"Engelli" kavramı; zihin, ruh, beden ve uzuvlarda bulunan bir ârıza ve hastalık sebebiyle hayatını
sürdürmede, işlerini görmede ve topluma uyum sağlamada sıkıntısı bulunan
kimseleri ifade eder. Engelliler "özürlü" kavramı ile de
ifade edilmektedir. Özürlüler hakkında hazırlanan kanun tasarısında
"engelli" şöyle tanımlanmaktadır: “Doğuştan veya sonradan, herhangi
bir hastalık veya kaza sonucu, bedensel, zihinsel, ruhsal, sosyal, duyusal ve
duygusal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeniyle toplumsal
yaşama uyum sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılamada güçlükleri olan bireydir.”[2]
İster
sağlıklı ister engelli olsun her insan, Allah'ın yer yüzünde yarattığı en kıymetli ve en değerli varlıktır.
لقد خلقنا
الانسان في احسن تفويم
“Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık”
(Tin, 95/4),
وصوركم
فاحسن صوركم
“Allah size şekil verdi ve şeklinizi en güzel
yaptı” (Teğâbün,
64/3) ve
ثم سويه و نفخ
فيه من روحه و جعل لكم السمع و الابصار و الافئدة
“Sonra insanı şekillendirip ona ruhundan
üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrâk organları yarattı” (Secde, 32/9)
anlamındaki
âyetler, Allah’ın insanları en güzel ve en mükemmel biçimde yarattığını ifade
etmektedir
Yüce
Allah, insanları servetleri, ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri,
nesepleri, fizyolojik yapıları, engelli veya sağlıklı oluşları açısından
değerlendirmez. Onları îman, sâlih amel,
güzel ahlâk, ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü
davranışları, takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir.
ان
اكرمكم عند الله اتقيكم
"Allah katında en üstün olanınız en muttakî
olanınızdır" (Hucûrât, 49/12) anlamındaki âyet
ile
ان
الله لا ينظر الى صوركم و اموالكم و لكن
ينظر الى قلوبكم و اعمالكم
"Allah sizin sûretlerinize ve servetlerinize
bakmaz. Fakat kalplerinize (îman veya inkâr halinize) ve amellerinize bakar"[3] anlamındaki
hadis, bu gerçeği ifade etmektedir. Kur'ân ve hadislerde engellilere bu
bağlamda yer verilmektedir.
Kur'ân Engelliler Hakkında Ne Diyor
Kur'ân’da
görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engelliler ile hastalıklardan söz
edilmektedir. Konu ile ilgili âyetlerin büyük çoğunluğu mecâzi anlamdadır.
Fiziksel anlamda engellilik ve hastalık ile ilgili âyetlerin sayısı oldukça azdır.
Görme, İşitme Ve Konuşma
Engelliliği
Kur’ân’da
dünya ve âhirette fiziksel ve mecazi anlamda körlük, sağırlık ve dilsizlikten
söz edilmektedir.
Fiziksel Anlamda
Fiziksel
anlamda körlük; gözlerin görme özelliğini kaybetmesi, sağırlık, kulakların sesleri ve konuşulanları duyamaması,
dilsizlik konuşama yetisinin yetirilmesidir.
Kur'ân'da
körlük; sorumluluk, değer verme, benzetme yapma, ruhsat bildirme
ve tedavi bağlamında; sağırlık ve dilsizlik ise
benzetme bağlamında geçmektedir.
a) Fiziksel
anlamda körlük:
Sorumluluk bağlamında; ليس
على الاعمى حرج
“Köre güçlük yoktur” (Nur, 24/61.
Fetih, 48/17) anlamındaki
âyet, görme engellilerin savaşa katılma zorunlululuğunun bulunmadığını ifade
etmektedir.
Benzetme
bağlamında; Allah,
inkâr edip isyan edenler ile îmân edip sâlih amel işleyenleri kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara
benzetmektedir:
مثل
الفريقين كالاعمى و الاصم و البصير و السميع
هل يستويان مثلا افلا تذكرون
“Bu
iki zümrenin durumu kör ve
sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların
durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 11/24).
Bu
âyette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve
işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır. Böyle bir şeyi Allah hakkında
düşünmek bile mümkün değildir.
