MUSTAFA
İSLAMOĞLU ‘BEŞERİN EN ÜSTÜNÜ’NÜN BÂZI ÜSTÜNLÜKLERİNİ İNKÂR EDERKEN BİZ O
SEVGİLİYE VEFÂ BORCUMUZU NASIL ÖDEYEBİLİRİZ?
Bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız.
İdrâkiyle müşerref olacağımız Mevlid ayı olan Rebî’u’l-evvel ayında Rahmeten li’l-âlemîn olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i bize gönderen Allâh-u Te’âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlardan, kendisi: “Ben ancak çokça hidâyet eden bir rahmetim” buyuran Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına sınırsız salât-ü selâmlardan sonra!
Bu ayki yazımızın başlığından da anlayacağınız üzere; Kâdı Iyâz, Suyûtî ve Nebhânî gibi büyükler işlerini güçlerini, keyiflerini ve zevklerini terkedip bütün ömürlerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dînine ve O’nun fazîletlerinin neşrine hizmet uğrunda kitaplar yazmaya vakfetmişlerken, Mustafa İslamoğlu gibi birileri de bütün mesâilerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bâzı fazîletlerini inkâr etme ve insanlara da bu inkârcı fikirleri telkin etme uğrunda hebâ etmektedirler. Ne yazık ki, İslâmî ilimlerden yoksun olan günümüz Müslümanlarının bir kısmı, canları gibi hattâ canlarından ileri sevdiklerini iddiâ ettikleri Peygamberlerinin en sahîh kaynaklarda yer alan fazîletlerini hayâsızca ve pervâsızca inkâr eden bu kişi hakkında hâlâ: “O kültürlü ve âlim biridir, belki bir bildiği vardır, Cübbeli Hoca niçin Müslümanların aleyhinde konuşuyor?” diyebilmekte, böylece de icmâa muhâlefetten başka hiçbir meziyeti olmayan bu kişinin şaz görüşleri karşısında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kendisi hakkındaki açık beyanlarını, sahâbenin kavlî ve fîlî tatbîkâtını ve on dört asır ulemâsının cumhûrunun görüşlerini rahatlıkla göz ardı edebilmektedirler. Bu reddiyeleri hazırlamam ve sohbetlerimde bu konuları gündeme getirmem husûsunda beni tenkid edenleri insâfa dâvet ederek kendilerine şu soruyu yöneltiyorum: “Mustafa İslamoğlu “Yahudileşme Temâyülü” kitabında; hayızlı kadının mescide girmesinin helal olmadığını söyleyen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i, ashâbını ve günümüze kadar gelip geçmiş dört mezheb ulemâsının tümünü Yahudilere meyletmekle ithâm ederken, “Üç Muhammed” kitabında ise, Ka’bu’l-Ahbâr gibi, sahâbenin dahi kendisinden ilim öğrendiği yüce bir Tâbi’î’yi, Yahudi Kabbalizmine dayalı hadis uydurmakla suçlarken, ayrıca Şifâ-i Şerîf sâhibi Kâdı Iyâz ve Hasâis sâhibi Suyûtî gibi büyükleri, dolayısıyla onların kaynak gösterdikleri Buhârî, Müslim ve Ahmed ibni Hanbel gibi muhaddis ve müctehitleri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e karizma kazandırmak için hadis uydurma iftirâsıyla karalarken hiç çekinmiyor da, ben bu zatları ve doğru görüşlerini müdâfaa uğrunda reddiye hazırlarken niye çekineyim? Ayrıca şunu soruyorum: “İnsanlar ona ‘Sen bu büyükler hakkında nasıl böyle ağır ithamlarda bulunabiliyorsun ve bunca sahîh hadisi nasıl inkâr edebiliyorsun, sen bu cesâreti nereden alıyorsun?’ diyecekleri yerde, nasıl oluyor da bana: ‘Sen bu kişinin hakkında nasıl konuşabiliyorsun’ diyebiliyorlar.”
İşte bu fakir kardeşiniz vakitlerimin darlığına, işlerimin yoğunluğuna ve sağlığımın bozukluğuna rağmen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatine nâil olma umûduyla ve kendisinin, fazîletlerini isbat husûsunda gayret gösterenlere ulaştırdığı himmet beklentisiyle, bir de Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bizim üzerimizdeki sonsuz haklarının bir kısmını te’diye niyetiyle bu Mevlid ayında İslamoğlu’na karşı bu reddiyeleri hazırlamaya gayret ettim. Allâh-u Te’âlâ bu gayretimi Kendi katında makbûl eyleyip, Habîbi nezdine de mârûz eylesin. Artık bu ay ve bu dem vefâ vaktidir. Kasr-ı Ârifân okuyucuları olan sizler bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız. İnanın ki bunu size tüm samîmiyetimle söylüyorum ve Rabbimin huzûrunda karşılaştığımızda Habîbinin sancağı şerîfi altında O’nu sevenler ve savunanlar arasında buluşmayı size vâad ediyorum. Çünkü bu garip zamanda Kâinatın Efendisi için fedâkarlıkta bulunanların ecri aslâ zâyi edilmeyecektir.
