç bulunduğu son derece mühim bir gâye ve hedeftir. Bu rûhî huzur, sükûn ve âhenge ulaşmada arzu edilen zirveye ise ancak “muhabbetullah” ile varılabilir. Yani kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla yönelmesi ile… Bu, Leylâ’dan Mevlâ’ya doğru bir yolculuktur…

Yani bu yolculuk için -tabir caizse- Leylâ şarttır. Çünkü muhabbetullah ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin birinci merhalesini kadın-erkek arasındaki muhabbet teşkil eder. Zira muhabbet, nefsânî arzularla başlamış olsa bile onu aşmadıkça “aşk” hâline gelmez. Aşk, sevilenler üzerindeki ilâhî tecellîlerin birbirini çekmesinin adıdır.

Bu çekim kuvvetinin merkezi olan kalpler, birbirlerine muhabbetle bağlanan eşler vesîlesiyle âdeta sevdâ antrenmanları (temrinleri) yapar ve böylece muhabbetullaha hazır hâle gelir, Allah’ı sevme kâbiliyeti kıvam kazanır. Âilenin tabiî meyvesi olan evlât ile bu kâbiliyet daha da olgunlaşır, liyâkate döner.

İşte bu liyâkat ile muhabbetullahın gönülleri kuşatması için evliliğin, ilâhî emirlere uyularak gerçekleşmesi lâzımdır. Yalnızca aklî ve nefsânî arzu, heves ve temâyüllerle gerçekleşen bir evlilik -ekseriyetle- muhabbet meyvesini hâsıl etmemektedir. Dolayısıyla böylesi kurulan yuvalarda, evlilikten beklenilen mânevî olgunlaşma ve kalbin muhabbet eğitimi gerçekleşmez. Yani gönüller lâyıkıyla istifade edemez. Çünkü böyle evliliklerde insanlar, umûmiyetle nefsânî iştihaların kölesi olurlar. Mâneviyatta ilerleme şöyle dursun, gönül dünyaları daha da geriler, kuraklaşır ve soysuzlaşmaya kadar varabilir.

Olgunlaşmaya ve mânen yükselmeye, yani dînin yarısını tamamlamaya vesîle olan evlilikler, ulaşılması gereken ideal seviyeyi göstermektedir. Nasıl ki, bir şeyin tamamı elde edilemese de elde edilebilecek tarafından vazgeçilmez, aynı şekilde herkes gücü nispetinde bu ideal vasıfları temin etmekten geri kalmamalıdır. Ancak bu sayede evlilik vesîlesiyle arzu edilen huzur, sekînet ve olgunluğa ulaşılabilir.

Erba´in-i İdrisiyye 25. İsm-i Şerif

 
Lalegül Dergisi
 
 
 

İMAN VE İMTİHAN


 
Tasavvufun başlıca gâyesi, ham insanı ihlâs ile tezyîn ederek kâmil insan hüviyetine kavuşturmaktır. Çünkü insan, kendisini Rabb’ine vâsıl edecek kudret akışları ve Rabbânî sırlarla techîz edilmiş olan şu kâinâta, ebediyyet âlemine hazırlanmak için gelmiş ve bu maksada binâen muhtelif imtihânlara tâbî kılınmıştır. Onun, ebedî âlemde kendisi için hazırlanmış olan nîmetlere nâil olabilmesi de, bu imtihânları kazanarak bir kalb-i selîm elde edebilmesine bağlıdır. 

Bu nükte dolayısıyladır ki insanlar, îmân ve fazîlet dâvâsında çile, sıkıntı, ızdırap ve elemle dolu binbir merhalelerden geçirilirler. Böylece Hakk yolunda ilâhî dâvânın sâdıkları ile fâsıkları birbirinden ayırd edilir. Bunun içindir ki, sadece îmân etmek kâfî değildir. Onu amel-i sâlihle süsleyerek ilâhî imtihânlarda muvaffak olabilecek bir seviyeye yükseltmek zarûreti vardır.

Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ

“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar yalnız «inandık» demekle  hiç imtihân edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?”

“Şânım hakkı için onlardan öncekileri de imtihân ettik. Elbette Allâh, (dîn ve îmân dâvâsında) sâdık olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 1-3) buyurarak îmân ve imtihânın âdetâ içiçe olduğunu beyân eylemiştir.