Değer verme bağlamında; Allah’a ve
Peygambere yönelen görme özürlü insan, inkâr edip isyan eden zengin ve itibarlı
insandan daha değerlidir. Bu husus, Abese suresinin ilk on iki âyetinde açıkça
bildirilmektedir. Âlemlere rahmet, bütün insanlara peygamber, örnek, uyarıcı ve
müjdeci olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’nin ileri
gelenlerini dine davet ile meşgul olması sebebiyle bir a’ma ile ilgilenmediği
için uyarılmıştır:
عبس
و تولى ان جاءه الاعمى و ما يد ريك لعله يزكى او يذكر فتنفعه الذكرى اما من استغنى
فانت له تصدى و ما عليك الا يزكى و اما من جاءك يسعى و هو يخشى فانت عنه تلهى
كلا انها تذكرة فمن شاء ذ كره
“Kendisine o a’mâ geldi
diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü, yüz çevirdi. (Ey Peygamberim!) Ne
bilirsin belki o a’ma temizlenip arınacak; yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek, kendisini
muhtaç hissetmeyene gelince sen ona yöneliyor, onun sesine kulak veriyorsun,
(istemiyorsa) onun temizlenmesinden sana ne, ama sana Allah’a derin bir saygı
ile korku içinde koşarak geleni bırakıp ondan gaflet ediyorsun; hayır böyle yapma, çünkü bu (Kur'ân
sureleri) bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.”
Peygamber
efendimiz (a.s.), Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden Ebu Cehil (Amr ibn
Hişâm), Ümeyye ibn Ebî Halef, Abbâs İbn
Abdülmuttalib ve Utbe ibn Ebî Rebî’a ile özel bir görüşme yapar, bunları
İslam’a davet eder. İslam’ın güçlenmesi açısından bu kimselerin Müslüman
olmalarını çok arzu eder. Peygamberimiz Ümeyye ibn Halef ile konuşurken Fihr
oğullarından Abdullah ibn Ümmi Mektum adında görme özürlü biri gelir ve
Peygamberimizden kendisine Kur’ân’dan bir âyet okumasını ister. ‘Ey Allah’ın
Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret’ der. Peygamberimiz
(a.s.), sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, yüzünü ekşitir, ondan yüz çevirir ve
diğerlerine döner. Peygamberimiz sözünü bitirip kalkacağı sırada vahiy gelir,
Abese suresinin konu ile ilgili âyetleri iner.
Peygamber
efendimiz (a.s.), bu olaydan sonra Abdullah ibn Ümmi Mektum’a ikram etmiş, onunla
konuşmuş, hatırını ve bir ihtiyacının olup olmadığını sorarak onunla ilgilenmiştir.
Tedavi
Bağlamında; Kur'ân’da
iki âyette Hz. İsa’nın Allah’ın izni ile doğuştan körleri iyileştirdiği ve
Yakub (a.s.)’ın kör olan gözlerinin iyileştiği bildirilmektedir.
و ابرئ الاكمه و
الابرص
“Körü ve alacayı iyileştiririm” (Al-i İmrân, 3/49).
و تبرئ الاكمه و
الابرص باذني
“Yine benim iznimle sen doğuştan körü ve alacayı iyileştiriyordun” (Mâide, 5/110).
Üç
âyette Yakup Peygamberin gözlerinin kör olduktan sonra iyileşmesinden söz
edilmektedir. Yakup (a.s.), oğlu Yusuf için döktüğü göz yaşlarından dolayı
gözleri kör olmuş, Yusuf'un gömleğini gözlerine sürmüş ve iyileşmiştir. Bu olay,
Kur'ân'da şöyle anlatılmaktadır:
وقال
يا اسفى على يوسف و ابيضت عيناه من الحزن فهو كظيم
اذهبوا
بقميصي هذا فالقوه على وجه ابي يات بصيرا
"(Yusuf
kardeşlerine) bu gömleğimi götürün,
babamın yüzüne koyun ki gözleri açılsın" (Yusuf, 12/93).
فلما
ان جاء البشير القيه على وجهه فارتد بصيرا
"Müjdeci gelip gömleği Yakub'un yüzüne koyunca
gözleri açılıverdi…" (Yusuf,
12/96).
b)
Fiziksel anlamda sağırlık:
مثل
الفريقين كالاعمى و الاصم و البصير و السميع
هل يستويان مثلا افلا تذكرون
“Bu
iki zümrenin durumu kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların
durumları hiç birbirlerine denk olur mu?” (Hûd, 11/24).
c) Fiziksel anlamda dilsizlik:
و
ضرب الله مثلا رجلين احدهما ابكم لا يقدر على شيئ و هو كل على موليه اينما يوجهه
لا يات بخير هل يستوي هو ومن يامر با لعدل و هو على صراط مستقيم
“Allah, (şöyle) iki adamı misal verdi:
Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür.
Nereye göndersen olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adalet ile emreden ve doğru yol
üzere olan kimse ile eşit olur mu?” (Nahl, 16/76).
MECÂZÎ ANLAMDA
Kur'ân'da körlük, sağırlık ve dilsizlik ile ilgili
âyetlerin büyük çoğunluğu mecazi anlamdadır.