Şimdi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını düşürmek için bâzı başlıklar altında toplanan bâtıl fikirleri, dergimizde bize ayrılan bölümün sınırlılığını da göz önünde bulundurarak kısaca reddetmeye çalışalım.
Bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız.
İdrâkiyle müşerref olacağımız Mevlid ayı olan Rebî’u’l-evvel ayında Rahmeten li’l-âlemîn olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i bize gönderen Allâh-u Te’âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlardan, kendisi: “Ben ancak çokça hidâyet eden bir rahmetim” buyuran Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına sınırsız salât-ü selâmlardan sonra!
Bu ayki yazımızın başlığından da anlayacağınız üzere; Kâdı Iyâz, Suyûtî ve Nebhânî gibi büyükler işlerini güçlerini, keyiflerini ve zevklerini terkedip bütün ömürlerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dînine ve O’nun fazîletlerinin neşrine hizmet uğrunda kitaplar yazmaya vakfetmişlerken, Mustafa İslamoğlu gibi birileri de bütün mesâilerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bâzı fazîletlerini inkâr etme ve insanlara da bu inkârcı fikirleri telkin etme uğrunda hebâ etmektedirler. Ne yazık ki, İslâmî ilimlerden yoksun olan günümüz Müslümanlarının bir kısmı, canları gibi hattâ canlarından ileri sevdiklerini iddiâ ettikleri Peygamberlerinin en sahîh kaynaklarda yer alan fazîletlerini hayâsızca ve pervâsızca inkâr eden bu kişi hakkında hâlâ: “O kültürlü ve âlim biridir, belki bir bildiği vardır, Cübbeli Hoca niçin Müslümanların aleyhinde konuşuyor?” diyebilmekte, böylece de icmâa muhâlefetten başka hiçbir meziyeti olmayan bu kişinin şaz görüşleri karşısında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kendisi hakkındaki açık beyanlarını, sahâbenin kavlî ve fîlî tatbîkâtını ve on dört asır ulemâsının cumhûrunun görüşlerini rahatlıkla göz ardı edebilmektedirler. Bu reddiyeleri hazırlamam ve sohbetlerimde bu konuları gündeme getirmem husûsunda beni tenkid edenleri insâfa dâvet ederek kendilerine şu soruyu yöneltiyorum: “Mustafa İslamoğlu “Yahudileşme Temâyülü” kitabında; hayızlı kadının mescide girmesinin helal olmadığını söyleyen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i, ashâbını ve günümüze kadar gelip geçmiş dört mezheb ulemâsının tümünü Yahudilere meyletmekle ithâm ederken, “Üç Muhammed” kitabında ise, Ka’bu’l-Ahbâr gibi, sahâbenin dahi kendisinden ilim öğrendiği yüce bir Tâbi’î’yi, Yahudi Kabbalizmine dayalı hadis uydurmakla suçlarken, ayrıca Şifâ-i Şerîf sâhibi Kâdı Iyâz ve Hasâis sâhibi Suyûtî gibi büyükleri, dolayısıyla onların kaynak gösterdikleri Buhârî, Müslim ve Ahmed ibni Hanbel gibi muhaddis ve müctehitleri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e karizma kazandırmak için hadis uydurma iftirâsıyla karalarken hiç çekinmiyor da, ben bu zatları ve doğru görüşlerini müdâfaa uğrunda reddiye hazırlarken niye çekineyim? Ayrıca şunu soruyorum: “İnsanlar ona ‘Sen bu büyükler hakkında nasıl böyle ağır ithamlarda bulunabiliyorsun ve bunca sahîh hadisi nasıl inkâr edebiliyorsun, sen bu cesâreti nereden alıyorsun?’ diyecekleri yerde, nasıl oluyor da bana: ‘Sen bu kişinin hakkında nasıl konuşabiliyorsun’ diyebiliyorlar.”
İşte bu fakir kardeşiniz vakitlerimin darlığına, işlerimin yoğunluğuna ve sağlığımın bozukluğuna rağmen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatine nâil olma umûduyla ve kendisinin, fazîletlerini isbat husûsunda gayret gösterenlere ulaştırdığı himmet beklentisiyle, bir de Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bizim üzerimizdeki sonsuz haklarının bir kısmını te’diye niyetiyle bu Mevlid ayında İslamoğlu’na karşı bu reddiyeleri hazırlamaya gayret ettim. Allâh-u Te’âlâ bu gayretimi Kendi katında makbûl eyleyip, Habîbi nezdine de mârûz eylesin. Artık bu ay ve bu dem vefâ vaktidir. Kasr-ı Ârifân okuyucuları olan sizler bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız. İnanın ki bunu size tüm samîmiyetimle söylüyorum ve Rabbimin huzûrunda karşılaştığımızda Habîbinin sancağı şerîfi altında O’nu sevenler ve savunanlar arasında buluşmayı size vâad ediyorum. Çünkü bu garip zamanda Kâinatın Efendisi için fedâkarlıkta bulunanların ecri aslâ zâyi edilmeyecektir.
