İslâm'ın Köprüsü
ZEKÂT
Zekât; fakir ile zengin arasına atılan, onları birleştiren bir köprüdür. Zekâtla zenginin malı kirden, rûhu cimrilikten temizlendiği gibi, fakirin de gönlü kinden temizlenir. Zekât aynı zamanda madde ile manayı, dünya ile âhireti, fâni ile bâkiyi ve en önemlisi de Allah ile kulu birleştiren bir köprüdür. Zekât vermeyen bu köprüyü yıkmış ve bunların arasını açmıştır.
Allah’ın fazlından kendilerine verdiğini (onun yoluna vermekte) cimrilik edenler, sakın bunu kendileri için bir hayır sanmasınlar, bilakis bu (cimrilikleri) onlar için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Ve Allâh-ü Teâlâ bütün yaptıklarınızdan son derece haberdardır.” Âli İmran: 180)
İmâm-ı Fahrurrazi’nin beyanına göre pek çok ulemaya göre cimrilik, vâcib olan şeyi menetmektir. Zira bu ve benzeri âyeti celilelerde cimrilikten dolayı büyük azaplar görüleceği açıklanmıştır ki, nafile olan şeyleri terk etmekte azap düşünülemeyeceğinden cimriliğin, vâcib olan şeyleri terk etmekten ibaret olduğu anlaşılmış olur.
Zekât; fakir ile zengin arasına atılan, onları birleştiren bir köprüdür. Zekâtla zenginin malı kirden, rûhu cimrilikten temizlendiği gibi, fakirin de gönlü kinden temizlenir. Zekât aynı zamanda madde ile manayı, dünya ile âhireti, fâni ile bâkiyi ve en önemlisi de Allah ile kulu birleştiren bir köprüdür. Zekât vermeyen bu köprüyü yıkmış ve bunların arasını açmıştır.
Allah’ın fazlından kendilerine verdiğini (onun yoluna vermekte) cimrilik edenler, sakın bunu kendileri için bir hayır sanmasınlar, bilakis bu (cimrilikleri) onlar için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Ve Allâh-ü Teâlâ bütün yaptıklarınızdan son derece haberdardır.” Âli İmran: 180)
İmâm-ı Fahrurrazi’nin beyanına göre pek çok ulemaya göre cimrilik, vâcib olan şeyi menetmektir. Zira bu ve benzeri âyeti celilelerde cimrilikten dolayı büyük azaplar görüleceği açıklanmıştır ki, nafile olan şeyleri terk etmekte azap düşünülemeyeceğinden cimriliğin, vâcib olan şeyleri terk etmekten ibaret olduğu anlaşılmış olur.
Şu halde kendine,
çoluk çocuğuna, muhtaç olan ana-babasına ve düşmanı defetmek için toplanan
askere yardım etmek vâcib olduğundan, bunlardan herhangi birini terk eden,
zekâtı terk eden gibi günahkâr olur.
Ruhul Beyan
tefsirinde zikredildiğine göre cömertlik, saadet sebebi olduğu gibi, cimrilik
de şekâvet sebebidir. Zira Allâh-ü Teâlâ bu âyeti celilesinde kuluna verdiği
malın, fazl-u kereminden ibaret olduğunu beyan ettikten sonra, cimrilerin
mallarının kendileri hakkında tam bir şer olduğunu açıklayarak, cimrilik
yüzünden Mevlâ’nın fazlının, kahra dönüşeceğine işaret etmiştir. Yani kullar
cimrilik yüzünden, Allâh-ü Teâlâ’nın ihsan ettiği malları, kendileri hakkında
şer yapmaktadırlar. Halbuki o fazl-u keremden ibaret olan malları cömertçe
isti’mal etseydiler, elbette onu kendileri hakkında büyük bir hayır vesilesi
yapmış olacaklar ve böylece Cennet ehlinden olacaklardı.
Bundan sonra da
Mevlâ Teâlâ; “O cimrilik ettikleri mallar, kıyâmet gününde boyunlarına
dolanacaktır.” buyurarak, dünya ve mal sevgisinin âfetinden haber vermektedir.
Zira cimrilik, hırs, haset, kin, düşmanlık, kibir, gazap gibi kötü huyların
ekserisi, dünya sevgisinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı Efendimiz (Aleyhissalâtü
Vesselâm): “Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır.” (Beyhakî, Şuabul İman
7/338, No: 10501) buyurmuştur.