Mecâzî anlamda
körlük; gözlerin
varlıkları görememesi değil, insanın gerçekleri görememesi yani "kalp
körlüğü”dür. Mecâzî anlamda sağırlık; Allah
ve peygamberin çağrısını duymazlıktan gelmek, ilâhî gerçeklere kulak tıkamaktır.
Mecâzî
anlamda dilsizlik; gerçekleri konuşmamak, hak sözü söylememektir.
Yüce
Allah, kalbi, aklı ve zihni, gözleri, kulakları ve dilleri sadece eşyayı değil
aynı zamanda gerçekleri anlasın, görsün, duysun ve konuşsun diye yaratmıştır.
و
الله اخرجكم من بطون امهاتكم لا تعلمون شيئا و جعل لكم السمع و الابصار و الافئدة
لعلكم تشكرون
“Allah sizi annelerinizin karınlarından hiçbir
şey bilmezken çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi”
(Nahl,
16/78).
Yüce
Allah, A'raf suresinin 179. âyetinde gerçekleri
anlamayan kalp, gerçekleri görmeyen göz ve gerçekleri işitmeyen kulak
sahiplerini sapık ve cehennemlik insanlar olarak nitelemektedir.
Kur’ân’a
baktığımız zaman bu anlamda kafir, müşrik ve münafıklara a’ma
denildiğini görmekteyiz.
قل
هل يستوي الاعمى والبصير
“Hiç gören ile görmeyen bir olur mu?” (En’âm, 5/50
bk. Ra’d, 13/16).
وما
يستوي الاعمى و البصير
“Kör ile gören bir olmaz” (Fâtır, 35/19-20 . bk. Mümin, 40/58).
صم بكم عمي فهم
لا يرجعون
“Münâfıklar, sağır, kör (ve) dilsizdirler” (Bakara, 2/18).
صم بكم عمي فهم
لايعقلون
“Kâfirler; sağır, dilsiz (ve) kördürler, bundan
dolayı anlamazlar” (Bakara, 171) anlamındaki
âyetlerde geçen kör ile gören mecazi anlamda olup bununla
kastedilen, kâfir ile mümin veya cahil ile âlim veya Allah ile put veya gâfil
ile gerçeği gören insandır.
Gerçeklere
gözlerini ve kulaklarını kapamış olan kâfir, müşrik ve münafıklar, gözlerini,
kulaklarını ve gönlünü Allah’a ve peygambere açmadıkça ilâhî hakîkatleri
anlayıp göremezler. Yüce Allah, Peygamberine şöyle seslenmektedir:
وما انت بهادي
اعمي عن ضلالتهم
“Sen körleri sapıklıklarından vazgeçirip yola
getiremezsin” (Neml, 27/81. Rum, 30/53).
و
من كان في هذه اعمى فهو في الاخرة اعمى و اضل سبيلا
“Kim bu
dünyada kör olursa o âhirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır” (İsrâ, 17/72)
anlamındaki
âyette geçen (a’mâ) kelimesi mecâzî anlamda olup kalp gözü kör olan, dünyada
Allah’ın gücünü, nimetlerini, varlığına işaret eden delileri ve doğru yolu
göremeyen, Allah’a ve Peygamberine îmân etmeyen kimse anlamındadır.[4]
Görüldüğü
gibi âyetlerde münafıklar ve âyetleri yalanlayan kâfirler, yerilme bağlamında
körler ve sağırlar olarak nitelenmektedir. Hatta Allah bu
tür insanların, canlıların en kötüleri olduğunu bildirmektedir:
ان
شر الدواب عند الله الصم البكم الذين لا يعقلون
“Şüphesiz
yer yüzünde yürüyen canlıların Allah
katında en kötüleri akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfâl, 8/22).
Kâfirler
ilâhî gerçekleri duymazlar, çünküو الذين لا يؤمنون
في اذانهم “inanmayanların
kulaklarında bir ağırlık vardır” (Fussilet,41/ 44) Artık bu
kimselerin kulaklarına hak söz girmez, Peygamber de onlara gerçeği duyuramaz,
çünkü bunlar, akıllarını da kullanmazlar:
افانت
تسمع الصم و لو كانوا لا يعقلون
“Sağırlara hele akıllarını da
kullanmıyorlarsa gerçeği sen mi duyuracaksın?” (Yunus, 10/42,
Zuhruf, 43/40).
Âhirette Sağırlık, Körlük Ve
Dilsizlik
Kur'ân’da
âhirette körlük, sağırlık ve dilsizlikten söz edilmektedir.
و
من كان في هذه اعمى فهو في الاخرة اعمى و اضل سبيلا
“Kim bu
dünyada kör olursa o âhirette de kördür” (İsrâ, 17/72).
و
نحشرهم يوم القيامة على وجوههم عميا و بكما و صما و ماويهم حهنم
“Onları
kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz,
varacakları yer cehennemdir” (İsrâ, 17/97).