Şimdi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını düşürmek için bâzı başlıklar altında toplanan bâtıl fikirleri, dergimizde bize ayrılan bölümün sınırlılığını da göz önünde bulundurarak kısaca reddetmeye çalışalım.
RASÛLÜLLÂH
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) BİZİM GİBİ BİR BEŞER DEĞİLDİR
İslamoğlu Tevbe Sûresi’nin yüz yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinde geçen: “Size kendi nefislerinizden olan bir Rasûl geldi” cümleyi celîlesinin tefsîrinde bakın ne diyor:
“Bu ibârenin en geniş anlamı: ‘Melek ya da olağanüstü yetilere sâhip biri değil, sizden, sizin gibi insan bir peygamber’ demektir.” (Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meâl Tefsîr, 1/367)
Ben de size bu ibârenin daha geniş anlamını söyleyecek olursam: “Peygamberde olağanüstü yâni herkesin yapamayacağı hârikulâdelikler, daha açık bir ifâdeyle, bir benzerini yapabilmekten herkesi âciz bırakacak mûcizeler yoktur” demek istiyor. Çünkü “olağanüstü” tâbiri; “alışılagelmemiş ve herkesin yapabileceği bir şey olmanın fevkinde olan” mânâsında kullanılmaktadır ki, bunun karşılığı; peygamberlere mahsus olan “mûcize”den başka bir şey olamaz. Zâten İslamoğlu “Üç Muhammed” adlı kitabının bir çok yerinde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ancak bir beşer olduğu konusunu işlerken, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan farklı ve üstün olan bir çok husûsiyetini teker teker çürütmeye çalışıyor. Nitekim o “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, arkasını da önü gibi gördüğü”nü söyleyen ve bu görmenin, gözün görüşüyle aynı olduğunu kabûl eden Ahmed ibni Hanbel gibi ulemânın ekseriyetinin bu husustaki hadisleri yanlış anladıklarını söylüyor. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:86-87)
Oysa bir çok hadîs-i şerîfte geçen: “Ben önümden gördüğüm gibi ardımdan da görüyorum” (Muvattâ, 1/167, Buhârî, no:742, Müslim, no:423) ifâdesi, bu konuda hiçbir yanlış anlayışa mecâl bırakmıyor. İslamoğlu bununla da kalmayıp, bütün dinlerin hak olduğunu ve Allâh’ın azâbının sonsuz olmadığını savunan Mûsa Cârullâh gibi bir mülhidin: “Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:34) şeklindeki inkâr kokan hezeyânını kendi deyimiyle ‘sarsıcı beyânını’ benimseyerek naklediyor.
Belki de bunun içindir ki, İslamoğlu, Emine Şenlikoğlu ile yaptığı bir mülâkatta: “İnsan kendini peygamber de sanabilir, ilâh da sanabilir” gibi lafları rahatça sarfedebiliyor. “Milleti nasıl bilirsin?” diye sorulan bir adamın: “Kendim gibi” demesi gibi, İslamoğlu da bu gibi düşüncelerin insanın aklından geçebileceğini söylüyor. Oysa şükrolsun ben bu yaşıma kadar hiç böyle bir şey düşünmedim, hattâ kâmil mânâda bir Müslüman olduğumu bile düşünemedim. Ama: “Peygamber herkes gibi bir insandır, herkes de peygamber gibi bir insandır” zihniyetinin, bu gibi vesveselere yataklık yapması kaçınılmazdır.
Evet. Allâh-u Te’âlâ Kehf Sûresi’nin sonunda Habîbine: “Ben de sizin gibi bir beşerim” demesini emrediyor. Ama böylece, “Size gönderdiğim Peygamber, melekten ve cinden olmayıp, sizin gibi insan cinsinden olduğu için, O’na tâbî olmanız kolay olacaktır” buyurmak istiyor. Yoksa: “O sizin gibi, siz de O’nun gibisiniz, aranızda hiçbir fark yok” buyurmak istemiyor. Zâten peşi sıra: “Bana vahiy geliyor” sıfatını ekletmesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan ne kadar farklı olduğunu ortaya koyuyor. Cebrâîl’in kendisine vahiy getirdiği bir zât ile, şeytanların vesveselerinden kurtulamayan sâir insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek de şeytanların telkînâtından biri olsa gerektir.
“Parmağının işâretiyle ay yarılan” (Buhârî, no:4864, Müslim, no:2800), “Parmaklarının arasından yüz bin kişilik orduya yetecek kadar su çıkan” (Buhârî, no:4152), “İki kişilik yemeği bin kişiye yedirip hepsini doyuran” (Buhârî, no:4102, Müslim, no:2039), “Ağaçlar bile dile gelip kendisinin peygamberliğine şâhitlik yapan” (Bezzâr, no:2411, Dârimî, no:16, Ebû Yâ’lâ, no:5662), “Ayrılığına dayanamayarak hurma kütüğü inleyen” (Buhârî, no:3583, İbni Mâce, no:1414), “Kendisine ağaçlar bile selâm veren” (Müslim, no:2277, Tirmizî, no:3626), “Elinde çakıl taşları tesbih eden” (Bezzâr, no:2413), “Kurt kendisiyle konuşan” (Buhârî, no:3690, Müslim, no:2388), “Pişmiş koyun kendisine zehirli olduğunu haber veren” (Buhârî, no.3169, Ebû Dâvûd, no:4512) ve “Kendisi hürmetine Allâh’a duâ eden bir âmânın ânında gözlerine kavuşmasına vesîle olan” (Tirmizî, no:3578, İbni Mâce, no:1385) bir zâtın, bizim gibi bir beşer olduğunu, her birimizin de bir peygamber gibi olduğunu nakleden bir adamın görüşleri reddedilmeye bile değmezken ne yapalım ki, içinde bulunduğumuz zamânın getirdiği câhillik ve yağcılık şartları bizi buna mecbur bırakmıştır.
