script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

Ayet-el Kürsî'den Önce Okunan ve 70 Milyar Hasene Kazandıran Dua...

 Ayet-el Kürsî'den önce okunan ve 70 Milyar Hasene kazandıran dua...
 

 

EMANET ŞUURU


 
Allâh’a îmân edenlerin umûmî bir ismi olan “mü’min” tâbiri, aynı zamanda Allâh’ın güzel isimlerinden biridir ve O’nun emniyet menbaı oluşunu, kullarına güven vermesini, onları emîn kılmasını ifade eder. Peygamberlerini “emânet” sıfatıyla vasıflandıran, yâni onları güvenilir kılan da O’dur. Bu itibarla mü’min kimse de; îmân eden, emniyet telkin eden, güvenilir kimse demektir.

Emânete riâyet duygusu, mü’minlerin îman dokusunu ihyâ eden bir unsurdur. Bu hakîkati dile getiren şu mânidar hadîs-i şerîf, aynı zamanda ne dehşetli bir îkâz-ı peygamberîdir:

“Hiç şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah, bir kulu helâk etmeyi murâd ettiği zaman, ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı alınca, o kul gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı zaman, ondan emânet (güvenilirlik) kaldırılır. Emânet kaldırılınca, o ancak hâin olur. Hâin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lânete uğrar, mel’ûn olur. Lânete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!” (İbn-i Mâce, Fiten, 27)

Hadîs-i şerîfin de beyân ettiği üzere emânet duygusu, îmânın sıhhat şartlarından biridir. Bu yüzden onu hassâsiyetle muhâfaza etmemiz için Rabbimiz birçok ilâhî îkazda bulunmaktadır. Bunların birkaçında şöyle buyrulur:

“Birbirinize bir emânet bırakırsanız, emânet bırakılan kimse o emâneti (zamânı gelince) sâhibine versin ve bu hususta Allah’tan korksun.” (el-Bakara, 283)

“…Kim emânete hıyânet ederse, kıyâmet günü, hâinlik ettiği şeyin günâhı boynuna asılı olarak gelir…” (Âl-i İmrân, 161)

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.” (el-Enfâl, 27)

“Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmet­tiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor…” (en-Nisâ, 58)

Emânet”, peygamberlerin beş fârik vasfından biridir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliyye Arapları’nın dahî o derecede îtimâdını kazanmıştı ki, O’nu “el-Emîn” ve “es-Sâdık” vasıflarıyla tavsîf etmişlerdi. Hattâ Allah Rasûlü’nün amansız bir düşmanı olan Ebû Cehil bile O’na birgün:

“−Yâ Muhammed! Ben sana, Sen yalancısın demiyorum. Fakat şu getirdiğin dâvetini istemiyorum…” diyerek Efendimiz’in doğruluğunu vicdânen kabûl ettiğini, fakat dâvetine icâbet etmekte nefsine mağlûb olduğunu bir bakıma îtirâf etmişti.

Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“…(Rasûlüm!) Onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. ” (el-En’am, 33)

Resulullah'ı (sas) Aracı Yaparak Hayırlı Murada Erişmek için Okunacak Beyitler

Resulullah'ı (sas) Aracı Yaparak Hayırlı Murada Erişmek için Okunacak Beyitler
 

Kitap Tanitimi: Peygamber Efendimizin Mevlid Kıssası Ve Mucez Hayatı - Cübbeli Ahmet Hocaefendi


 
Peygamber Efendimiz'in Mevlid Kıssası Ve Mucez(Özlü) Hayatı

Sonsuz hamd-ü senâlar Habîbine hitâben: "Allâh’ın Senin üzerindeki lütfü pek büyük olmuştur” (Nisâ Sûresi: 113 'den) buyurmuş olan Allâh-u Te'âlâ’ya mahsustur.