Yasin
suresinin 65. âyetinde kıyamet günü Allah’ın kâfirlerin ağızlarını mühürleyeceği,
ellerinin konuşup ayaklarının şahitlik edeceği bildirilmektedir.
İbn
Abbâs, âhiret körlüğünü, kâfirlerin kendilerini sevindirecek şeyleri
görememeleri; dilsizliği, delil ile konuşamamaları; sağırlığı, kendilerini
sevindirecek şeyleri duyamamaları şeklinde yorumlamıştır.[5]
Ortopedik Ve Zihinsel Engellilik
Ortopedik
engellilik:ليس على الاعرج
خرح “Topala
güçlük yoktur” (Nur, 24/ 61. Fetih, 48/17). Âyet, yürüme
engeli olan insanlara Allah yolunda cihada ve savaşa katılma
zorunluluklarının olmadığını bildirmektedir.
Zihinsel
engellilik: Kur’ân’da
zihinsel engellilik hakîkî ve mecâzî anlamda “mecnûn” (deli) ve “sefîh”
kelimeleri ile ifade edilmektedir.
Fiziksel Anlamda
Kur’ân’da
hakîkî anlamda zihinsel engellik iftira ve koruma bağlamında geçmektedir.
İftira
bağlamında. Mekkeli müşriklerin Peygamber efendimize,
Firavun’un Mûsâ (a.s.)’a, Nuh kavminin Nuh (a.s.)’a ve diğer kavimlerin peygamberlerine
“deli”
diyerek iftira etmeleri bağlamında geçmektedir.
Mekke
müşrikleri peygamberimize,[6]
Firavun Musa (a.s)'a,[7]
Nuh kavmi, Nuh (a.s.)'a,[8]
Hud kavmi Hud (a.s)'a[9] ve diğer
kavimler peygamberlerine deli diye iftira etmişlerdir:
كذالك ما اتى
الذين من قبلهم من رسول الا قالوا ساحر او مجنون
“İşte böyle, onlardan öncekilere hiçbir
peygamber gelmemişti ki, ‘o, bir büyücüdür’ veya ‘o, bir delidir’ demiş
olmasınlar” (Zâriyât, 51/52) anlamındaki
âyet bu hususu açıkça ifade etmektedir.
Kur’ân’da
zihinsel özürlülüğün ifade edildiği “sefîh” kavramI; dînî ve dünyevî
işlerde akıl noksanlığından kaynaklanan görüş ve muhakeme zayıflığı demektir.[10]
Sefîh kimse zihinsel özürlülük nedeniyle aklın ve dinin gereğinin aksine
hareket eder. Bunun sebebi budalalık veya akıl noksanlığıdır.
Koruma
bağlamında. Zihinsel özürlü kimse, özellikle ticârî ve medenî
iş ve işlemlerde yararına hareket edemeyeceği için, Kur’ân’da velisinin onu koruyup kollaması emredilmektedir. Konu
ile ilgili iki âyet vardır. Bakara, 282. âyetinde belli bir süreye kadar
borçlananların, borçlanmayı yazmalarıyla ilgili olarak
فان كان الذي
عليه الحق سفيها او ضعيفا او لا يستطيع ان يمل هو فليملل وليه بالعدل
"Eğer
borçlu aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise yada yazdıramıyorsa velisi
adaletle yazdırsın…” buyurulmaktadır. Nisa suresinin 5. âyetinde ise velilere
aklı ermeyenlere (süfehâ) mallarını vermemeleri emredilmektedir. Bu âyette
“aklı ermeyenler” ile maksat mallarını saçıp savuran, gereği gibi harcayamayan
kimselerdir.[11] Ayet,
malını akıllıca kullanamayan zihinsel özürlüleri yerme bağlamında değil,
akıllarının yetersizliği, yararlı ve zararlı olanı ayırt edebilme yetersizliği,
malını muhafazada zayıflığı sebebiyle onları koruyup kollama bağlamında zikredilmiştir.[12]
Mecâzî Anlamda
Mecâzî
anlamda zihinsel özürlülük, aklın ilâhî gerçekleri anlamada
kullanmamasıdır
Kur’ân’da;
kâfir, müşrik ve münafıklar,[13]
buzağıya
tapan Yahudiler[14] Allah'a
ortak koşan
cinler,[15]
çocuklarını
öldüren insanlar[16] zihinsel
özürlüler, akıllarını hayırda kullanmayanlar (süfehâ’) olarak nitelenmiştir. Bu
kimseler, “gerçekleri anlamayan insanlar” olarak nitelenmişlerdir. Araf
suresinin 179. âyetinde bu hususu açıkça ifade edilmektedir.