İslamoğlu Tevbe Sûresi’nin yüz yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinde geçen: “Size kendi nefislerinizden olan bir Rasûl geldi” cümleyi celîlesinin tefsîrinde bakın ne diyor:
“Bu ibârenin en geniş anlamı: ‘Melek ya da olağanüstü yetilere sâhip biri değil, sizden, sizin gibi insan bir peygamber’ demektir.” (Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meâl Tefsîr, 1/367)
Ben de size bu ibârenin daha geniş anlamını söyleyecek olursam: “Peygamberde olağanüstü yâni herkesin yapamayacağı hârikulâdelikler, daha açık bir ifâdeyle, bir benzerini yapabilmekten herkesi âciz bırakacak mûcizeler yoktur” demek istiyor. Çünkü “olağanüstü” tâbiri; “alışılagelmemiş ve herkesin yapabileceği bir şey olmanın fevkinde olan” mânâsında kullanılmaktadır ki, bunun karşılığı; peygamberlere mahsus olan “mûcize”den başka bir şey olamaz. Zâten İslamoğlu “Üç Muhammed” adlı kitabının bir çok yerinde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ancak bir beşer olduğu konusunu işlerken, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan farklı ve üstün olan bir çok husûsiyetini teker teker çürütmeye çalışıyor. Nitekim o “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, arkasını da önü gibi gördüğü”nü söyleyen ve bu görmenin, gözün görüşüyle aynı olduğunu kabûl eden Ahmed ibni Hanbel gibi ulemânın ekseriyetinin bu husustaki hadisleri yanlış anladıklarını söylüyor. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:86-87)
Oysa bir çok hadîs-i şerîfte geçen: “Ben önümden gördüğüm gibi ardımdan da görüyorum” (Muvattâ, 1/167, Buhârî, no:742, Müslim, no:423) ifâdesi, bu konuda hiçbir yanlış anlayışa mecâl bırakmıyor. İslamoğlu bununla da kalmayıp, bütün dinlerin hak olduğunu ve Allâh’ın azâbının sonsuz olmadığını savunan Mûsa Cârullâh gibi bir mülhidin: “Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:34) şeklindeki inkâr kokan hezeyânını kendi deyimiyle ‘sarsıcı beyânını’ benimseyerek naklediyor.
Belki de bunun içindir ki, İslamoğlu, Emine Şenlikoğlu ile yaptığı bir mülâkatta: “İnsan kendini peygamber de sanabilir, ilâh da sanabilir” gibi lafları rahatça sarfedebiliyor. “Milleti nasıl bilirsin?” diye sorulan bir adamın: “Kendim gibi” demesi gibi, İslamoğlu da bu gibi düşüncelerin insanın aklından geçebileceğini söylüyor. Oysa şükrolsun ben bu yaşıma kadar hiç böyle bir şey düşünmedim, hattâ kâmil mânâda bir Müslüman olduğumu bile düşünemedim. Ama: “Peygamber herkes gibi bir insandır, herkes de peygamber gibi bir insandır” zihniyetinin, bu gibi vesveselere yataklık yapması kaçınılmazdır.
Evet. Allâh-u Te’âlâ Kehf Sûresi’nin sonunda Habîbine: “Ben de sizin gibi bir beşerim” demesini emrediyor. Ama böylece, “Size gönderdiğim Peygamber, melekten ve cinden olmayıp, sizin gibi insan cinsinden olduğu için, O’na tâbî olmanız kolay olacaktır” buyurmak istiyor. Yoksa: “O sizin gibi, siz de O’nun gibisiniz, aranızda hiçbir fark yok” buyurmak istemiyor. Zâten peşi sıra: “Bana vahiy geliyor” sıfatını ekletmesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan ne kadar farklı olduğunu ortaya koyuyor. Cebrâîl’in kendisine vahiy getirdiği bir zât ile, şeytanların vesveselerinden kurtulamayan sâir insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek de şeytanların telkînâtından biri olsa gerektir.
