(80/150 - 700/767)
Imam Âzam (büyük Imam) lâkabiyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meshur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fikihta Hanefi mezhebinin imami.
Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yilinda dogdu. Numân ve ailesinin
Arap olmadigi kesindir; onun Farisi veya Türk oldugu seklinde degisik görüsler
vardir. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeogullari kabilesinin âzatlisi olup, Hz. Ali
zamaninda Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerlesti. Zûta'nin oglu Sâbit de
Kûfe'de ipek ve yün kumas ticaretiyle ugrasti. Islâm'in hâkim oldugu bir
ortamda yetisen Numân b. Sâbit küçük yasta Kur'ân-i Kerîm'i hifzetti. Kirâati,
yedi kurrâdan biri olarak taninan Imam Âsim'dan aldigi rivâyet edilir (Ibn Hacer
Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençligini ticaretle geçirdikten
sonra Imam Sa'bî (20/104)'nin tavsiye ve destegiyle ögrenimine devam etti.
Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, siir ögrendi. Yetistigi Kûfe sehri ve bütün
Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düsüncenin, itikâdi firkalarin bulundugu,
itikadla ilgili atesli tartismalarin yapildigi rey ehlinin
yerlestigi bir sehirdi. Dindar bir ailede yetisen Ebû Hanife'nin de bu itikâdi
tartismalara zaman zaman katildigi kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Sa'bî'nin
kendisini ilme tesvikini söyle anlatmaktadir: "Günün birinde Sa'bî'nin yanindan
geçiyordum. Beni çagirdi ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarsi
pazara' dedim. O, 'Maksadim o degil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?'
dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Sa'bî, 'Ilmi ve ulemâ ile görüsmeyi
sakin ihmal etme. Ben senin uyanik ve aktif bir genç oldugunu görüyorum' dedi.
Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yapti. Ticareti biraktim, ilim yolunu
tuttum. Allah'in inâyetiyle Sa'bî'nin sözünün bana çok faydasi oldu." Kendisinin
de
belirttigi gibi Sa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktasi olmustur.
Bundan böyle ticaret isini ortagi Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sira
dükkânina ugrayacak, asil isi ilim meclislerine devam etmek olacaktir. O zaman
Numan henüz yirmiiki yasindadir (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman
Keskioglu. Istanbul 1970. 43).
Ebû Hanife'nin yasadigi yer ve çagda itikâdi firkalar çogalmis,
bir sürü sapik firkalar ortaya çikmis, Emevi hükümdarlarinin Ehl-i Beyt'e zulmü
devam etmistir. Mantigi çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir firkaya
baglanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartismak (cedel)
için sik sik Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din disi oldugunu görerek
fikh'a yöneldi. "Arkadasini tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düser"
diyordu (Hatib el-Bagdâdî, Târihu Bagdâd, XIII, 333). Kendisi bunu söyle
anlatir: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konulari bizden iyi anladilar. Aralarinda
sert münâkasa ve mücâdele olmadi ve onlar fikih meclisleri ile halki fikha
tesvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular.
Bunu anlayinca ben de münakâsa, cedel ve kelâmi biraktim; selefin yoluna döndüm.
Kelâmcilarin selefin yolunda olmadigini; cedelcilerin kalpleri kati, ruhlari
kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler
olduklarini gördüm" (Ibnü'l Bezzâzi, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).
Numân, babasiyla onalti yasinda hacca gittiginde ortada
tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah Ibn Ömer ile tanisarak onlardan hadis
dinledigi, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Gâbe, III, 133). Kendisi,
tâbiînden sayilir ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliginde
çaginin bütün düsünce akimlarini izledigi, ihtilâflari çok iyi tesbit ettigi
zikredilmektedir (Sa'râni, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fikihta karar kilip
selefin yolunu izlemeye basladiktan sonra gelenege uyarak kendisine bir üstad
âlim seçti. Onsekiz yil Irak'in büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman
(ö.120/737)'in derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yillik
ögrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmis kadar fetvasinin
kirkinin Hammâd tarafindan tasvib edildigi ve yirmisinin düzeltildigini görünce
bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sirada
varolan su dört fikhi ögrendi: Istinbat, Hz. Ömer fikhi, Abdullah b. Mes'ud
fikhi, Abdullah b. Abbâs fikhi. Birincisi ser'i hakikatleri arastirip ortaya
koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan
okuldu (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Sener, II, i32).