Hastalar
Kur'ân’da
bedensel ve zihinsel hastalıklar; dînî ruhsat bildirme, tedavi olma, Allah’a
dua etme, Allah’ın hastalıklara şifa vermesi ve insanın nankörlüğünü beyan etme
bağlamında geçmektedir.
Dînî
ruhsat bildirme bağlamında.
و لا على المريض
حرج “Hastaya güçlük yoktur” (Nur, 24/61.
Fetih, 48/17). Bu
âyette ve Nisa suresinin 95. âyetinde bedensel ve zihinsel her türlü hastalık sahibi
olanların savaşa katılmayabilecekleri bildirilmektedir. Savaşa katılma
konusunda ruhsat bulunduğu gibi diğer dîni görevler konusunda da hasta ve
özürlü kimselere ruhsat vardır.
Dinimiz
kişileri ancak güçlerinin yettiği şeylerden sorumlu tutar.[17] Dolayısıyla özürlü,
engelli ve hasta olanlar ibadetleri güçleri nispetinde yerine getiririler. Mesela
namazı ayakta kılmaya gücü yetmeyen bir yere yaslanarak, buna da gücü yetmeyen
oturarak, buna da gücü yetmeyen sırt üstü ve yanı üzerine yatarak ima ile
kılar. Hasta kimseler hastalığı süresince oruç tutmaz, iyileşince kaza yapar. Tedavisi
olmayan bir hastalığa yakalanmış ise imkanı varsa fidye verir.[18]
Abdest
uzuvlarından birinde yara ve sargı bulunan kimse yarayı yıkamak zarar veriyorsa
sadece meshetmekle yetinir. Görme özürlü, kendisini Cuma namazına götürecek
kimse yoksa Cuma namazı yerine evinde öğle namazını kılar. Aklî melekesini
yitiren kimse dîni görevlerden sorumlu değildir.[19] Bedensel engeli bulunan
veya sağlığı yerinde olmayan kimse hac görevini yerine getirmekle yükümlü
değildir. Çünkü hac, ancak gücü yetenlere, imkanı olanlara farzdır.[20]
Hasta ve
bedensel engeli olanlar, ekonomik imkanları varsa yerlerine vekil gönderebilirler.
Sabırlı
olma bağlamında
Bakara
suresinin 177. âyetinde muttakî ve sâdık insanların nitelikleri arasında felç,
bunama, kanser ve benzeri bedensel ve
zihinsel hastalıklara, zarar ve sıkıntılara[21]
karşı sabırlı olanlar da zikredilmektedir.
Allah,
musibetler karşısında insanların sabırlı olmalarını istemektedir. Biraz korku
ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz noksanlaştırmak suretiyle
imtihan edeceğini bildirdiği âyetin sonunda
و بشر الصابرين الذين اذا
اصابتهم مصيبة قالوا انا لله و انا اليه راجعون
“Sabredenleri müjdele. Onlar, başlarına bir musibet
gelince ‘biz şüphesiz (ki her şeyimizle)
Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz derler”
(Bakara, 2/155-156)
buyurmaktadır.
Böylece Allah, hem insanların musibet ile karşılaşabileceklerini, hem de musibetler
karşısında insanların nasıl tavır takınmaları gerektiğini bildirmektedir.
Enes b. Mâlik’in Hz.
Peygamber’den naklettiği kutsi bir hadise göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
اذا
اخذت كريمتي عبدي في الدنيا لم يكن له جزاء عندي الا الجنة
من اذهبت حبيبتيه فصبر و احتسب لم ارض له ثوابا دون
الجنة
“Kimin
iki sevgilisi (gözünü) alır da, buna sabreder ve ecrini Allah’tan umarsa, sevap
olarak cennetten başka bir şeye razı olmam”.[23]
İnsanın hastalık, sakatlık,
bedensel veya ruhsal bir sıkıntıya düşmesi sabırlı ve metanetli olabilmesi,
inkâr ve isyana dalmaması şartıyla kendisi için bir bağışlanmasına ve âhirette
derece kazanmasına sebep olur.
ما
يصيب المسلم من نصب و لا وصب و لا هم و لا حزن و لا اذى حتى اشوكة يشاكها الا كفر الله بها من خطاياه
"Mümin kişiye bir ağrı,
bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta küçük bir tasa hali isabet edecek
olsa, bunlar müminin bir bölüm günahlarına kefâret olur”[24]
ان
العبد اذا سبقت له من الله
منزلة لم يبلغها بعمله ابتلاه الله في جسده او في ماله او في ولده ثم صبره على
ذالك حتى يبلغه المزلة التي سبقت له من الله
Sabır,
Allah’a isyan etmemek, bir imtihan geçirdiğinin bilincinde olmak, hata ve
kusurlarını gözden geçirebilmek, olayları metanetle karşılayabilmektir.