Ebu Hüreyre
(Radıyallâhü Anh) şöyle demiştir: Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm) şöyle
buyurdu: “Kim ki Allah kendisine mal verir de o malın zekâtını vermezse,
kıyâmet gününde zekâtı verilmeyen mal, sahibi için çok zehirli erkek bir yılan
suretine konulur. Bu yılanın iki gözü üstünde iki nokta vardır. Bu azgın yılan
kıyâmet gününde mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan, ağzıyla
sahibinin çenesini iki taraftan yakalar. Sonra “Ben senin (dünyada çok
sevdiğin) malınım, ben senin hazinenim.” der. Bundan sonra Efendimiz
(Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şu meâldeki âyeti okudu; “Allah’ın fazlından
kendilerine verdiğini (harcamakta) cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için
bir hayır olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onlar için şerdir. Onların cimrilik
ettikleri şey kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası
Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Âli İmran:
180, Buhârî, Zekât: 3) Allah’ın fazlından kendisine verdiği malda cimrilik
edip, o malı, mülkü, altını, gümüşü yığıp da zekâtını vermeyenler için, pek
acıklı bir azap olduğu hakkında pek çok âyeti kerime ve hadîsi şerifler vardır.
Bir âyeti kerimede Rabbimiz: “…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda
harcamayanlara acı verici bir azabı müjdele. (Bu paralar) Cehennem ateşinde
kızdırılıp bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün
(onlara denir ki): İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz (servet)dir. Artık
yığmakta olduğunuz şeyleri(n azabını) tadın.” (Tövbe: 34,35)
Allâh-ü Teâlâ burada, cimri olan kimsenin uzuvlarını zikrederken “alınları, yanları ve sırtları”nın dağlanacağını beyan buyurmuştur. Bunun sebebi; çoğu kere zengin kimse, zekât isteyecek olan fakiri görünce yüzünü ekşitir. İstemeye başladığında ona yan döner, istemekte ısrar ederse yerinden kalkıp o fakire sırtını döner ve hiçbir şey vermez. İşte bu tavırları Mevlâ beğenmemiş ve azaba müstehak görmüştür.
Bütün mal ve
mülkün gerçek sahibi ve yaratıcısı Hz. Allah’tır. Allâh-ü Teâlâ bir imtihan
vesilesi olmak üzere kullarının bazılarına bolluk ve genişlik, bazılarına da
darlık ve yokluk vermiştir. Bir âyeti celilede: “Allah rızık konusunda sizin
bazınızı, bazınıza üstün kılmıştır.” (Nahl: 71) buyrulmuştur.
Mevlâ Teâlâ kişilerin tasarrufuna emanet ettiği mallardan, servet üstünlüğü olanların, belli bir miktarını fakire, fukaraya ödemesi gereken bir borç kıldı. Bu durumda zekât, zenginin malına karışmış olan fakirin hakkıdır. Nitekim Mevlâ Teâlâ: “Zenginlerin mallarında fakir ve yoksulların hakkı vardır..” (Zariyat 19) buyurmuştur.
Mevlâ Teâlâ kişilerin tasarrufuna emanet ettiği mallardan, servet üstünlüğü olanların, belli bir miktarını fakire, fukaraya ödemesi gereken bir borç kıldı. Bu durumda zekât, zenginin malına karışmış olan fakirin hakkıdır. Nitekim Mevlâ Teâlâ: “Zenginlerin mallarında fakir ve yoksulların hakkı vardır..” (Zariyat 19) buyurmuştur.
Zekât; İslâm’ın en önemli üçüncü rüknüdür. Bir imân, iki namaz, üçüncü olarak da zekâttır. Zekâtta; hem artmak ve çoğalmak manası vardır, hem de temizlik manası vardır. Yani zekât veren kimsenin mânen sevabı, madden malı artar. Ayrıca verdiği zekât o kişinin günahlarını temizler, malını temizler, fakirin kalbinden de kini temizler. Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) bir hadîsi şerifte: “Zekât İslâm’ın köprüsüdür.” (Suyutî el-Fethu’l-Kebir 2/145) buyurmuştur.