Sonsuz salât-ü selâmlar: "Ben sizin baba­nız gibiyim” (Nesâî, no:40,1/38) buyuran Rasulüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Seli em) e, onun mevlidiyle ferahlanan âl-i ashâbına ve cezâ gününe kadar iyilikte onlara tâbi olanlara olsun.

Cezâevindeyken: "Hapisten çıktığımda her sene Rabîulevvel ayında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hakkında bir eser telif edeceğim” diye Allâh-u Te'âlâ’ya söz vermiştim.

Baypas ameliyatı olduğum 2006 senesi hâ­ricinde Rabbim Te'âlâ beni bu sözde durmaya muvaffak eyledi.

İşte 1432 senesinin Rabîulevvel ayma var­dığımız şu günlerde ırzımı hedef alan bir takım şerefsizler tarafından büyük iftiralara mâruz kalarak hayatımın en zor günlerini geçirmeme rağmen bu ahdimi yerine getirmek üzere eliniz­deki bu hacimli eseri mevlid gecesine yetiştire­bilmek nasib oldu.

Rabbimden niyâzım odur ki, kalan öm­rümde de beni her sene böyle hayırlı bir amele muvaffak eylesin, siz okurlarımı da Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sevgisi bakımından gün be gün müzdâd eylesin. Amîn!

Elinizdeki bu risâlede Ca'fer ibni Hasen el-Berzencî Hazretleri’nin hazırladığı Arapça mevlid-i şerîfin tercemesini ve bazı yerlere ilave edilen faydalı mâlûmâtı bulacaksınız.

Sizler bu risâlemizi itikad ve ihlâs ile oku­yup herkese ulaştırmaya ve okutmaya gayret ederseniz mutlaka Kâinatın Efendisi’nin özel iltifatlarına mazhar olacaksınız.

Allâh-u Te'âlâ bu miskin kulunu, en sevdi­ği Muhammed Mustafâ’sına hakkıyla hizmet edebilmeye, sizleri de bu hizmetlerin neşrine muvaffak eyleye ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i cümlemizden hoşnut ve râzı eyleye.

"O’dur ancak O Zât ki; (melek ve cin tü­ründen değil de, anlaşmaları kolay olsun için) kendileri (gibi Adem nesli)nden olan değerli bir Rasûlü (okuma-yazma bilmeyen) ümmîler arasında göndermiştir ki, o onlar üzerine O (Allâh-u Sübhânehû)nun âyetlerini peş peşe okumaktadır, onları (maddî ve manevî pisliklerden) iyice arındırmaktadır, bir de kendile­rine o (yüce) Kitab (olan Kur’ân)ı ve hikmeti (sünnet ve fıkhı) öğretmektedir.
 
Oysa şüphesiz onlar daha önce elbette apaçık bir dalâlet (ve sapıklık) içinde bulun­muşlardı.

Bir de (Allâh-u Te'âlâ Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i sadece Araplara ve kendi asrında bulunanlara değil, Araplardan olsun olmasın) o (kitap ehli olmayan) diğer (ümmî) kişiler ara­sında (göndermiştir) ki; (zaman itibarıyla) he­nüz onlar bunlara kavuşmamıştır! (Kendisi­ne inanmayanlardan intikam alma gücüne sahip olan) Azîz de, (emrinde vekazasında son derece hikmet sahibi olan) Hakîm de ancak O’dur!

İşte sana! Bu, Allah’ın fazl(-u ihsan)ıdırki, onu dilediği kimseye verir.

Zaten Allâh pek büyük fazl(-u kerem)sa­hibidir.” (Cumu'a Sûresi:2-3)

Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edildiğine göre; Cumu'a Sûresi nâzil olduğunda, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Onu ashâbına okurken bu âyete ulaşınca, bir zâtın:

"Ya Rasûlellâh! Henüz bize kavuşmamış bu kişiler kimdir?” demesi üzerine, o, elini Selmân-ı Fârisî (Radıyallâhu Anh)m üzerine koyarak:

 "Canım, (kudret)elinde olan Zât’a yemin olsun ki; iman Süreyya (yıldızm)dada olsa, elbette bunlardan birtakım şahıslar uzanıp onu alır!” buyurdu. (Buhârî, el-Meğâzî:373, no:4615, 4/1858)

Bundan anlaşıldığına göre; âyet-i kerîmeye konu olan değerli zatlar, Araplardan olmayıp, Fars ve Türk milletleri gibi daha sonra İslâm’a hizmetleri geçecek olan toplumların mensupla­rıdır.
 