Sabretmek;
hastalanınca tedavi olmamak, bir musibete maruz kalınca tedbir almamak, maddî ve manevî sıkıntılardan kurtulmak için
çarelere baş vurmamak anlamında değildir.
Tedâvî
bağlamında.
و ابره الاكمه و
الابرص
“Körü ve alacayı iyileştiririm” (Al-i İmrân, 3/49)
İslâm
dininin korunmasını istediği beş şeyden birisi de sağlıklı yaşamadır.
و
لا تقتلوا انفسكم
“..Kendinizi öldürmeyiniz” (Nisa, 4/29),
و
لا تلقوا بايديكم الى التهلكة
تداووا
فان الله عز و جل لم يضع داء الا وضع له دواء
"Ey
Allah'ın kulları tedavi olunuz. Zira yüce Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır
ki, şifasını da birlikte yaratmış olmasın”[26]
anlamındaki hadis sağlığın korunması ve tedavi olunmasını öngörmektedir.
Eyyub
peygamberin bedenine, malına ve ev
halkına bela isabet etmiş ve 18 yıl sıkıntılı günler geçirmiştir.[27]
Eyyub (a.s), hastalığının ve sıkıntısının iyileşmesi için Allah'a dua etmiş, (Enbiya,
83-84;
Sad, 41-42) Allah'ın
emri üzerine ayağını yere vurmuş çıkan sudan içip yıkanmış iç ve dış bütün
hastalıkları iyileşmiş ve sıkıntıları gitmiştir. Yüce Allah Yakup peygamberi
örnek vererek bedensel ve zihinsel her türlü hastalıktan kurtulmak için tedavi
yollarına başvurulması gerektiğini, şifayı verenin Allah olduğunu bilmemizi
istemektedir.[28]
Eyyup
peygamber gibi diğer Peygamberler de musibetlere maruz kalmışlardır.[29] Mesela Peygamberimiz Hz.
Muhammed (a.s.), Taif’te taşlanmış, ayakları kan revan içerisinde kalmış, Uhud
savaşında dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştır. Hz. Âişe, Peygamberimizden daha
şiddetli acı çeken birisini görmediğini söylemiştir.[30] Müminlerin başlarına gelen musibetlere
sabretmeleri durumunda, bu tavırları onların sevap kazanmalarına, günahlarının
bağışlanmasına ve manevi derecelerinin artmasına sebep olur.
Engellilerle
Sosyal İlişkiler
Islam, sosyal ilişkilere büyük önem
vermektedir. Bu konuda sağlıklı ve engelli diye bir ayırım yapmaz. Ancak
yardıma, ilgiye ve bakıma muhtaç insanlarla daha çok ilgilenmeyi teşvik eder. Peygamberimiz görme engellilere karşı kötü davrananları,
mesela, onların yoluna engel olanları kınamıştır.[31]
Hz. Hatîce validemiz, Peygamberimizi
“güçsüzü yüklenen” (tahmîlü’l-kelle) kimse olarak tanıtmıştır. “el-kell”,
kendi işini kendisi yapamayan, zayıf ve güçsüz olması hasebiyle insanlara
muhtaç olan âciz kimse diye tarif edilmektedir. Bu kavram, her türlü engelliliği
içine alır. Bu; Hz. Peygamber’in daha peygamberlik öncesinde zayıf, güçsüz ve
âcizlere arka çıktığı, onların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını giderme çabası
içinde olduğunun beyanıdır.
Dinimiz, engellilerle
ilgilenmeyi ve onlara yardımı teşvik etmekte ve bunu sevap bir
davranış olarak görmektedir. Görme engelli bir kimseye yol göstermek, sağır ve
dilsiz ile ilgilenmek[32]
ve aracına binmeye çalışan bir engelliye yardımcı olmak sadakadır.[33]
Peygamberimiz sahabeden Ebû'd-Derdâ'ya,
حبك
الشيئ يعمي و يصم
Demesi gibi mecazi
anlamda “kör, sağır ve dilsiz” kelimelerini kullanmış ancak hiçbir engelliyi bu
kelimelerle nitelememiştir. Aksine insanların fiziksel nitelikleriyle
aşağılanmasına karşı çıkmıştır. Annesini dile dolayarak bir köleye ayıplayan
Ebû Zerr’e,
يا
ابا ذر اعيرته بامه انك امرؤ فيك جاهلية
“Sende hâlâ câhiliyye
(tavrı) var!” diyerek azarlamıştır.[35]
Bu rivayetler, Peygamberimizin bırakın
herhangi bir engellinin engeliyle tahkir edilmesini veya sakatlığıyla hitap
edilmesini, engelsiz kimselerin dahi boyu veya rengi sebebiyle ayıplanmasına
sessiz kalmadığını, aksine bu tür tavırlara sert bir şekilde karşı çıktığını
ortaya koymaktadır.