Hocasi Hammâd b. Ebî Süleyman, Ibrahim en-Nehaî ve Sa'bî gibi
iki büyük âlimden fikih okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fikhina sahip
Kadi Sureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'in fikhindan faydalandi. Ebû
Hanife'nin fikhinda daha ziyâde Ibrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür.
Dehlevî, "Hanefi fikhinin kaynagi, Ibrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Sah
Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliga, i, 146). Ayrica Ebû Hanife,
"istihsan" kullanmada tartisilmaz bir ilim elde etmistir. Onun tâcir olarak halkin
günlük hayatiyla iç içe olusu ve sik sik ilim merkezlerine seyahat edip birçok
âlim ile düsünce alisverisinde bulunmasi, bu alanda sayginligina sebep olmustur.
Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüsmüs, ilmî sohbetlerde
bulunmus, onlardan hadis dinlemistir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfi,
Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ikrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazilaridir
(Zehebî, Menâkibu'l-Imâm Ebi Hanife ve Sahiheyni Ebi Yûsuf ve Muhammed b.
el-Hasen, Misir). Kendisi söyle der: "Hz. Ömer'in fikhini, Hz.
Ali'nin fikhini, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah Ibn Abbâs'in fikhini onlarin
ashâbindan aldim" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).
Ebû Hanife ilimle ugrasirken ticareti de bütünüyle birakmadi.
Bu, onun helâl rizik kazanmasini sagladigi gibi, ticarî kazancini ve
talebelerinin ihtiyaçlarinin karsilanmasini, bagimsiz bir ilim meclisi kurmasini
da sagladi. Ebû Yûsuf'un parasinin bittigini söylemesine ihtiyaç birakmadan o
Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardimda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin
de evlenmesini saglardi (Zehebî, a.g.e, 39). Birçoklari ticarette Ebû Hanife'yi
Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir mali satin alirken, sattigi zamanki gibi
emânet kâidesine uyar, kötü mali üste, iyisini alta koyardi, muhtaç
saticiyi sömürmezdi. Bir defasinda bir kadin, satmak üzere ona bir ipek elbise
getirdi. O, fiyatini sordu. Kadin yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, degerinin yüz
dirhemden fazla ettigini söyledi. Kadin yüzer yüzer artirarak dört yüze
çiktiginda Ebû Hanife, daha fazla edecegini söyleyince kadin, "Benimle
egleniyor musun?" demisti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de
fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çagrildi ve fiyati takdir etti: Ebu Hanife o
mali bes yüz dirheme satin aldi. Bu olay o zamandan beri halk arasinda
günümüze kadar anlatilarak, ticarette dürüstlüge dâir bir darb-i mesel haline
gelmistir.
Ebû Hanife vakar sahibi bir insandi. Tefekkürü çok, konusmasi
az, Allah'in hudûdunu olabildigince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasiz
ve bos sözlerden hoslanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir
müctehiddi. Fikhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve
aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve saglam bir akîde esasi çikararak
doktrinini meydana getirmistir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmus,
bunlarin kirk kadari müctehid mertebesine ulasmistir (el-Kerderî,
Menâkibu'l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8). Müctehid ögrencilerinden en meshurlari Ebû
Yusuf (i58), Muhammed b. Hasan es-Seybânî (i89) Dâvûd et-Tâ; (i65), Esed b. Amr
(i90), Hasan b. Ziyâd (204), Kasim b. Maan (i75), Ali b. Mushir (i68), Hibban b.