Nitekim Buhârî, Müslim gibi hadis hafız­larının birçoğu, EbÛ Hanîfe (Radıyallâhu Anh) gibi hadislerden hüküm çıkaran müctehidlerin de bir kısmı, Araplardan olmayıp, Fars milleti gibi yabancı toplumlardandırlar ki, İslâm’ın bugün Müslümanlara sağlam bir şekilde ulaşması, bu şahısların bu konudaki ciddi gayretleri sayesin­de olmuştur. (Tefsîru ’l-Hâzin, 7/87)

 

MÜELLİF HAKKINDA MÛCEZ BİR TERCEME-İ HAL

Musannifin torunu seyyid Cafer ibni İsmâ'îl el-Berzencî (vefat: 1317) (Rahimehullâh) bu metne yazmış olduğu "el-Kevkebii’l-enver alâ 'Ikdi’l-cevher Ji Mevlidi ’n-Nebiyyi ’l-Ezher ” nâmındaki şerhte müellifi şöyle tanıtmıştır:

Bu mevlid-i şerifin müellifi olan es-Seyyid Ca'fer ibni Hasen ibni Abdilkerîm ibni Muhammed ibni Rasûl el-Berzencî el-Hüseynî

(Rahimehullâh) hicri sene 1126’da Medîne-i Münevvere "de doğmuştur.

Anne babasının terbiyesi altında büyümüş, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş, tecvid ilmi almış ve fazîlet ehli ulemâdan bir cemaatin ders halka­larına katılmıştır.
 
Sonra Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş, ora­da beş sene mücâvir kalmış, o esnâda da Mekke ulemâsından bir cemaatin derslerine katılmıştır.

Daha sonra Medîne-i Münevvere’de Şâffiîlerin iftâ makamını üstlenmiş, vefatına kadar da bu mensıbte bulunmuştur.
 
Zaten bu makam evvelden beri bu kıymetli âilede bulunmuş olup, bu makamı ilk başta dede­leri Seyyid Muhammed ibni Rasûl el-Berzen­cî (vefat: 1103) üstlenmiş, nihâyet son olarak bu âileden bu görevi üstlenen Seyyid Muhammed Zeki ibni Ahmed el-Berzencî (vefat: 1365) ol­muştur.

Müellif Hazretleri hicri 1177 senesinin şa­ban ayının sah gününde vefat ederken ardında bu mevlid-i şerif hâricinde nice müfid telifler bırakmıştır ki: "Câliyetü’l-kürab bi Esmâ-i Seyyidi'l-Acemi ve’l-Arab”, "El-Birrıı'I-âcil bi icûbeti ’ş-Şeyh Muhammed Gâfıl”, "Menâkıbu Seyyidi’ş-Şiihedâ” ve "etı-Nefhu’l-feracî”gibi daha birçok telif bunlar arasında addedilmiştir.
 
Biz bu metni terceme ederken, elimizde bulunan Şeyh Muhammed Nevevî el-Bintenî (Rahimehullâh)a âit "Medâricu ’s-su rûd ile "küsün biirûd” (Matba-i Vehbiyye, 1296) isimli eserden istifade ettik.

Allâh-u Te'âlâ müellife ve şurrâha rahmeti vâsfasıyla rahmet eylesin ve eserlerinden istifâ­de eden erkek kadın tüm müminler adına kendi­lerini hayırla mükâfatlandırsın. Amîn!