“Parmağının işâretiyle ay yarılan” (Buhârî, no:4864, Müslim, no:2800), “Parmaklarının arasından yüz bin kişilik orduya yetecek kadar su çıkan” (Buhârî, no:4152), “İki kişilik yemeği bin kişiye yedirip hepsini doyuran” (Buhârî, no:4102, Müslim, no:2039), “Ağaçlar bile dile gelip kendisinin peygamberliğine şâhitlik yapan” (Bezzâr, no:2411, Dârimî, no:16, Ebû Yâ’lâ, no:5662), “Ayrılığına dayanamayarak hurma kütüğü inleyen” (Buhârî, no:3583, İbni Mâce, no:1414), “Kendisine ağaçlar bile selâm veren” (Müslim, no:2277, Tirmizî, no:3626), “Elinde çakıl taşları tesbih eden” (Bezzâr, no:2413), “Kurt kendisiyle konuşan” (Buhârî, no:3690, Müslim, no:2388), “Pişmiş koyun kendisine zehirli olduğunu haber veren” (Buhârî, no.3169, Ebû Dâvûd, no:4512) ve “Kendisi hürmetine Allâh’a duâ eden bir âmânın ânında gözlerine kavuşmasına vesîle olan” (Tirmizî, no:3578, İbni Mâce, no:1385) bir zâtın, bizim gibi bir beşer olduğunu, her birimizin de bir peygamber gibi olduğunu nakleden bir adamın görüşleri reddedilmeye bile değmezken ne yapalım ki, içinde bulunduğumuz zamânın getirdiği câhillik ve yağcılık şartları bizi buna mecbur bırakmıştır.
Bu
sözün sonunu şâirin şu beytiyle bitirelim:
“Muhammed beşerdir ama değildir beşer gibi,
Doğrusu O yâkuttur, insanlar taşlar gibi.”
İSLAMOĞLU KARAR VERSİN, TABERÎ ONA GÖRE MÛTEBER MİDİR, DEĞİL MİDİR?
İslamoğlu bizi kastederek açıkladığı sözlü bir cevapta: “Bir insanın Ehl-i Sünnet olduğunu nasıl anlayacağız? Şimdi Taberî, Ehl-i Sünnet mi, değil mi? Oysa Taberî çıplak ayağa meshedilebileceğini söylüyor” demişti. Ehl-i Sünnet’ten hiç biri çıplak ayağa meshedilebileceğini söylememişken, sâdece Taberî’nin sözünü yanlış anlayıp ona dayanarak Ehl-i Sünnet ulemâsının bir kısmının da bu fetvâyı verdiğini iddiâ eden İslamoğlu, konu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hicrette Sevr mağarasında vukû bulan yılan hikâyesine yâni Ebû Bekr’(Radıyallâhu Anh)ın ayağını yılan sokunca Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle ağrısının geçtiğine gelince bakın ne diyor: “Ben bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum, sadece sahih değil, zayıf haberler içeren hadis derlemelerine de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran bini aşkın sünnet-hadis kaynağını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım. Hikâye farklı biçimlerde ve kısmen Taberî Tarihi, el-Mevahibu’l-ledunniyye vs. gibi muahhar tarih ve sîret kitaplarına girebilmişti ....... Vurguladığımız gibi bu rivayet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:21-23)
Şimdi çelişkiye bir göz atacak olursak; İslamoğlu işine geldiği yerde Taberî’yi Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir bölümü adına görüş açıklayabilen bir huccet kabûl ederken, işine gelmediği yerde ise onun naklettiği bir rivâyet hakkında: “Bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır” diyebiliyor. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) Mâide Sûresi’nin altıncı âyet-i kerîmesinde “Çıplak ayağa meshedilebilir” dememiş, ancak “Sâde yıkamakla yetinmeyip, aynı zamanda el sürmek sûretiyle mesh yapmak da gerekir” demiştir. Ama İslamoğlu bu noktada yanlış anladığı veyâ kasten yanlış anlattığı Taberî’nin görüşünü makbûl saymış, fakat Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle Ebû Bekr (Radıyallâhu Anh)ın şifâ bulduğuna dâir yaptığı rivâyetinde onu makbûl saymamış, Taberî Târihi’nin de mûteber bir kaynak olmadığını ileri sürmüştür. Bir de üstüne üstlük Taberî Târihi gibi muhtevâ yönünden hemen hemen İslâm tarihi adına yazılan ilk kaynaklardan kabûl edilen bir kaynak eser için, son dönem kaynağı anlamına gelen “muahhar kaynak” tabirini kullanmıştır.
Bu vesîleyle kendisine bir de şunu hatırlatmış olayım ki, âlim, CD’lerde kaynak arayana değil, mazinnesinde araştırma yapıp aradığını bulana derler. Yoksa o araştırma yapılan CD’lerde aranan konu hakkındaki rivâyette geçen bir harf ya da bir nokta yanlış yazılmış veya ileri geri oynamış olsa, kıyâmete kadar aradığını bulamazsın. Oysa biz bu rivâyeti Razîn ibni Muâviye gibi, İbni Beşküvâl’in deyimiyle sâlih, fâzıl ve hadis âlimi bir zâtın rivâyet ettiğini bâzı eserlerde bulduk. (Kastalânî el-Mevâhibu’l-ledûniyye 1/295-296, Münâvî, el-Feyzu’l-kadîr, no:7787)
RASÛLÜLLÂH (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) İN HIRKASIYLA TEBERRÜK ETMEK MÜNÂFIK İŞİ DEĞİLDİR
“Muhammed beşerdir ama değildir beşer gibi,
Doğrusu O yâkuttur, insanlar taşlar gibi.”