Ali (i7i)'dir. Ebû Hanife'nin fikih okulu, talebelerine verdigi dersler ile
ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdigi fetvâlardan meydana gelmistir. Ders
verme usûlü eski filozoflarin diyalektik akademi derslerini
andirmaktadir. Bir mesele ortaya atilir; bu, talebeleri tarafindan tartisilir ve
herkes görüsünü söyler; en son olarak Imam, delil ve istinbat ile bir karara
ulasilmasini saglar ve karari delillerden ayirarak
veciz cümleler halinde
yazdirirdi. Bu sözleri en yakin müctehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin
fikih kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istisâre, bir diyalog
merkezi, bir hür düsünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkin sevgi ve saygisini
kazanmasinda; fetvâlarinin her yerde hakli olarak tutulmasinda; ilmi,
ihtilaflardan arindirip halka selefin yaptigi gibi bilgi aktarmasi, fitnelere
bulasmamasi ve takvasi etkili olmustur. Onun talebelerine verdigi ögütlerde,
ilimde hür düsünce ve arastirmanin yollarinin tutulmasi, câhil ve mutaassiplardan
uzak durulmasi gibi önemli kayitlar vardir: "Halka yaklas, fâsiklardan uzaklas.
Insanliginda kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüsünü sorana
bilinen görüsü tekrarla ve sonra o meselede su veya bu sekilde baska görüsler de
bulundugunu zikret. Halka yumusak davran, bikkinlik gösterme, onlardan
biriymissin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüsüm en dogrudur" demedi;
hattâ, kendisinin de bir görüsü oldugunu ama daha iyi bir görüs getirene
uyacagini söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her isittigini
yazmamalarini, çünkü yarin görüsünü degistirebilecegini ifade ederdi. Demek ki,
hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamistir. Aktif bir sekilde
olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katildi. Hayatinin bir bölümü
Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de
siyâsal iktidara karsiydi. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarligi belirliyordu.
Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardi. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i
beyt'i gözeteceklerini söylemislerdi. Ancak onlarin iktidara geldikten bir süre
sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karsi çikti.
Derslerinde firsat buldukça iktidari tenkid etti. Her iki siyasal iktidar
devrinde de kendisinden süphelenilmis, onu kendi taraflarina
çekmek, halk nezdindeki itibarindan yararlanmak için kendisine kadilik görevini
teklif etmislerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmis ve bu sebepten
dolayi iskenceye ugramis, hapsedilmistir (Ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih,
V, 559). Imam, takvâsi, firâseti, ilmî dürüstlügü ve görüslerini iktidara karsi
kullanmasi ile halkin büyük sevgisini kazandi. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman
uyusmadi, uzlasmadi. Ticaretten kazandigi helâl rizikla ilmini destekledi. Hattâ
o, Zeyd b. Ali'nin imamligina zimnen bey'at etmisti. Hz. Ali'nin torunlari,
kendisi gibi birer birer isyan edip sehid edilirken Imam Zeyd için Ebû Hanife
söyle diyordu: "Zeyd'in bu çikisi -Hisâm b. Abdülmelik'e isyani- Rasûlullah'in
Bedir günündeki çikisina benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i
beyt imamlari ile olan birlikteligi, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karsi tavri
dikkat çekici bir tavirdir. i45 yilinda Hz. Ali (r.a.)'in torunlarindan Muhammed
en-Nefsü'z Zekiye ile kardesi Ibrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve sehîd
olmalari karsisinda Ebû Hanife Irak'ta, Imam Mâlik Medine'de açikça iktidari
telkin etmisler, bu yüzden ikisi de kirbaçlatilmis, iskence görmüs ve
hapsedilmislerdir. Ebû Hanife alenen halki ehl-i beyt'e yardima çagirdigi için
hapsedildi ve her gün kirbaçlatildi. Bunun sonucunda yetmis yasinda sehidler
gibi öldü. Zehirletildigi de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170).
Bagdat'ta, Hayruzan mezarligina defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazir
bulundu.