 


Önsöz 7

Müellif Hakkında Mûcez Bir Terceme-i Hal 9

BİRİNCİ BÖLÜM

"BERZENCÎMEVLİDİ’’NİN METNİNİN TERCÜMESİ 11

Mevlid-i Şerifi Tercümeden Okumak 15

"Berzencî Mevlid-i Şerîfı”nin Tercümesi 17

İKİNCİ BÖLÜM

RASÛLÜLLÂH (SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM)İN, VİLÂDET-İ SENİYYESİNDEN ÖNCEKİ ÜSTÜN VASIFLARI 75

Müellifin Mevlid-i Şerif Kıssasına Giriş Yazısı 79

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Hilkatinin Bidâyeti 81

İlk Yaratılan Nur Hakkındaki Câbir (Radıyallâhu Anh) Hadisi 85

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
RASÛLÜLLÂH (SALLÂLLÂHUALEYHİ VE SELLEM)İN ÖNCEKİ KİTAPLARDAKİ TANITIMI 105

Ehl-i Kitâb’ın Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Evsâfını Kendi Kitaplarında Bulduklarına Dâir Şâhitlikleri 109

Bazı Yahûdilerin Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Vasıflarını Tespit İçin Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)\ Denemeleri 112

Abdullâh ibni Sûriyâ’nın ve Diğer Bazı Ehl-i Kitab’ın Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efakkında Yaptıkları İtiraflar 120

Kâ'buT-Ahbar’m Müslüman Oluş Kıssası 127

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Tevrat, İncil ve Zebur’daki Sıfatları 133

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ve Ümmetinin Geçmiş Kitaplardaki Tarifi 147

Mûsa (Aleyhisselâm)inRasûlüllâh(Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Ümmetinden Olmak İstemesi 169

İki Yüz Sene Günah İşlediği Halde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Tevrat’ta Geçen İsmini Öptüğü İçin Affolunan Kişi 174

Affedicilik ve Ayıpları Örtmek

Affedicilik ve Ayıpları Örtmek
 

İnsanların hatâlarını affetmek ve kusurlarını örtmek, en mühim ahlâkî vasıflardan biridir. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu güzel haslet, îman ve ahlâkın kemâline işâret eder. Zîrâ Allah Teâlâ’nın esmâ-yı hüsnâsından biri de, O’nun affediciliğini ifâde eden “el-Afüv” ism-i şerîfidir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

(Ey Rasûlüm!) Affedici ol! İyi ve güzel olan şeyleri emret! (Delil kabul etmeyen ısrarcı) câhillerden yüz çevir.” (el-A’râf, 199)

Affetmek, Allâh’ı sevip O’nun ahlâkı ile ahlâklanmanın tabiî bir neticesidir. Zîrâ Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış, affın zemînini hazırlar.

Affetmek, cezâlandırmaya muktedir olduğu hâlde bir kimsenin suçluyu bağışlayabilmesidir. Bu bakımdan gerçek meziyet, nefsin galebesine mânî olup affı tercih edebilmektir.

Cenâb-ı Hak, kullarının affedici olmasını istemektedir. Affetmeyi seven mü’minlerin örnek alınmaya değer kullar olduğunu bildirmektedir. Çünkü onlar gerçekten de zor olan bir işi yapmış, nefislerini bertarâf ederek affedicilik ve ayıp örtücülük vasfını kazanmışlardır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer mühim işlerdendir.” (eş-Şûrâ, 43)

“O (takvâ sâhipleri) ki bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsan sâhibi olanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“…Kul başkalarının hatâlarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyâdeleştirir…” buyurmuştur.

(Müslim, Birr, 69; Tirmizî, Birr, 82)

Şahsına yapılan hatâlar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir âcizlik gibi görünse de hakîkatte fevkalâde yüksek bir haslettir. Hazret-i Mevlânâ, affın hikmetini ne güzel ifâde eder:

“Bilesin ki Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı çıkan düşmanlarına gâlip gelmiştir. Öyleyse belâyı gidermenin çâresi, sitem veya zulüm etmek değildir. Onun çâresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder.»[140] nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..”

İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri de şöyle der:

“Şeyhim Atpazârî Osman Efendi şöyle derdi: «Kişinin Hak ile olan muâmelesinde takınacağı en güzel tavır; teslîmiyet ve rızâ; halk ile muâmelesinde ise af ve sehâ’dır.»” (Bursevî, I, 283, el-Bakara 177 tefsirinde)

Bir de öfke hâlindeyken affetmek vardır ki, bu daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Yiğit dediğin, güreşte rakîbini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)

“Gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yenen kimseyi Allah Teâlâ, kıyâmet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74, Kıyâmet 48; İbn-i Mâce, Zühd 18)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlarla muâmelesinde kolaylığı tercih eder, zorluğa, öfke ve kızgınlığa yer vermezdi. Kolayca affedivermesi, günah ve kusurları muhâtabın durumuna göre ve kendine has bir metotla bertarâf etmesi, O’nun en güzîde âdetlerindendi. O, kazandığı savaşlarda esir düşenleri affetmiş, kendisine karşı son derece kötü davrananlara bile güzel muâmele, merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği sergilemiştir.

Hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için duâ edebilmek, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın fârik vasfı idi. Tâif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduâda bulunmayıp hidâyetleri için duâ etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyetle şereflenmelerini istemesi, nice azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur. Cenâb-ı Hak ne güzel buyurur:

“…İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.”

(Fussilet, 34)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüksek ahlâkî ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîf, müslümanlara ne güzel bir yol göstermektedir:

“İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye alıştırınız!” (Tirmizî, Birr, 63/2007)

İyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir.

Lâkin şunu da hatırlatmak gerekir ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman affetmekten çok ıslâhına çalışmak, âdil davranmak ve doğru ile yanlışı ortaya koymak îcâb eder. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı muhakkaktır.

Beşerî münâsebetlerde dikkat edilmesi gereken diğer mühim bir husus da, mü’minin, insanların ayıplarını araştırmaması, hattâ tesâdüfen gördüğü ayıp ve kabahatleri dahî setretmesi (örtmesi)’dir. Çünkü bâzı kusurlar için; “Şuyûu vukûundan beterdir.” denilmiştir. Yâni toplumda bâzı suçların kulaktan kulağa yayılıp duyulması, o suçun işlenmesinden daha kötü neticeler verebilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, ayıpların ve kötülüklerin yayılmasını şiddetle menetmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Mü’minler arasında hayâsızlığın şuyû bulmasını (yayılmasını) arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

Esma'ul Hüsna 47. İsm-i Şerif

LEDÜNNÎ İLİM (LEDÜN İLMİ)


Bu ilim, ancak Allâh Teâlâ’nın lutfetmesiyle nâil olunan tamamen Hak vergisi, vehbî bir ilimdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu ilim hakkında “bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir ilim” mânâsına gelen « مِن لَّدُنَّا عِلْمًا » ifâdesi kullanılmıştır.7 “Ledünnî ilim” tâbiri de buradan gelir.

Esâsen, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği hakîkatler, üç kategori teşkil eder. Bunların birinci kategorisindeki gerçekler, ancak nûr-i nübüvvetle idrâk olunabildiğinden, bunlar, Allâh Teâlâ ile O’nun yüce Peygamberi arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından hiç kimseye ifşâ etmemiştir.

Allâh Teâlâ ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ edilse bile anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i şerîflerin mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

“Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112) buyurmuştur.

Diğer bir hadîs-i şerîfte de:

“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, IV, 8)

buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar, ancak aklen ve rûhen yükselmiş, “havâs” veya “havâssü’l-havâs”8 tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir an’anedir. Zîrâ, satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla birlikte kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mes’ûliyeti vardır. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şer’î gerçeklerdir. Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân ve amel mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî seviyedeki kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir şekilde takdîr etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini tâyin sebebine binâen, âleme ilân olunmuştur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.9

Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması güç birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi, pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle gerçekleştiği târihî bir an’anedir.

Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali’ye ilâveten sahâbeden İbn-i Mes’ûd, Ebû Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî ilme âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır.


Allâh Teâlâ, kendisinden hakkıyla ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını ilâhî irâdeye râm edebilen kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce Rabbimiz, böyle muttakî kullarına husûsî bir ilim ve hikmet lutfettiğini Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmektedir:

يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

“Ey îmân edenler! Eğer Allâh’tan ittikâ ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırd edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allâh, büyük lutuf sahibidir.”  (el-Enfâl, 29)

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lutfetsin…” (el-Hadîd, 28)

Hadîs-i şerîfte de:

“Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, X, 15) buyurulmuştur.

Rasulullah (SAV)´in Müminlere Zarar Veren Cinlere Mektubu

Rasulullah´in (SAV) Müminlere Zarar Veren Cinlere Mektubu
 

Râbıta


Tasavvufun özüne ve gâyesine baktığımızda; onun seyr u sülûkte temel sâikının “muhabbet”, nihâî gâyesinin de “âdâb” olduğunu görürüz. Bunlardan “muhabbet” vâsıta, “âdâb” ise netîcedir. Bu iki mefhûmun ehemmiyeti üzerinde ne söylense azdır.

Bir varlığa duyulan muhabbet şiddetlendikçe, bu muhabbetten o varlığa herhangi bir “nispeti”, yâni yakınlığı, benzerliği veya ilgisi olan her şeye, o yakınlığın şiddeti derecesinde bir pay isâbet eder.

Meselâ, mürşidini aşırı derecede seven bir mürîd, ona âit tavırlardan    -nâkıs da olsa- benzer davranışlara sâhip olanlara bile, o davranışlar mürşidini hatırlattığı için muhabbet duyar. Mürşidinin bir yakınıyla karşılaşsa, onu Kâbe’den henüz dönmüş bir hacıya mülâkî olmuşçasına iltifâtlara gark eder. Mürşidinin kullandığı herhangi bir eşyâya sâhib olmak, onun rûhunda nihâyetsiz bir sürûr meydana getirir. Bu keyfiyet, Veysel Karânî Hazretleri’nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından kendisine gönderilen Hırka-yı Saâdet karşısında duyduğu sürûrun bir benzeridir.

Muhabbetin ziyâdeleşmesine paralel olarak, sevilen varlığa “nisbet” keyfiyeti, gitgide en kuvvetli nisbetten en zayıfına doğru bir şümûl kazanır. Burada şunu da ifâde edelim ki muhabbetin şümûlünü, merkezinde sevilen varlık olmak üzere, yakın ve uzak bütün nisbetleri ihtivâ edecek şekilde bir dâire gibi sonsuza kadar genişletmenin tasavvuftaki adı “aşk-ı mutlak”tır.31 Bu keyfiyet Yûnus’un:

                                      “Yaratılanı hoş gör

                                       Yaratandan ötürü”

mısralarında ifâde ettiği gibi sıfat, mâhiyet ve amelleri her ne olursa olsun, Yaratan’ı hürmetine bütün mahlûkâtı, muhabbet ve merhametle kucaklayabilme hâlidir. Bu, âşığın ulaşabileceği son merhaledir. Bu merhaleye kadar bulunduğu -hemen hemen- her noktadaki hâlinin ifâdesi ise, “aşk-ı mecâzî”dir.