Peygamberimiz engelli insanlara,
onları onura edecek kelimelerle nitelemiş, onlara iltifat etmiştir. Görme
özürlü bir sahâbîden söz ederken, ona “basîr” (basîretli, iyi gören) demiştir.[36]
Peygamberimiz bir gün ashabına “her
gün” için sadaka verilmesi gereğinden söz eder. Sahabe, her gün için sadaka
verecek imkanlarının olmadığını söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz, sadakanın
birçok çeşidinin olduğunu bildirir ve;
تهدي الاعمى و تسمع
الاصم و الابكم حتى يفقه و تدل المستدل على حاجة
له قد علمت مكانها و تسعى بشدة ساقيك الى اللهفان المستغيث و ترفع بشدة زراعيك مع
الضعيف كان ذالك من ابواب الصدقة منك على نفسك
“Görme özürlüye rehberlik
etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, bir ihtiyacı
konusunda senden yol göstermeni isteyen kimseye yol göstermen, yardım isteyen
kimsenin yardımına koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen, bütün bunlar
senin kendine yapacağın sadaka
çeşitlerindendir...” buyurur.[37]
Engellilere yapılacak bu tür
yardımların sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadâkatin bir
ifadesi olduğunu belirten Peygamberimiz, herhangi bir görme özürlüyü yoldan saptıranları,
onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri de lanetliler
arasında saymıştır.[38]
Peygamberimiz,
من ترك
مالا فللورثته و من ترك كلا فالينا
Engellilere
İş İmkanı Sağlanması
Peygamberimiz engellilere
yeteneklerine göre kamu alanında görev vermiş, onları topluma kazandırmaya
çalışmıştır. Engellileri başkalarına el açan bir dilenci ve toplumun üretken
olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Aksine çeşitli hizmetlerde kendilerinden
yararlanma cihetine gitmiştir. Örneğin, ortopedik özürlü (topal) Muâz b.
Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermiş, çeşitli vesilelerle Medine dışına
çıktığında yerine vekalet etmek üzere 13 defa görme özürlü Abdullah İbn Ummi
Mektum’u vekil bırakmıştır. İbn Ümmi Mektum, cemaate namaz kıldırmış, Mekke ve
Medine’de uzun yıllar müezzinlik yapmıştır. [40]
Sahabeden görme özürlü İtbân b. Mâlik kendi kabilesine imamlık yapmıştır.
Peygamberimiz
bu uygulamalarıyla, engellilerin yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek
onların üretici bireyler olmalarını, onları topluma kazandırma kişiliklerinin geliştirmelerini
amaçladığını ve gelecek nesillere yol göstericilik yaptığını söyleyebiliriz.
Sonuç
Ve Değerlendirme
İnsan, Allah'ın yer
yüzünde yarattığı en değerli ve en üstün varlıktır. Yaratılış ve temel haklar açısından
insanlar arasında fark yoktur.Allah, insanları fizik yapıları, engelli veya engelsiz
oluşlarına göre değil iman, ahlak, takva veya inkar, isyan ve zulüm açısından
değerlendirir. Allah katında en üstün insan en muttakî insandır.
Kur’ân’da
az sayıda fiziksel anlamda, çoğunlukla mecâzî anlamda görme, işitme, konuşma, ortopedik
ve zihinsel engellilik ile genel anlamda hastalıklardan söz edilmektedir. Fiziksel
anlamdaki engellilik, ya benzetme veya dîni görevlerde ruhsat bildirme veya
tedâvi etme veya değer verme bağlamında zikredilmektedir.
Mecâzî
anlamda engellilik; îman etmeyen insanların ilâhî gerçekleri anlamamaları,
görmemeleri, duymamaları ve konuşamamaları bağlamında geçmektedir. Ahiret
hayatında görme, duyma ve konuşma engelli olmak ise; hakîkî ve mecâzi anlamda,
kâfirler için gerçekten kör, sağır ve dilsiz olmaları veya kendilerini
sevindirecek şeyleri görememeleri, duyamamaları ve delil ile konuşamamalarıdır.
Özürlü,
engelli ve hasta olan insanlar, ibadetlerini ancak güçleri nispetinde yaparlar.
Bu kimselere dînî her türlü kolaylık sağlanmıştır. Aklî melekesini yitirenler
ise ibadetle sorumlu değillerdir.
İnsanın
fizîkî ve ruhî varlığını sağlıklı olarak, sürdürmesi temel görevidir. Bu görevin ihmali, insanda
bir takım özürlerin meydana gelmesine sebep olabilmektedir. Öte yandan insan,
ölümü ve hayatı ile imtihan halindedir. Bazen nimetlerle bazen de musibetlerle
imtihan olur. Dolayısıyla başına gelen her sıkıntının müsebbibi bizzat kendisi
olmayabilir. İlâhî imtihanın yanı sıra, anne-baba ve toplumun da ihmal ve
kusurları olabilir.