İSLAMOĞLU KARAR VERSİN, TABERÎ ONA GÖRE MÛTEBER MİDİR, DEĞİL MİDİR?
İslamoğlu bizi kastederek açıkladığı sözlü bir cevapta: “Bir insanın Ehl-i Sünnet olduğunu nasıl anlayacağız? Şimdi Taberî, Ehl-i Sünnet mi, değil mi? Oysa Taberî çıplak ayağa meshedilebileceğini söylüyor” demişti. Ehl-i Sünnet’ten hiç biri çıplak ayağa meshedilebileceğini söylememişken, sâdece Taberî’nin sözünü yanlış anlayıp ona dayanarak Ehl-i Sünnet ulemâsının bir kısmının da bu fetvâyı verdiğini iddiâ eden İslamoğlu, konu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hicrette Sevr mağarasında vukû bulan yılan hikâyesine yâni Ebû Bekr’(Radıyallâhu Anh)ın ayağını yılan sokunca Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle ağrısının geçtiğine gelince bakın ne diyor: “Ben bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum, sadece sahih değil, zayıf haberler içeren hadis derlemelerine de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran bini aşkın sünnet-hadis kaynağını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım. Hikâye farklı biçimlerde ve kısmen Taberî Tarihi, el-Mevahibu’l-ledunniyye vs. gibi muahhar tarih ve sîret kitaplarına girebilmişti ....... Vurguladığımız gibi bu rivayet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:21-23)
Şimdi çelişkiye bir göz atacak olursak; İslamoğlu işine geldiği yerde Taberî’yi Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir bölümü adına görüş açıklayabilen bir huccet kabûl ederken, işine gelmediği yerde ise onun naklettiği bir rivâyet hakkında: “Bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır” diyebiliyor. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) Mâide Sûresi’nin altıncı âyet-i kerîmesinde “Çıplak ayağa meshedilebilir” dememiş, ancak “Sâde yıkamakla yetinmeyip, aynı zamanda el sürmek sûretiyle mesh yapmak da gerekir” demiştir. Ama İslamoğlu bu noktada yanlış anladığı veyâ kasten yanlış anlattığı Taberî’nin görüşünü makbûl saymış, fakat Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle Ebû Bekr (Radıyallâhu Anh)ın şifâ bulduğuna dâir yaptığı rivâyetinde onu makbûl saymamış, Taberî Târihi’nin de mûteber bir kaynak olmadığını ileri sürmüştür. Bir de üstüne üstlük Taberî Târihi gibi muhtevâ yönünden hemen hemen İslâm tarihi adına yazılan ilk kaynaklardan kabûl edilen bir kaynak eser için, son dönem kaynağı anlamına gelen “muahhar kaynak” tabirini kullanmıştır.
Bu vesîleyle kendisine bir de şunu hatırlatmış olayım ki, âlim, CD’lerde kaynak arayana değil, mazinnesinde araştırma yapıp aradığını bulana derler. Yoksa o araştırma yapılan CD’lerde aranan konu hakkındaki rivâyette geçen bir harf ya da bir nokta yanlış yazılmış veya ileri geri oynamış olsa, kıyâmete kadar aradığını bulamazsın. Oysa biz bu rivâyeti Razîn ibni Muâviye gibi, İbni Beşküvâl’in deyimiyle sâlih, fâzıl ve hadis âlimi bir zâtın rivâyet ettiğini bâzı eserlerde bulduk. (Kastalânî el-Mevâhibu’l-ledûniyye 1/295-296, Münâvî, el-Feyzu’l-kadîr, no:7787)
RASÛLÜLLÂH (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) İN HIRKASIYLA TEBERRÜK ETMEK MÜNÂFIK İŞİ DEĞİLDİR
İslamoğlu münâfıkların reîsi olan Übeyy ibni Selûl’ün oğlunun Rasûlüllâh
(Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek: “Babam senin gömleğinle kefenlenmeyi
vasiyet etti” sözünü naklettikten sonra bakın ne diyor: “Burada dikkatimizi
çeken şey, münafıkların çete başı Abdullah b. Ubeyy b. Selûl’ün Rasûlüllah’ın
hırkasına yüklediği anlam ve Rasûlüllah’ın şahsında sergilediği “peygamber
tasavvuru”dur...... Bu tasavvur, münafıkların ele başında, eşyaya taşımadığı
anlamları yüklemek........şeklinde tezahur etmiştir.” (Mustafa İslamoğlu, Üç
Muhammed, sh:25)