Sâlik, mürşidine aşk ve muhabbetle bağlandığı anda, bu “aşk-ı mecâzî” başlamış olur. Bu aşk da “mecâzî”dir. Çünkü kalb, Allâh’a mahsûs bulunduğundan hakîkî mâşûk, Allâh’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanılan hâller, bir saraya çıkışta merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullâha hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Tâbir câizse “Leylâ”dan “Mevlâ”ya ulaşma gayretidir. Bu gayretlerde en feyyâz merhale, gerçek bir mürşid-i kâmile mülâkî olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin mânevî heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli tezâhürü ise râbıtadır. Muhabbetin böyle sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede bir şiddete ulaşması, “râbıta”nın ta kendisidir.

Râbıtanın lügattaki mânâsı, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir canlı yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir.

Diğer bir ifâde ile râbıta, varlığın özünü teşkîl eden muhabbetin bir tezâhürüdür. Muhabbetin tâzelik ve zindeliğinin devâm ettirilmesidir.

Üç türlü râbıta vardır:

1- Tabiî Râbıta:

Ferdin yakınlarına duyduğu muhabbettir. Bu, fıtrî sâiklerin eseridir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi.

2- Bayağı (Süflî) Râbıta:

Men edilmiş olan şeytânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgûl olup çoluk-çocuğunu dahî unutması gibi.

3- Ulvî Râbıta:

Mukaddes mefhûmlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a götüren vesîlelere râbıtadır. Kalben tecliye (cilâlanma) ve müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselerin rûhâniyetinden istifâde etmek için, fiilen veya mânen dâimî bir sûrette onlarla birlikte olmaktır.

Biz burada, râbıtanın yukarıda saydığımız bu üç nev’inden sonuncusunu anlatacağız. Bu, sâlikin mürşidinden lâyıkıyla istifâde edebilmesi için, onun muhabbetini gönlünde dâimî bir sûrette tâze tutmak üzere gerçekleştireceği bir mümâreseyi ifâde eder.

Tasavvufî eğitim metodlarından biri olan râbıta, her tarîkatte adı ve tatbik şekli az çok farklı olmakla berâber, umûmiyetle mürîdin mürşidini gözünün önünde canlandırması ve onun hâl ve tavırlarını hatırlayarak, ulvî duygularla hemhâl olması demektir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ tâze tutulması, müride mânevî bir zindelik kazandırır.

İnsan, tesire açık bir varlıktır. Bazı hastalıklarda olduğu gibi insanoğlunun “hâl”lerinde de sirâyet özelliği vardır. Rûhlar arasındaki mânevî alışveriş, hayatın inkâr edilemeyecek gerçeklerinden biridir. Husûsiyle faal ve müessir şahsiyetlerdeki kuvvetli rûhî temâyüller, onların yakınında bulunanlara istîdâdları nispetinde -az veya çok- intikâl eder. Bu intikâl, sirâyet eden “hâl”in müsbet veya menfî olmasına da bağlı değildir. Her hâlükârda intikâl vâkî olur. Yeter ki arada muhabbet ve ünsiyet bağları bulunsun.

Erba´in-i İdrisiyye 29. İsm-i Şerif

MÜRŞİD-İ KÂMİL


 
Mâneviyat yolunda ilerleyen bir mümin, çok değişik tecellîlerle karşılaşır. Zîrâ insan kalbi okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bazen çok durgundur, bazen de korkunç dalgalı bir fırtına hâlindedir. Bu sebeple okyanusu geçip sâhil-i selâmete ulaşmak için geminin sağlamlığı kadar dirâyetli bir kaptana da ihtiyaç vardır. Eğer kaptan fırtınalar esnâsında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun derinliklerine gömüverir. Henüz yolun başındakilerde bu gibi tecellîler pek görülmez. Ancak bu deryada açıldıkça Rahmânî mi şeytânî mi olduğu bilinemeyen zuhûratlar, ferdden ferde değişen bâzı mânevî cilveler, inkıbâz, inbisât30 vs. tâbir olunan birtakım hâller kendini göstermeye başlar. İşte bunların tesbîti ve tedbîri için dirâyetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır.