İster ilâhî bir
imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir
musibetle karşılaşsın insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi
gerekir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere
başvurmasına ve tedavi olması engel değildir. Aksine tedavi olmak, dertlere
çare aramak Allah ve Peygamberin emridir. Mümin öncelikle bütün çarelere
başvurur ancak “musibet ancak Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O, izin vermeseydi
olmazdı, bunda da bir hayır vardır diyerek” rahat olma bilincini kazanabilmesi
insanın Allah’a olan imanının sonucudur.
Kaynak: http://www.islamdahayat.com/vaiz/engelliler.html#_ftn22
[2] Madde 3/a.
[4]et-Taberî,
Abdullah ibn Cerîr, Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, IX, 10/128.
Beyrut, 1988. el-Kurtubî, Muhammed b.
Ahmed, el-Câmi Li Ahkâmi’l-Kur’ân,
X, 298. Dâru İhyâü’t-Türâsî’l-Arabiyyi, Beyrut, tarihsiz. el-Beydâvî, Abdullah bin Ömer, Envâru't-Tenzîl ve Esrârü't-Te'vîl,
(Mecmûatün minet-Tefâsîr), IV, 56. Beyrut, tarihsiz. Yazır, Hamdi, Hak Dîni
Kur’an Dili, V, 3192. Eser neşriyat, İst. 1971.
[5] Taberî,
IX, 15/168.
[10] Yazır,
I, 234.
[11]
en-Nesefî, Ebû’l-Berekât, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl,
(Mecmûatün Mine’t-Tefâsîr) II, 10. Beyrut, tarihsiz.
[12] el-Hâzin,
Ali b. Muhammed, Lübâbü’t-Te’vîl fî
Meânî’t-Tenzîl, (Mecmûatün Mine’t-Tefâsîr), II, 10. Beyrut, tarihsiz.
[19] Buhârî, Talâk, 11, VI, 168; Hudûd, 22,VII, 21;
Ebû Dâvûd, Hudûd, 16, IV, 559; Tirmizî, Hudûd, 1, IV, 32; Nesâî, Talâk, 21, VI,
156; İbn Mâce, Talâk, 15. I, 658.
[21] Beydâvî,
I, 249. Hazin, I, 249. Nesefî. I, 249.
[22] Buharî
Merdâ 7, VII. 4. Tirmizî, Zühd 57. IV. 602-603.
[25] Ahmed,
V, 272. Ebu Davud, Cenâiz, 1. III, 470.
[26] Ebû Dâvud, Tıb, 1. IV, 193. Tirmizî, Tıb, 2,
IV, 383; İbn Mâce, Tıb, 1, II, 1137;
Ahmed, l, IV, 278.
[27]Sâbûnî
Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsîr, III, 60. Dâru'l-Kur'ani'l-Kerîm,
Beyrut, 1981.
[28] bk. En’âm, 14. bk. Yunus, 107. Zümer,
38. bk. Bakara, 214; İsrâ, 67; Yasin, 23 Ahzâb, 17; bk. Ra’d, 11. Neml, 62.
[29] Tirmizi,
Zühd, 56. IV, 601. İbn Mace, Fiten, 23, II, 1335.
[30] Buhârî, Merdâ, 2, VII, 2; Tirmizî, Zühd, 57, IV,
601.
[31] Ahmed, I, 217, 309.
[32] Ahmed, V, 169.
[33] Ahmed,, II, 350.
[34] Ahmed,
V. 194, VI. 450.
[35] Buhârî,
İman 22, I. 13; Edeb 44, VII. 85; Ahmed, V. 161; İbn Hacer, söz konusu kölenin Bilal-i Habeşî
olduğunu ve annesinin Arapça’yı iyi konuşamaması veya siyâhî oluşu sebebiyle
ona ‘kara karının oğlu!’ diyerek ayıpladığını açıklar. bk. İbn Hacer, el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi
Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, V. 313.
tah. Muhibbuddin el-Hatib, el-Mektebetu’s-Selefiyye, Kahire-1407.
[37] Ahmed,
V. 168-169, 154.
[38] Ahmed,
I. 217, 309, 317.
[39] Buharî, Ferâiz, 25, VIII. 11. Muslim, Ferâiz
17, II. 1238. Ahmed II. 356, 456; IV. 131-133.
[40] Nesâî, es-Sunen'ül-Kübra, V. 181. 8605. Thk.
Aulgaffâr Suleyman el-Bendârî, Seyyid Kusrevî
Hasen.Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye.Beyrut-1991,
V. 181, No: 8605.
Ahmed, III. 192
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.