Ölümünden sonra ders halkasini Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtindan sonra
fetvâlari yazilip, doktrini sistemlestirildi. Hanefilik kanun ve asillariyla
Islâm dünyasinin dört bucagina yayilmistir. Mezhebi sistematik hale getiren,
Imam Muhammed es-Seybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sagir, el-Câmi'ü'l-Kebîr,
ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler
olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adiyla mezhebin ana
kaynaklari sayilmistir (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladigi "el-Fikhu'l Ekber", kesin olarak Imam Âzam'a aittir ve
ehli sünnet akidesinin temel kitabidir (Imam Fahrü'l Islâm Pezdevî,
Usûlü'l-Fikh, I, 8; Ibnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrica el-Fikhü'l
Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle,
el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n
Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-Imam Ebî Hanife adli eserler de imamdan
rivâyet edilmistir. Bunlarin yanisira kaynak ve arastirmalarda nüshalari
bulunamayan baska eserlerden de söz edilmistir.
Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle ugrasmis ve birtakim tartismalara katilmis olmasina
ragmen cedelcilerin iddiali üslûbundan uzak kalmistir. Ictihadlarini
degerlendirirken kendisi söyle demistir: "Bu bizim reyimizle vardigimiz bir
sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en
iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul
ederiz" (Zehebî, a.g.e., 2i). Kendisine tâbi olacak kimselere de su tavsiye ve
ikazda bulunmustur: "Nereden söyledigimizi (verdigimiz hükmün delil ve kaynagini) tetkik edip bilmeden
bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kisi ya
da mezhebin Islâm'i kusatmasinin mümkün olmadigini biliyordu. Ne Ebû Hanife ne
baska bir Imam, kendi ictihadi hakkinda böyle bir iddiada bulunmustur. Onlar hep
sahih sünnetin asil oldugunu, sahih sünnet ile sözleri çatistigi takdirde sahih
sünnet ile amel edilmesi gerektigini ögrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve
ikaz etmislerdir.
Mezhepleri günümüze kâdar varligini sürdüren Ehl-i Sünnet
mezheplerinden dördü arasinda ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmustur.
Irak'ta dogan bu mezhep hemen hemen bütün Islâm dünyasinda yayildi. Abbâsiler
döneminde kadilarin çogu Hanefi idi. Selçuklularin, Harzemsahlarin mezhebi de
Hanefilik idi. Osmanli döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmustur
(Izmirli Ismail Hakki, Yeni Ilm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).
Ebû Hanife yetmis yillik ömrünü fetvâ vermek, ders halkasinda
talebe yetistirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, Islâm
âleminin yetistirdigi büyük müctehidlerden biridir. Elli bes defa hacca gittigi
nakledilir (Izmirli, I. Hakki, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac
yapmistir.
Imâm-i Âzam usûlünü söyle açiklamistir: "Rasûlullah
(s.a.s.)'den gelen bas üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz;
fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan baskalarina ait olan hüküm ve ictihadlara
gelince, biz de onlar gibi ilim adamlariyiz."
"Allah'in kitabindakini alir kabul ederim. Onda bulamazsam
Rasûlullah'in güvenilir, âlimlerce mâlum ve meshur sünnetiyle amel ederim. Onda
da bulamazsam ashâbindan diledigim kimsenin re'yini alirim... Fakat is Ibrâhim,
Sâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim"
(el-Mekkî, Menâkib, I, 74-78; Zehebî, Menâkib, 20-21;
M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fikh,
II, i6i; A. Emin, Duha'l Islâm, II, i85 vd).
Imam Muhammed de "Ilim dört türdür: Allah'in kitabinda olan ile
ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in saglam bir senetle nakledilen sünnetinde
sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'in ashâbinin icmâ'i ile sâbit
hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet Islâm fukahâsinin çogu tarafindan
sahih ve güzel oldugu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (Ibn Abdilber,
el-Câmi', II, 26) demistir.
Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kisim tenkidler
yapilagelmistir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayiftir (Ibn Sa'd,
Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M.
Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayisi onyedi
veya elli civarindadir (Ibn Haldûn, Mukaddime, 388,)
seklinde özetlenebilir.
Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meshur muhaddisler kadar
mütehassis degilse de, "ictihad sûrâsi"nda bu konuda kendisine yardimci olan
hadis hâfizlari vardir (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). Ictihadinda, bizzat
üstadlarindan ögrendigi dörtbin kadar hadis kullanmistir (Mekkî, Menâkib, II,
96). Bazi hadisleri Hz. Peygamber'e ait olusunda süphe bulundugu, baska bir
deyisle hadisin sihhatini tesbit için ileri sürdügü sartlara uymadigi için
reddetmistir (Ibn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, degil
sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayif hadisleri dahi kiyasa tercih ederek
tatbik eylemistir. (Ibn Hazm. el-Ihkâm. 929).
Diger taraftan, Kiyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler
haksizlik etmistir. Çünkü sahâbeden beri kiyas tatbik edilmis ve diger imamlar
da az veya çok miktarda bu metodu kullanmislardir. Ebû Hanife: i-Kiyasi
kâidelestirmis, 2- Sik kullanmis, 3- Henüz vuku bulmamis hâdiselere de tatbik
etmistir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; Ibnu'l-Kayyim, Ilâmü'l-Muvakkim, 1,
77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, i87).
Yine, "Istihsan" metodu basta Sâfii olmak üzere birçok âlim
tarafindan agir bir sekilde mahkum edilmis ve bazi kimseler tarafindan da yalniz
Ebû Hanife'ye nisbet edilmistir. Halbuki mesele mukayeseli bir sekilde
incelendiginde istihsani reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânin
çok farkli oldugu görülecektir.
Imam Sâfii'ye göre Istihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir
seyi begenmesi, güzel bulmasidir." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan
kimse onun benzerini gözönüne alarak bu isi yapar. Eger benzerine aldirmadan bir
deger biçerse, tutarsiz ve haksiz bir is yapmis olur. Allah'in helâl ve harami
ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kiyasa istinad etmeden
hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). Istihsan ile hükmeden,
Allah'in emir ve nehiyleriyle bunlarin benzerlerini terketmis, kafasina estigi
gibi davranmis olur (el-Umm, VII, 267-272).
Ibn Hazm'da Istihsan, nefsin arzuladigi, begendigi sekilde hükmetmektir (el-Ihkâm,
42). "Bu bâtildir, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve
zevkler ise insandan insana degisir" (Ibtâlu'l-Kiyas, 5-6) demistir.
Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kiyas gibi mûteber delillerden
birine degil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur.
Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsani nasil anladigina dâir sarih bir
ifade nakledilmemisse de, onun benimsedigi hüküm ve ictihad usûlünün,
yukarida zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadigi sâbittir. Kaldi ki onun
istihsana göre verdigi hükümlere dayanarak mensuplarinin ortaya koydugu istihsan
tarifleri yukaridakilerden tamamen ayridir (Hayreddin Karaman, Islâm Hukukunda
Ictihad, s.137).
Istihsanin
iki anlami vardir:
i- Ictihad ve re'yimize birakilmis miktarlarin tayin ve
takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karsilik
kesilecek hayvanin takdirlerinde oldugu gibi.
2- Kiyasi bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek,
Râzî bu ikincisini de ikiye ayirarak genis izah ve misaller veriyor ki bunlardan
çikan neticeye göre istihsanin ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha
kuvvetli baska bir kiyas sebebiyle kiyasi terketmekten ibaret oluyor.
Bu anlamiyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu
olmaktan hem de yalniz Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çikmis oluyor. Imam
Sâfii, istihsan lâfzini birinci mânâda kullanmistir (el-Mekkî, Menâkib, I, 95).