Her mümin bu istikâmete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır. Ümmete en büyük numûne şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî hayâtını da titizlikle ve tâkat nisbetinde tatbîk etmeye çalışmalıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hakk’a teslîmiyetini, belâ ve sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nîmetler, derya gibi önünde akarken sergilediği istiğnâ, tevâzû ve mahviyeti, imkân nisbetinde hayata geçirmelidir. Bu sebeple kalbî inkişâf yolundaki engelleri aşabilmek için, peygamber vârisi olan âlimlerin, âriflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine tevâzû ve edeble mürâcaat edip, tavsiyelerini cân u gönülden tatbîke gayret etmelidir. Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nîmet bilmelidir. Çünkü nûrunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir delîl ise, nûr-i Muhammedî ile nûrlanmış velîler de Hazret-i Peygamber’in birer şâhidi ve vârisidir.

Tasavvuf, kişide fıtraten -az veya çok- var olan mânevî istîdâdı inkişâf ettirmektir. Her gönül -tâbir câizse- altında petrol bulunan bir arâzî gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği mânevî bir istîdâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir.

Bu istîdâdın inkişâfı için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için tâ mâdenin bulunduğu mıntıkaya kadar o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya çarpıp parçalanmaması için de sağlam olması îcâb eder. Bu demektir ki mânevî rehberliğine teslîm olunacak mürşidin muktedir ve dirâyetli olması da son derece mühimdir. Bunun da belli bâzı kıstasları vardır. Yeri gelmişken bu mühim meseleye bir nebze temâs etmek isteriz:

Gerçek bir mürşid-i kâmili, sâhib olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür:

Birinci vasıf:
Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir. Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir. Tıpkı karlı arâzîdeki bir şahsın, adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir hassâsiyetle basarak yürümesi gibidir. Bunun için mürşid-i kâmile “veresetü’l-enbiyâ”, yâni peygamber vârisi denir. Tabiî ki, böyle bir bağlılığın muhtevâsında nefsânî bir hayat yaşanamaz.

İkinci vasıf:

Söz ve hâlleriyle Allâh’ı hatırlatmasıdır. Allâh’ın velî kulları esmâ-yı ilâhiyye tecellîlerine kâmilen mazhar olup, cemâlî sıfatları ahlâka inkılâb ettirdiklerinden etrafındakilere dâimâ Allâh’ı hatırlatırlar. Nitekim ashâb-ı kirâm:

“– Allâh’ın velî kulları kimlerdir?” diye sorduklarında, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

(Allâh’ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allâh Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) buyurmuştur.

İşte Allâh dostu bir mürşid-i kâmilin sîmâsının da muhâtabının gönlüne huzur vermesi, onu mânevî bir âleme taşıması, Allâh’ı ve âhireti hatırlatması îcâb eder. Çünkü onlar, Allâh ve Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır.

Cenâb-ı Hakk’ın en mâruf isimlerinden ikisi “Rahmân” ve “Rahîm”dir. Allâh’ın velî kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, “Settâru’l-uyûb” dur. Bir velî de ayıp araştırmayıp bilâkis örter. Cenâb-ı Hak, Kerîm’dir; evliyâullâh da cömerttir ve ikrâm etmekten haz duyar. Cenâb-ı Hak Gafûrdur; velîler de hatâ ve kusurları affederler. Cenâb-ı Hak, Halîm’dir; evliyâullâh da hilm sâhibidirler.

Kâmil mürşidler, Allâh’ın dostudurlar. Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalbleri Allâh’a yakındır. İbâdetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer insanların duâlarından daha makbûldür. Vücûdları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.

Samîmî bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın mânevî sıkletinden müteessir olur. Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun rûhuna huzûr bahşeder. Lâkin bir mümin için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le berâberlik, hayâl ötesi bir güzelliktir. O peygamberler sultanının mânevî heybetine muhâtab olmanın şerefi karşısında bir müminin alacağı mânevî hazzı târif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den gelen mânevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi lâzımdır.
1 9