Buna göre; îmân bir lutuf, imtihân da onun miyârı, kuldan istenilen sabır ve teslîmiyyetle îmânı muhâfaza ise, bir bedel mesâbesindedir. Yâni Hakk Teâlâ, verdiği lutfunun yüceliğini ve değerini idrâk ettirmek için kullarına takdîr buyurduğu imtihânlarla -onların iktidarları nisbetinde- âdetâ bir bedel taleb etmektedir. Âyet-i kerîmedeki:

إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ

“Allâh mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) ifâdesi de, bu hakîkatin bir tezâhürüdür.

Dolayısıyla, rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için, Hakk’ın istediği bedelleri (can, mal-mülk, vesâireyi) seve seve O’nun yolunda fedâ etmek, îmânın kemâline vesîledir. Mü’minlerin şu imtihân dünyâsındaki ibtilâ, mihnet ve meşakkatlerinin âhıret kazancına bir bedel olarak kaydedildiği şüphesizdir.

Hazret-i Hüdâyî ne güzel söylemiş:

Cân terkini urmadan,

Cânân eline girmez!

Zünnârını kırmadan,

Îmân eline girmez!

…..

Olmadan esîr-i derd

Dermân eline girmez!

Su gibi erinmezsen,

Yerlere sürünmezsen,

Taşlarla örünmezsen,

Ummân eline girmez!

Diğer taraftan dünyâ ihtirasına kapılmış îmânsızların, Kur’ân’a ve dîni yaşamaya çalışanlara yaptıkları tecâvüzler ise, onlar için ebedî ızdırap ve felâket dolu bir cehennem azâbının kahredici bedeli hükmündedir. Zîrâ onlar, iki yönden azâbı hak etmektedirler. Biri îmân etmemeleri, diğeri de mü’minlere zulmetmeleridir.

Safer Ayinin Ilk Gece Namazi

 
Lalegül Dergisi
 

GAFLET


Yolu engin sahrâlara uğrayan bir seyyah, dalgın dalgın yürürken vahşî bir hayvana rastladı ve canhıraş bir telaşla kaçmaya başladı. Fakat ne kadar hızlı koşsa da kurtulamayacaktı. Bu sebeple kendisini, karşısına çıkan bir kuyuya hiç düşünmeden bırakıverdi. Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında büyümüş olan bir dal gördü ve ona tutundu.

Fakat o ne; tutunduğu dalı biri siyah, biri beyaz iki fâre hiç durmadan kemirmekteydi. Kuyunun dibine baktı; bir ejderha ağzını açmış onun düşmesini bekliyor, ayrıca yuvalarından başlarını çıkarmış dört yılan var!..

Bu ahvâlin dehşet ve vehâmetini farkeden adamcağız, büyük bir korku ve endişeye kapıldı. İçine düştüğü şu durum, ne küçük bir ihmâle ne de vakit kaybetmeye müsâitti. Bir an evvel, yâni fareler tutunduğu dalı kemirip bitirmeden önce kuyudan çıkmalıydı…

Garip adam, bu vaziyetin ciddiyet ve tehlikesini düşünürken o esnâda kuyu duvarının kendisine yakın bir yerinde iştah açıcı güzel bir petek gördü. Canı çekti ve içinden:

“–Şu garip yerde böyle güzel bal!.. Durumum uygun değil ama, hiç olmazsa tadına bakayım; ondan sonra vakit kaybetmeden yukarı çıkarım!” dedi.

Bala uzanıp ondan tattığında da öylesine bir haz aldı ki:

“–Böyle balı bir daha nerede bulurum; hazır onu elde etmişken biraz daha yiyeyim!” demeye başladı ve kendisini balın lezzetine kaptırdı.