Zekât; fakir ile zengin arasına atılmış olan, onları birleştiren bir köprüdür. Zekâtla zenginin malı kirden, rûhu cimrilikten temizlendiği gibi, fakirin de gönlü kinden temizlenir. Cemiyetin iki zümresi arasında bir sosyal yardımlaşma gerçekleşmiş olur, böylece arada oluşabilecek olan muhtemel kıskançlıklar ve düşmanlıklar ortadan kalkar.
Zengin ve fakir birbirine kardeşçe ve sevgiyle yaklaşarak sulha kavuşurken, bu sayede cemiyette huzur ve barış ortamı da sağlanmış olur. Zekât sadece zengin ile fakirin arasındaki bir köprü değildir. Aynı zamanda madde ile manayı, dünya ile âhireti, fâni ile bâkiyi ve en önemlisi de, Allah ile kulu birleştiren bir köprüdür. Zekât vermeyen kimse, bu köprüyü yıkmış ve tüm bunların arasını açmıştır.
Zekât; İslâm’ın en önemli üç rüknünden biridir. Bunların birincisi imân, ikincisi namaz, üçüncü olarak da zekât gelir. Bir hadîsi şerifte Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hac etmek, Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, İmân: 1, 2, Müslim, İmân: 199-22, Tirmizî, İmân: 3, Neseî, İmân 13)
Zekâtta; hem artmak ve çoğalmak manası vardır, hem de temizlik manası vardır. Yani zekât veren kimsenin mânen sevabı artar, madden de malı artar. Ayrıca verdiği zekât o kişinin hem günahlarını, hem malını, hem de fakirin kalbindeki kini temizler. Kur’an-ı Kerîm pek çok yerde namazla zekâtı hep yan yana zikreder: “Namazınızı kılın!” buyururken, hemen arkasından; “Zekâtınızı verin!” diye emreder.
Namazla zekât arasında çok kuvvetli bir bağ vardır. Zekât, namazın kardeşidir. Namaz beden ile yapılan, zekât ise mal ile yapılan bir ibâdettir. Namaz dinin direği, zekât ise kantarası, yani köprüsüdür. Biri dini, diğeri de toplamsal âsâyişi muhafaza eden iki ilâhî esastır.
Enes İbni Mâlik
(Radıyallâhü Anh)’dan rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurdu: “Namazla zekâtı birleştirinceye kadar, zekât vermeyen
bir adamın, Allâh-ü Teâlâ namazını kabul etmez. Şüphesiz ki, Allâh-ü Teâlâ
namazla zekâtı (Kur’an’da yan yana zikretmek suretiyle) birleştirmiştir, siz
onların arasını ayırmayın.” (Deylemî, Firdevs 5/133 No: 7725, Kenzül Ummal No:
15788)
Görüldüğü gibi Allâh-ü Teâlâ namazı ancak zekâtla kabul ediyor. Zekâtın
namazla aynı ehemmiyet çerçevesinde emredilmesi, İslâm dininin sadece uhrevî
hayat ve ibâdetle meşgul olmadığı, aynı zamanda dünya hayatını da tanzim eden
bir din olduğu anlaşılmaktadır. Zira namaz dendiğinde ahrete yönelik uhrevî bir
ibâdet akla gelirken, zekât denilince para ile alakalı sosyal yaşantı akla
gelir.
Dolayısıyla, ihtiyaçların ve eksiklerin giderilmesi, bir şeyin alınıp satılması, ticaret hayatı gibi şeyler hep paraya dayanır. Rabbimiz namazla zekâtı bir arada zikredince, İslâm dininin; ahret hayatını dünya hayatından, dünya hayatını da âhiret hayatından ayırmayan ve ikisini bir arada mütalaa eden bir din olduğu anlaşılmış oluyor. Demek ki, zekât vermekle kişi, hem maddî ve dünyevî hayatını tanzim edecek, hem de Allah’ın rızasını elde ederek, ebedî hayatını kazanmış olacak.
Zekâtlarını tastamam verenler, dünyada ödenmesi gereken bir borçtan, âhirette
ise azaptan kurtularak sevaba müstehak olurlar. Zekâtı vermeyenler ise büyük
bir günah işlemiş olurlar.