İslamoğlu burada: “Hayatı peygamber düşmanlığıyla geçmiş böyle bir münâfığa peygamber hırkası fayda vermez” diyecek olsaydı, buna bir diyeceğimiz yoktu. Fakat: “Eşyaya taşımadığı anlamı yüklemek münâfık işidir” deyince, buna çok diyeceğimiz var. Çünkü o böylece Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hırka-i şerîfinde vesâir kutsal emânetlerinde hiçbir fayda ve bereket bulunmadığını söylemekten öte aynı zamanda: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşyalarından bir bereket umanların bu düşüncesi bir münâfık tasavvurudur” demiş oluyor. O zaman biz kendisine soruyoruz: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ali’nin annesi olan çok değer verdiği yengesini bolluk dönemi olan Medîne’de defnederken, kefen bulamadığı için mi sırtındaki hırkasını çıkarıp ona kefen yapmıştır, yoksa onun bereketini kendisine ulaştırmak için mi böyle yapmıştır? Eğer bu maksatla yapmışsa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu düşüncesi de bir münâfık tasavvuru mudur? Nitekim Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın şöyle anlattığı rivâyet edilmiştir: “Esed kızı Fâtıma (Radıyallâhu Anhâ) vefât edince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun yanına girip başının yanında oturarak: “Ey annem! Allâh sana rahmet etsin. Sen annemden sonra annemdin. Sen aç kalır beni doyururdun. Kendin çıplak kalır beni giydirirdin, bununla Allâh’ın cemâlini ve âhiret yurdunu arzulardın” buyurmuş, sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) gömleğini çıkararak ona giydirmiş ve kendi üstündeki bir hırkayla onu kefenlemiştir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, no:871, el-Evsât, no:191, Heysemî, Mecma’u’z-zevâîd, no:15399, Ebû Nu’aym, Hilyetü’l-evliyâ, 3/121)
İslamoğlu burada: “Hayatı peygamber düşmanlığıyla geçmiş böyle bir münâfığa peygamber hırkası fayda vermez” diyecek olsaydı, buna bir diyeceğimiz yoktu. Fakat: “Eşyaya taşımadığı anlamı yüklemek münâfık işidir” deyince, buna çok diyeceğimiz var. Çünkü o böylece Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hırka-i şerîfinde vesâir kutsal emânetlerinde hiçbir fayda ve bereket bulunmadığını söylemekten öte aynı zamanda: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşyalarından bir bereket umanların bu düşüncesi bir münâfık tasavvurudur” demiş oluyor. O zaman biz kendisine soruyoruz: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ali’nin annesi olan çok değer verdiği yengesini bolluk dönemi olan Medîne’de defnederken, kefen bulamadığı için mi sırtındaki hırkasını çıkarıp ona kefen yapmıştır, yoksa onun bereketini kendisine ulaştırmak için mi böyle yapmıştır? Eğer bu maksatla yapmışsa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu düşüncesi de bir münâfık tasavvuru mudur? Nitekim Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın şöyle anlattığı rivâyet edilmiştir: “Esed kızı Fâtıma (Radıyallâhu Anhâ) vefât edince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun yanına girip başının yanında oturarak: “Ey annem! Allâh sana rahmet etsin. Sen annemden sonra annemdin. Sen aç kalır beni doyururdun. Kendin çıplak kalır beni giydirirdin, bununla Allâh’ın cemâlini ve âhiret yurdunu arzulardın” buyurmuş, sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) gömleğini çıkararak ona giydirmiş ve kendi üstündeki bir hırkayla onu kefenlemiştir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, no:871, el-Evsât, no:191, Heysemî, Mecma’u’z-zevâîd, no:15399, Ebû Nu’aym, Hilyetü’l-evliyâ, 3/121)
Şimdi İslamoğlu gibi en sahih kaynakları bile ceffel kalem inkâr edebilen
birinin, bu rivâyete zayıf diyeceğini bildiğim için daha tavlı bâzı rivâyetleri
burada zikredeceğim.
Ebû Bekr’in kızı Esmâ (Radıyallâhu Anhümâ) bir cübbe gösterip: “İşte bu,
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in cübbesidir, bu cübbe vefâtına kadar
Âişe (Radıyallâhu Anhâ)nın yanında idi. O vefât edince ben aldım. Rasûlüllâh
(Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onu giyerdi, biz de onu hastalar için yıkıyoruz
(ve suyunu onlara içiriyoruz) ki onunla şifâ talebediliyor” demiştir. (Müslim,
No2069)
İbni Ömer (Radıyallâhu Anhumâ)nın, elini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in minberde oturduğu yere koyup, sonra yüzüne sürdüğü görülmüştür.
Mescid-i Nebevî tenhâlaştığında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in
ashâbı, minberin kabr-i şerîf tarafında bulunan topuza sağ elleriyle dokunup
teberrükte bulunurlar, sonra kıbleye yönelip bu vesîle ile Allâh-u Te’âlâ’ya
yalvarırlardı. (Kâzî‘Iyâz, Eş-Şifâ bi ta’rîfi hukuki’l-Mustafa, 2/86, İbni
Sa’d, Tabakât, 1/254) İbni Ömer (Radıyallâhu Anhumâ)nın, elini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in minberde oturduğu yere koyup, sonra yüzüne sürdüğü görülmüştür.