Böylece aklını, fikrini, gönlünü ve gözünü bala çeviren bîçâre, içinde bulunduğu durumla ilgili hiçbir şey düşünmez ve kurtuluş çâresi aramaz oldu. Bir devekuşu nasıl başını kuma sokup etrâfından ve kendisinden haberdar olmazsa, o da aynı şekilde âdetâ başını bala gömmüş, başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Ancak onun bu vurdumduymazlığı ne farelerin dalı kemirmesine, ne de ejderha ve yılanların pusuda beklemesine elbette ki hiçbir şekilde tesir etmedi. Nihâyet kemirilen dal koptu ve gâfil yolcu, kuyunun dibine düşerek helâk olup gitti…

Bu kıssadaki kuyu ve âfetler, dünyâ hayatını; ejderha ve yılanlar, dünyevî ve nefsânî kötü sıfatları; bal, aldatıcı fânî lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare de gece ve gündüzü, yâni ömrü eriten zamanı temsil eder. Seyyah da, bu şartlar içinde şu imtihân âlemine gelip geçen bir yolcudur ki, eğer gaflete dalarsa onu bekleyen netice helâkten başka bir şey değildir.

Bu durumda beşer için en mühim husus, birgün nedâmet tuğyânları ile ağlatacak olan her türlü gafletten korunmasını bilmek, ebedî huzûr ve sürûra garkedici yüce kurtuluşa nâiliyet yolunda gayret etmek olmalıdır… Zâten insanın yaratılış gâyesi ve içinde bulunduğu ahvâl, bunu îcâb ettirmekte değil midir?

Mâlumdur ki her mahlûkun seâdeti, kendi yaratılışındaki gâyeye uygun olarak yaşaması ile tahakkuk eder. Cihanın en üstün varlığı insan olduğundan onun seâdeti de, yaratılış sebebinden haberdâr olması, davranışlarını buna göre tanzîm etmesi, içinde bulunduğu fânî âlemin ve onun gel-geç sevdâlarının nefisle el ele vererek hazırladığı tehlikeli tuzaklara karşı uyanık olmasıyla mümkündür. Bu da, kimin mülkünde yaşadığı ve kimin verdiği rızık ile hayâtını devâm ettirdiğinin idrâki içinde kulluğa yakışır bir mâhiyette derin, ince, zarîf, şükrânî ve istikâmet üzere amel-i sâlihlerle müzeyyen bir hayata bağlıdır.

Yoksa ahsen-i takvîm (varlıkların en şereflisi) vasfıyla yaratılan insanın, Allâh’tan uzak, kendini bilmez ve öz cevherinden lâyıkıyla haberdâr olmaksızın yaşaması, yukarıda geçen misâldeki gibi şiddetli bir gaflet olur ki, bu, hayat adına hüsran dolu bir sürünme ve pek acı bir sefâlettir. Hüdâyî Hazretleri, ahsen-i takvîm olarak yaratılan kulun bu hâle düşmemesi için îkaz sadedinde şöyle der:

Gidenleri görmez misin?

Yer altına girmez misin?

Hakk katına varmaz mısın?

Nic’olur hâlin ey gâfil?

Tâat kapusın kaparsan

Doğru yolundan saparsan

Nice bir mala taparsan

Nic’olur hâlin ey gâfil?

Erba´in-i İdrisiyye 24. İsm-i Şerif

 
Lalegül Dergisi
 
 

AMENTÜ




(Amentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusulihi velyevmil ahiri ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teala velba'sü ba'delmevti hakkun eşhedü en la ilahe illallah ve ehedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü )

( MANASI )

"Ben Allah-u Teala'ya , meleklerine , Kitaplarına , Resul ( Peygamber ) lerine , ahiret gününe , kader  ( takdir edilen şeyler ) in hayırlısı ve şerlisi ( yaratılmak yönünden ) Allah-u Teala dan olduğuna inandım.
Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet ederim ki Allah (-u Teala) dan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki , Muhammed (s.a.v.) Allah (-u Tealan)ın kulu ve resulüdür"

Bilindiği Üzere iman şartları altıdır.
1- ( Amentü billahi ) ALLAH'A İNANMAK
   Tabiki Allah'â inanmak için evvela onu tanımak lazımdır. Yahudi ve Hristiyanlar da Allah'a inandıklarını söylemektelerse de ; "Allah'ın oğlu ve hanımı var " şeklinde sapık inançlarından dolayı Allah'a inanmaları muteber sayılmamıştır.

Dolayısıyla Allah'a inanmak onun " Varlığına , birliğine , doğmadığına , eşi dengi olmadığına ,bütün kemal sıfatlarla muttasıf olup bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna"  inanmak demektir ki bu hususta daha geniş malumat ileride vermeye çalışacağız.