Imam Mâlik, "Istihsan ilmin onda dokuzudur" demis ve ictihadinda buna genis
bir yer vermistir (Amidî, el-Ihkâm, 242; el-Mekkî, Menâkib, I, 95 vd.).
Imam Ebû Hanife'nin ictihâdindan bazi örnekler:
1- Ebû Hanife'ye, Evzâi soruyor:
-Namazda rükûa giderken ve dogrulurken niçin ellerinizi
kaldirmiyorsunuz?
-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptigina dâir sahih bir
rivâyet gelmemistir.
-Haber nasil sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasindan,
"Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza baslarken, rükûa varirken ve dogrulurken ellerini
kaldirdigini" haber verdi.
-Bana da Hammâd, Ibrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da
Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'in yalniz namaza baslarken ellerini
kaldirdigini, bir daha da kaldirmadigini" haber verdi.
-Ben sana Zührî, Sâlim, babasi yoluyla Hz. Peygamber'den haber
veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve Ibrâhim haber
verdi diyorsun?
-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, Ibrâhim de Sâlim'den daha
fakihtir. Ibn Ömer'in sahâbî olusu ayri bir fazîlettir, ancak fikihta Alkame
ondan geri degildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardir. Abdullah'a gelince;
o Abdullah'tir!
Bu cevap üzerine Evzâî, susmayi tercih etmistir (Karaman,
a.g.e., 138-139).
Bu istinbâtinda Ebû-Hanife, hadise dayanmis, fakat üstadlari
oldugu için râvilerini daha yakindan tanidigi bir hadisi digerlerine tercih
etmistir.
2- Bir kimse
digerine kâri ortak olmak üzere satmasi için bir elbise veya ayni sartla yapip
kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu
akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel
karsiliginda bir adam kiralanmis oluyor. Imam-i Âzam'a göre bu bir
ortaklik akdi degil isticâr (kira) akdidir ve sartlarina uygun olmadigi için
fâsidtir (Ebû Yusuf, Ihtilâfu Ebî Hanîfe ve Ibn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsi,
el-Mebsût, XXII, 35 vd.).
Ayni akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, Ibn Ebî Leylâ
tarafindan câiz görülmüstür.
Bu kiyas ictihâdinda iki müctehid, makisûn aleyhleri farkli
oldugu için iki ayri hükme varmislardir.
3- Keza bir kimse, digerine mahsulün yarisi, üçte yahut dörtte
biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmaligini teslim etse yani müzâraa
veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtildir. Çünkü arazinin
sahibi adami meçhul bir ücret karsiliginda kiralamistir. Ebû Yusuf'un rivâyetine
göre Imam söyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir sey çikmazsa bu adam bosa
çalismis olmayacak mi?" Ebû Yusuf ve Ibn Ebî Leylâ ise sahâbe görüslerine
dayanarak ve mudârabe akdine kiyas ederek bu islemi câiz görmüslerdir (Ebû
Yusuf, a.g.e., 4i-42).
4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farkli din sâliki gayr-i
müslimlerin birinin digerine sâhid veya vâris olmasi, Ebû Hanife'ye göre
câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki Ibn Ebî Leylâ,
onlarin iki ayri din sâliki iki ayri millet olduklarini kabul ederek birinin
digerine sâhit ve vâris olmasini câiz görmemistir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).
Imam-i Azam'in fikih tedvinindeki öncülügü
Islâm ilimlerinde fikhin konularinin düzenli olarak
belirlenmesiyle bunlarin kitap, bâb, fasillara ayrilarak yazilmasi Islâm
hukukunda çok önemli bir dönüm noktasidir. Imam Muhammed es-Seybânî'nin
telifiyle ortaya çikan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî
hayati ince ayrintilariyla içine alan besyüzbin meseleyi hükme baglamistir.