Kur’an-ı Kerîm müşrikleri kötülerken, onların vasıflarından birinin zekât vermemek olduğunu zikreder ve “Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr ederler.” (Fussilet: 6,7) buyurur. Burada zekât vermenin ve âhirete imân etmenin, mü’minlerin iki temel özelliği olduğuna vurgu yapılmıştır. Ruhul Beyan tefsirinde zikredildiğine göre: Rivâyet olunur ki, bir kere Musa (Aleyhisselâm) huşu ve huzur ile namaz kılan bir adama rastladığında: “Ya Rabbi! Bu kulun ne güzel namaz kılıyor.” dedi. Allâh-ü Teâlâ da: “Eğer o her gün ve gecede bin rekât namaz kılsa, bin köle azad etse, bin cenaze namazı kılsa, bin kere hac etse, bin kere gazada bulunsa, malının zekâtını ödemedikçe bunlar ona fayda vermez.” buyurdu. (Ruhul Beyan 2/134)
Kur’an-ı Kerîm müşrikleri kötülerken, onların vasıflarından birinin zekât vermemek olduğunu zikreder ve “Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr ederler.” (Fussilet: 6,7) buyurur. Burada zekât vermenin ve âhirete imân etmenin, mü’minlerin iki temel özelliği olduğuna vurgu yapılmıştır. Ruhul Beyan tefsirinde zikredildiğine göre: Rivâyet olunur ki, bir kere Musa (Aleyhisselâm) huşu ve huzur ile namaz kılan bir adama rastladığında: “Ya Rabbi! Bu kulun ne güzel namaz kılıyor.” dedi. Allâh-ü Teâlâ da: “Eğer o her gün ve gecede bin rekât namaz kılsa, bin köle azad etse, bin cenaze namazı kılsa, bin kere hac etse, bin kere gazada bulunsa, malının zekâtını ödemedikçe bunlar ona fayda vermez.” buyurdu. (Ruhul Beyan 2/134)
Ebu Hüreyre (Radıyallâhü Anh)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) vefat edince, Hz. Ebu Bekir (Radıyallâhü Anh) hilâfete seçildi. Bunun üzerine bedevîlerden bir kısmı irtidat ettiler. Ve zekâtlarını vermek istemediler. Hz. Ebu Bekir (Radıyallâhü Anh) onlara karşı savaş kararı alınca Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh) bu karara Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in bir hadîsi şerifini delil göstererek: “Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ‘İnsanlar Lâilâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmaya emrolundum. Bunu söylediler mi benden mallarını ve nefislerini korurlar. (İslâm’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır.’ buyurmuş iken, sen nasıl insanlarla savaşırsın.” diyerek karşı çıktı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radıyallâhü Anh): “Allah’a yemin olsun ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla savaşacağım. Zira zekât, malın hakkıdır. Vallahi Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e vermiş oldukları bir oğlağı bile vermekten vazgeçseler, onu almak için onlarla savaşacağım” dedi. Hz. Ömer (Radıyallâhü Anh) sonradan demiştir ki; “Allah’a yemin ederim, anladım ki Hz. Ebu Bekir (Radıyallâhü Anh)’ın bu görüşü, Allah’ın savaş meselesinde ona ilhâmından başka bir şey değildi. İyice anladım ki bu kararı hakmış.” (Buhârî, İ’tisam 2, Zekât 1, Müslim, İmân 32 (20), Ebu Davud, Zekât 1(1556) Tirmizî, İmân 1 (2610)) Mevlâ Teâlâ âyeti celilenin sonunda; “Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.” Buyurmakla da cimrileri, cimrilikten ayrıca menetmiştir. Şöyle ki: Bir kimse vefat edince malı mülkü arkasında kalan kimseye intikal ettiği gibi, kıyâmet kopunca cümle âlem helak olup Allâh-ü Teâlâ’dan başka mâlik kalmayacağından, sanki bütün mallar vefat edenlerden Allâh-ü Teâlâ’ya intikal etmiş, Allah da onlara varis olmuş gibi kabul edilerek “Göklerin ve yerlerin mirası Allâh-ü Teâlâ’nındır, dolayısıyla bunları Allah’dan kıskanıp da, O’nun yolunda harcamak husûsunda cimrilik edenler, bu malların kendilerine kalmayacağını düşünmeli ve ne büyük günah işlediklerini anlamalıdırlar.” buyrulmak istenmiştir.
NOT, BU YAZI AHMET MAHMUT ÜNLÜ HOCAEFENDİNİN KASRI ARİFAN DERGİSİ (EYLÜL 2008 ) ALINTIDIR...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.