O halde Allah-u Teala hakkında şuna inanmalıyız ki " Allah-u Teala varlığı vacip olan , yokluğu düşünülemeyen ve varlığı zatından olup hiçbir kimseye muhtaç olmayan bir zattır. "

Allah-u Teala bütün kemal sıfatlarla mevsuf  ( Üstün Sıfatlara Sahip ) olup , Noksan sıfartların tümünden münezzeh ( son derece uzak ) tir.

Allah-u Teala hiçbir icap ( Kimsenin Zorlaması ) olmaksızın dilediğini yapan , hiç şüphesiz mahlukatı yaratan ve her yaptığını bir hikmete dayalı olarak yerli yerinde yapandır.

Melekler  Allah-u Teala'dan izinsiz hiç bir şeyi kendiliklerinden yapmadıkları için herhangi bir nedenle onlar hakkında kötü konuşmak ve onlara düşman olmak gerçekte Allah'a düşmanlık sayıldığından insanı dinden çıkarır.

Bu husus Yahudilerin Cebrail ( Aleyhisselam ) a düşmanlığı ile ilgili Bakara suresinin 97-98. ayeti kerimelerinde zikredilmiştir.

2- ( Ve Melaiketihi ) MELEKLERİNE İNANMAK

Ihlas

 
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ameller, niyetlere göredir…” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 41; Müslim, İmâre, 155)
Bu itibarla başta ibâdetler olmak üzere bütün hayırlı amellerin, Allâh rızâsı için yapılması esastır. Bu da, ancak ihlâs ile tahakkuk edebilir. Diğer bir ifâdeyle, yapılan amelleri ancak ihlâs ile ulvî bir gâyeye bağlayarak ibâdet vasıf ve derecesine yükseltmek mümkündür. Dolayısıyla Allâh katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır.
İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kasdederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsânî gâyelerin gölgesini düşürmemektir. Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel, özden mahrum kuru bir yorgunluktan ibârettir.
İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilme gâyesiyle her türlü dünyâ menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.
İhlâs, amellerin, başta riyâ ve ucub olmak üzere her türlü mânevî kirden arınmasıdır. Zîrâ bunlar, ihlâsı bulandıran ve onu yok eden kalbî hastalıklardır.
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayri bütün emelleri gönülden söküp atmak, müslümanın îfâsına mecbûr olduğu büyük bir vazîfedir.
Lâkin şuna dikkat etmek lâzımdır ki, ihlâs sâhibi kimseler her an nefsâniyetin galebesi neticesinde bu güzel hâllerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Zirvede durmak nasıl zor ise, ihlâsı muhâfaza edebilmek de o derece güçtür. Nitekim bu hususta Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin şu sözü pek meşhurdur:
“Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır. İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimâli vardır, ancak ihlâslılar müstesnâdır. İhlâslılar da (dünyâda her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…”16
Bütün zorluğuna rağmen ihlâsı muhâfaza edebilen kullar ise pek çok ilâhî lutuflara mazhar olurlar. Ezcümle:
İhlâs, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler. Çünkü Allâh’ın, insanların amellerinden murâdı, ancak kendi rızâsının hedeflenmiş olması, yâni ihlâstır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni Allâh’a has kılarak ihlâs ile kulluk et!” (ez-Zümer, 2)
“De ki: Ben, dîni Allâh’a has kılarak ihlâslı bir şekilde O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ez-Zümer, 11)
İhlâs, mü’mini, en büyük düşmanı olan şeytanın tasallutundan kurtarır. Zîrâ o, ancak ve ancak ihlâsta zaaf gösterenlere musallat olabilmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
(Şeytan) dedi ki: Ey Rabbim! And olsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlakâ azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!”
(el-Hicr, 39-40)
İhlâs sâhibi olanlar, cehennem azâbından âzâd olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın: (Azaptan) ancak Allâh’ın hâlis kulları istisnâ edilecektir.” (es-Sâffât, 40)
buyruğu bu hakîkati müjdelemektedir.
İhlâsla yapılan amel, az da olsa, sâhibinin kurtuluşuna kâfîdir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan az amel bile sana kâfî gelir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 341)
İhlâs, ilâhî nusreti celbeder. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“Allâh bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” buyurmuştur. (Nesâî, Cihâd, 43)
1 9