Bunlar yazili küllî fikih kâideleri olarak Islâm kültür ve hukukunun
vazgeçilmez kaynaklari olmus, yüzyillarca serhleri yapilmistir. Çagdaslarinin
Ebû Hanife'yi asiri rey taraftarligi ile suçlamalari bile daha sonralari onun
görüslerinin baska kavramlar adi altinda kabulünü engellememistir. Ebû
Hanife'nin bir diger özelligi, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarisini
bütün meseleleri yeni bastan edille-i ser'iyye kaynaklarindan çikarmasidir.
Islâm'in esaslarina uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabin görüsünü
birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüsünü almak yerine kendi reyini
koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet i32 yilinda Abbâsilere
geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (i79) ve Sufyân b.
Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüstü; hacca gelen çesitli merkezlerin
âlimleriyle irtibat kurdu, i36 yilinda Abbâsi yöneticisi Ebû
Câfer el-Mansur'un basa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi;
ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahserî, el-Kessâf, ii, 232). Çagdasi Imam
Câfer el-Sâdik ile mütâbakati vardir. Iki yil onun meclisinde bulunmus ve, "bu
ikiyil olmasa Numân helâk olurdu" demistir. Hicrî i50 yilinda vefât ettiginde
yakinlarina, "Halifenin gasbettigi hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet
etmistir.
Imâm-i Azam bazi rivâyetlere göre iskence edilirken,
zehirlenerek öldürülmüstür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste
ona baskadi olmasi teklifi yapilir, o her defasinda reddeder, böylece sonunda
yemegine zehir katilarak sehid edilir. Ibn el-Bezzâzi de Ebû Hanife'nin hapisten
çikip evine döndügünü, ancak devletin onu halkla temastan engelledigini ve
evinde gözetim altinda tutuldugunu zikreder (el-Bezzâzi,
Menâkibu'l-Imâmi'l-A'zam, II, i5). Ebû Hanife'nin cenaze namazinda ellibin kisi
bulunmus, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katildigi söylenmistir.
Çagdaslari
içinde degisik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, Ibn Cüreyh,
Câ'fer-i Sadik, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan Imâm-i Âzam ile büyük
Imam Muhammed Bâkir arasinda geçen söyle bir olay anlatilir: Muhammed Bâkir, Ebû
Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kiyasla degistiren sen
misin?" diye sormus; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyik olan bir sekilde yerine otur.
Ben de bana lâyik olan sekilde yerime oturayim. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e
hayatinda sahâbîleri nasil saygi duyuyorlarsa ayni sekilde ben de size saygi
besliyorum. Simdi sen bana kadinin mi erkegin mi zayif oldugunu; kadinin mirasta
erkege nisbetle hissesini; namazin mi orucun mu efdal oldugunu, idrarin mi
meninin mi pis oldugunu söyler misin? " diye sormus. Imam Bâkir da ka
dinin mirasta bir hissesi oldugunu;
erkekten zayif oldugunu; namazin oruçtan efdal ve idrarin meniden pis oldugunu
söyledi. Ebû Hanife ona, "Kiyas yapsaydim kadin erkekten zayiftir diye ona
mirastan iki hisse verir; idrar yapildiktan sonra gusledilmesini, meni çiktiktan
sonra sadece abdest alinmasini söylerdim. Kiyasla dedenizin dinini
degistirmekten Allah'a siginirim" (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler
Târihi, II, 66-67).
Ebû Hanife, meseleleri olmus gibi farzederek takdîrî fikih
hükümleri ortaya koymus, örfü ve istihsani sik sik kullanmis, ticârî akidlerdeki
ictihadlarinda ilk defa ortaya hükümler çikarmistir. Onun en önemli
özelliklerinden birisi, sahsi hak ve hürriyetleri savunmasidir. Âkil bir insanin
sahsi tasarruflarina hiç kimsenin müdâhale edemeyecegini savunarak fikihta büyük
bir reform yapmistir. Âkile ve bâlige bir kizin/kadinin evlenme hususunda
velâyetinin kendisine ait oldugunu savunurken babasi dahi olsa, hiç kimsenin
sahsi velâyet hakkina müdâhalede bulunamayacagini söylemistir. Kezâ, bunak,
sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çogu görüslerinde ve bu hürriyet
bahsinde o görüsünü yalniz basina cumhura karsi -hatta Ebû Yusuf da ona
muhâlefet eder-durmaktadir. Ona göre velâyet, hürriyeti kisitlar ve zedeler.