Abdurrahmân ibni Ebî Amre (Radıyallâhu Anh)ın rivâyetine göre: “Kebşetü’l-Ensariyye adındaki ninesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mübârek ağzının dokunduğu tulumun ağzının bereketini umarak onu kesip saklamıştır.” (İbni Mâce, no:2/1132, Tirmizî, no:1892, Humeydî, Müsned, no:354, Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, no:8)
Hâlid ibni Velîd (Radıyallâhu Anh), Yermük günü kaybolan takkesini çok aratmış sonra bulununca: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ihramdan çıkarken başını tıraş edince insanlar saçının yan taraflarını kapmaya koşuştular, ben ise mübârek perçemini almakta önce davrandım ve onu bu takkenin içerisine koydum. Bu takke benim yanımdayken hangi savaşa katıldıysam bunun bereketiyle mutlaka yardım olundum” demiştir. (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebir, no:3804, Ebû Yâ’la, no:7183, Hâkim, el-Müstedrek, no: 5299, İbni Hacer el-Metâlib, no: 4044)
Bu rivâyetleri çoğaltmaya kalksam müstakil büyük bir kitap dolusu nakil toplayabilirim. Bu gibi teberrüklere şirk diye karşı çıkan Vehhâbi fırkasının en büyük dayanağı olan İbni Teymiye bile bir çok sapıklıklarına rağmen, bu hususta doğru bir nakil yaparak, “İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (Rahimehullâh), Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in minberine el sürmeye ruhsat verdi, İbni Ömer, Sa’îd ibni Müseyyeb ve Yahyâ ibni Sa’îd (Radıyallâhu Anhum) gibi Medîne-i Münevvere’nin en büyük fakihleri böyle yaparlardı” demiştir. (İbni Teymiye, İktizâu’s-sırâti’l-müstakîm, sh:367)
Ama İslamoğlu işine geldiği yerde İbni Teymiye’yi savunurken, İbni Teymiye Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını muhâfaza sadedinde bir şey söyleyecek olsa, onu da aşırı yüceltmeci olarak suçlamaktan geri durmamıştır. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:92-93)
Şimdi bunca sahâbe ve müctehid Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşyâsına değer verirlerken, o eşyaya taşımadığı bir bereket anlamı yükleyerek münâfık düşüncesine mi kapılmış oldular? Hadi bunlar bir yana şunu soralım: Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ihramdan çıkarken kestirdiği saçlarını Ebû Talha’ya vererek: “Bunu insanlar arasında taksim et” (Müslim, no:1305, Tirmizî, no:912, Ebû Dâvud, no:1981, Humeydî, no:1220, Ahmed ibni Hanbel, no:12093) buyururken, eşyaya taşımadığı bir mânâ mı yüklemiştir, O’nun bu düşüncesi de bir münâfık tasavvuru mudur?.. Artık kararı siz okurlarıma bırakıyor ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, bunca sahâbenin ve on dört asır boyunca O’nun mukaddes eşyasına bereket anlamı yükleyen ve sâhibinin şefâatine ulaşmak niyetiyle onları ziyâret eden bütün Müslümanların bu mâsum îtikatlarını bir münâfık tasavvuru olarak niteleyen bu kişiyi Allâh’a ve Rasûlüne havâle ediyorum.
Bir sonraki yazımda bu kişinin hezeyanları ve benim ona mesnedli cevaplarım
hakkında gündeme getireceğim başlıklar inşâallâh şöyle sıralanacaktır: “Ümmet-i
Muhammed Peygambere saygı gösterirken vahye sırt dönmüş değildir”,“‘Rasûlüllâh
örnektir’ buyrulmayıp, ‘Rasûlüllâh’da örnek var’ buyrulması, Rasûlüllâh’a
seçici yaklaşmamız gerektiğini ifâde etmez”, “Rasûlüllâh Allâh’ın bildirmesiyle
gayıpları bilmiştir yoksa kendisine karizma kazandırmak için kimse hadis
uydurmamıştır”, “Ka’bu’l-Ahbâr, Rasûlüllâh’ın nûr oluşunu, Yahudi Kabbalizmine
dayanarak îcad etmemiştir, bilakis O’nun nûr olduğunu Kur’ân söylemiştir”,
“Sahâbenin Rasûlüllâh’in teri, tükrüğü ve kanı gibi bedenî atıklarına
verdikleri değer O’na karizma katmak için değildir”, “Rasûlüllâh’ın cinsel
gücünün sahâbe tarafından konuşulması bir gerçeği açıklamak içindir yoksa Rasûlüllâh’ın
diğer peygamberlerden geri kalmaması için uydurulmuş bir şey değildir.”
Sizlerden ricâmız Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüce haysiyetini
muhâfaza niyetiyle kaleme alınmış olan bu yazıya, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi
ve Sellem)in şânına yakışır bir değerle tâzim etmeniz ve ona göre okuyup
okutmanızdır. Bu vesîleyle Rebî’u’l-evvel ayınızı ve Mevlid Kandilinizi tebrik
eder, cümlenizi Allâh-u Te’âlâ’nın hıfzına emânet ederim ve Rasûlüllâh
(Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in himmetine havâle ederim.
Not; Kasrı Arifan Dergisi Mart 2009 Sayısından Alıntıdır.Cübbeli Ahmet Mahmut Ünlü Hoca
Not; Kasrı Arifan Dergisi Mart 2009 Sayısından Alıntıdır.Cübbeli Ahmet Mahmut Ünlü Hoca
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.