Genç erkegin nasil hür velâyeti varsa, genç kizin da olmasi gerekir. Maslahat
disinda bu mutlâka sarttir. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine
baglamis, insanin mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmus ve
mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayit altina almasinin karsisinda yer
almistir. Insanin kendi mülkî tasarrufu eger baskasina zarar verici olursa, o
zaman bu meselede suurlu bir dinî vicdana basvurur. Çünkü bu gibi meselelerde
mahkeme müdâhalesi daha fazla düsmanlik ve çekisme, dinî duygularin
zayiflamasina, hattâ fitne ve zulme yol açar. Insanin dinî duygusu zayifladiktan
sonra bunu hiçbir sey telâfi edemez, kalp katilasir, dinden uzaklasilir,
bugzetme ve düsmanlik yayginlasir, tecâvüz ve çekismeler artar, iyilikler
kaybolur, kötülükler ortaya çikar. Iste kisaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin
zorbaligina karsi kisisel özgürlükleri savunurken, ayni zamanda dinin sivil
gelisim tarzini da ilk defa böyle sistemli bir fikihla ortaya koymustur.
Ebû Hanife'nin bir baska önemli görüsü, Dârü'l-Harb'e izinli
giren bir müslümanin fâiz almasini câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada Islâmî
hükümler tatbik edilmediginden, müslümanin düsman rizasiyla onlarin mallarini
almasi câizdir. Evzâî bu konuda karsi çikarak, fâizin her yerde her zaman haram
oldugunu söylemis, kâfirlerin mal ve canlarinin müslümanlar için haram oldugunu
istihrac etmistir. Ebû Yusuf ile Imam Sâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu
görüsüne katilmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak seyleri mübah
kilmasi ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardir. Bu
bakimdan o bir çok meselede kolaylik getirmistir. Onun Dârü'l-Islâm'in
Darü'l-Harb'e dönüsmesi için getirdigi sartlar da Cumhurun görüsünden farklidir.
O, düsman istilasi ile birlikte ayrica Dârü'l-Harb'in sirk ahkâmini uygulamasi,
baska bir Dârü'l-Harb'e bitisik olmasi, o devlette emniyet içinde olan bir
müslüman veya zimmî kalmis olmasi halinde oranin Dârü'l-Harb olmadigini
söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile Imam Muhammed ise, sadece orada küfür
ahkâminin uygulanmasini yeterli görmüslerdir (Bk. Dârü'l-islâm,
Darü'l-Harb.).
Vakif konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayitla
mukayyed olmadigini savunurken, mâlikin kendisinin yaptigi vakifta ne kendisi ne
mirasçilari hakkinda lâzim bir vâkif olmamakta, vakif âriyet hükmünde
olmaktadir. Yani vâkif, âriyetin câiz oldugu kadar câizdir. Rakabesi vâkfin
mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasilati vâkif cihetine sarfolunur.
Vâkif, sagliginda vâkiftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu
konuda, Ibn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermistir. O söyle
demistir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra
Rasûlullah'i söyle derken isittim: "Allah'in ferâizinden hapis etmek yoktur. "
Yani mirasçilar mirastan mahrum edilemezler, buyurmustur. Yine Hz. Ömer demistir
ki: "Eger bu vâkfimi Hz. Peygamber'e anmamis olsaydim, ondan dönerdim." Üçüncü
delili, mali vâkif ile hapsedip tasarruftan alikoymanin fikih kâidelerine karsi
gelmek seklindeki akli delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete baglidir,
hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir ser'î nass bulunmadikça bâtil
olmaktadir. Birsey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden
mâliksiz olarak çikmaz.
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi