Cübbeli Ahmet Hoca - Mucizeler- Dürrü meknun serhi
- Mucizeler
- Rasulüllah (s.a.v.)'in her yerde hazır olması
- Vahhabilere reddiye
- Dürrü Meknun ve şerhi
- Mustafa İslamoğlu'na reddiye
- Arifan dergisi Mustafa İslamoğlu'na reddiye
- 3.Muahmmed kitabında şüpheler
- Meleklerin Ebu Cehil'e kamçısı
- Rasulüllah (s.a.v.)'in Hz. Ali'nin gözlerini düzeltmesi
- Zina kitabı
- Zina cd
KASİDE-İ MEYMÛNE-İ
MUBAREKE-DÜRR-Ü MEKNÛN (Saklı inci)-İMAM-I ÂZAM EBÛ HANÎFE
Hazırlayan: İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM
Şüphesiz hamd Allah Teâlâ içindir, O’na hamd eder, O’ndan hidayet ve
bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerrinden, kötü amellerimizden Allah
Teâlâ’ya sığınırız. Şüphesiz Allah’ın hidayet eylediğini saptıracak, O’nun
saptırdığını da hidayete ulaştıracak yoktur. Allah Teâlâ’dan başka İlah
olmadığına, O’nun birliğine ve ortağı olmadığına, Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemin O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şehâdet ederiz.
Sözlerin en doğrusu Allah Teâlâ’nın Kitabı, yolların en hayırlısı
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yoludur. O’nu sevmek ve O´nun ümmeti
olduğumuzu bilmek, Allah Teâlâ’nın bizlere ihsan kıldığı en büyük nimetlerden
birisidir.
“Allah Teâlâ kulların zannı üzere hareket eder” müjdesini kendisine yol
edinmiş kullar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kapısında kıtmir
olmayı, cihana sultan olmaktan üstün değer tutarlar. Ashab-ı Kehf´in kapısını
bekleyene yapılan ikramı görünce, O’nun kapısındaki kıtmir-i hakirin elbette
kavuştuğu ihsan daha büyük olacaktır. O ihsan iki cihanın selâmetine sebep
olacak büyük bir nimettir.
“Muhakkak ki Sen; büyük bir yaratılış ve ahlak üzerindesin”
Allah Teâlâ tarafından Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gerçekten
büyük olduğu, tasdik edilmiştir.
“Ey inananlar! And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine
ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir rasül
gelmiştir.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi seviyoruz. O’da ümmetini çok sever.
Hiçbir zaman ümmetini unutmadığı gibi unutmayacağına da inancımız vardır.
Ey Allah’ım, O´nu öven Sen´sin. Biz nasıl O´nu methederiz. Fakat övülmeye
layık olmayan nice şeylere övgü dizen bize, Rasûlün sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimize layık olmasada övmeyi nasip kıldığın için binlerce şükürler olsun.
Ey merhamet edenlerin en çok merhamet edeni Rabb´imiz, şüphesiz ki Sen, her
şeyi lâyıkıyla duyar ve bilirsin. Duamızı; bizden kabul buyurmanı diliyoruz.
Bizlere yararlı bir marifet ihsan etmeni istiyoruz. Şüphesiz ki Senin her şeye
gücün yeter. Tövbemizi de, kabul buyurmanı diliyoruz. Muhakkak ki, Sen,
tövbeleri çokça kabul eden Rahîmsin.
Ey Allah’ım, “Bütün yaratılmışların en üstünü ve en cömerdi olarak
yarattığın Rasûlün sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden başka son
nefesimizde, sığınacağımız kimsemiz de yoktur” Bütün işlerimizde O`ndan yardım
isteriz.
O bize yeter, O ne güzel vekildir.
KASİDE-İ
MEYMÛNE-İ MUBAREKE DÜRR-Ü MEKNÛN
(Saklı inci)
بِسْـــمِ اللهِ
الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا
محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
يا سيد السادات جئتك قاصدا لأبي حنيفة النعمان رحمه
الله
قصيدة يا سيد السادات لابي حنيفة النعمان كتب أبي
حنيفه هذه القصيدة ليتقرب بها من رسول الله صلى الله عليه و سلم، و لينشدها بين
يديه في أثناء زيارته ، و لم يطلع عليها أحد.
فلما وصل الى المدينة المنورة، سمع المؤذن ينشدها على
المئذنة،! فعجب من ذلك و انتظر المؤذن.
فسأله: لمن هذه القصيدة؟!.
قال :لأبي حنيفة.
قال: أتعرفه؟.
قال: لا.
قال: و عمن أخذتها؟!.
قال: في رؤياي أنشدها بين يدي المصطفى صلى الله عليه
و سلم، فحفظتها و ناجيته بها على المئذنة.
فدمعت عينا أبي حنيفة..
يا سيد السادات جئتك قاصدا mısrası ile başlayan kaside İmam-ı Âzam Ebû
Hanîfe Nû’man ibn-i Sâbit radiyallâhü anhümaya aittir.
Ravza-ı mutahharayı ziyareti esnasında doğuş[1] olarak inşad
eyledikleri bir kasidedir. Bu kaside ile Efendiler Efendisi Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme muhabbet ve yakınlık murad etmişler ve
kimsenin duymayacağı bir şekilde Huzur-u Rasûlüllah’da tekellüm eylemişlerdir.
İmam-ı Âzam ziyaretten sonra Medine-i Münevvere müezzininin kendi kasidesini
irâd ederken görünce şaşırıp baka kalmış ve sormuştur:
-Bu kaside kime aittir? Müezzin:
-Ebû Hanîfe Nû’man ibn-i Sâbitin’dir.
-Onu tanıyor musun?
-Hayır.
-Öyle ise bu kaside-i kimden öğrendin?
Müezzin dedi ki;
-Rüyamda, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bana okudu ve bende
ezberledim. Ayrıca, kaside-i minarelerden okumamı istedi.
Bu sözler üzerine İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe radiyallâhü anhın gözlerinden
yaşlar boşandı.
***
İmam-ı Nesefî “Tuhfe” isimli eserinde Şemsü’I Eimme-i Hulvanî (radiyallâhü
anh) den şu nakli buraya aktaralım.
Rüyamda İbn-i Abbas radiyallâhü anhüma buyurdu ki:
“Müctehidlerin sultanı, Allah Teâlâ’nın dostu Ebû Hanife Nu’man İbni Sabit,
Resûl-ü Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
Hazretlerini, mübarek Ravza-ı mutahharada bir kaside ile medh eylemiştir ki bu
kasideye:
“Dürr-ü meknûn (saklı inci)” ismi
verilmiştir. Bu kasidenin birçok fazilet ve sırları vardır.
1-Her gün Ravza’nın hizmetçileri olan melekler ve Kerûbiyân bu kaside-i
şerifeyi sabah, akşam okurlar.
2-Bu kaside-i okumaya devam edenlere afetler, kaza ve belalar uğramaz.
3-Düşmanlarını sevindirecek bir kötülükle karşılaşmazlar.
4- Ani gelen ölümden emin olurlar.
5-Bulunduğu eve ve mekâna veba gibi bulaşıcı hastalıklar girmez.
6-Okuyana ve bulunan yere büyü işlemez.
7-Devam edenlerin gönlü sevinç ve ferah dolar.
8-Günahları bağışlanır.
9-Her ne dilek için yedi gün ara vermeden devam edilirse istenen şey
gerçekleşir.
İşte İbni Abbas (radiyallâhü anhuma) bana bunları anlatmıştı ki, ben
uyandım. O zamana kadar bu kasideden haberdar olmadığım için Mekke-i mükerreme
ve Medine-i Münevvere’de aradım. Nihayet, Bağdat’ta kâmil bir mürşidin yanında
buldum. O şeyhi kâmil de duyulmamış diğer bazı özelliklerini bana nakletti.
Ömrüm oldukça ben de onu okumaya devam edeceğimi adadım.
Diğer bazı özellikleri şunlardır.
10-Sadakatle okuyana son nefeste iman nasip olur.
11 -İhlâsla okumaya devam eden hiç fakirlik görmez.
12-Şevk ile kıraatine devam edene kem göz ve nazar isabet etmez.
13-Halisane okuyana hile ve tuzak işlemez.
14-Bir memlekete genel bir felaket isabet etse, bu kaside halisane okununca
Allah Teâlâ onu def eder.
15-Okuyan kişinin bütün amelleri makbul olur.
16-Kasidenin akabinde yapılan her dua kabul olur.
Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görmek niyeti okunursa
rüyada görülür. Eğer manevi durumu müsait değilse bir Allah Teâlâ dostu ona
tebşiratta bulunacaktır.
***
**
*
بِسْـــمِ اللهِ
الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يا سيد السادات جئتك قاصدا أرجو رضاك و أحتمي بحماكا
Ey efendiler Efendisi! Himayene sığınarak, rızana kavuşmak maksadıyla
huzuruna geldim.[2]
و الله ياخير الخلائق ان لي قلبا مشوقا لا يروم سواكا
Yaratılmışların en hayırlısı yemin olsun ki, Zât’ına âşık olan ve başkasını
istemeyen bir kalbim vardır.
و بحق جاهك انني بك مغرم و الله يعلم أنني أهواكا
Allah Teâlâ biliyor, makamının hakkı için sana tutkunum ve nefsim bile seni
arzuluyor.[3]
أنت الذي لولاك ما خلق امرؤ كُلاًّ و لا خلق الورى لولاكا
Efendim![4] Şayet
olmasaydın kâinat bütünüyle varlığa çıkamadığı gibi hiçbir şeyde
yaratılmayacaktı.[5]
أنت الذي من نورك البدر اكتسا و الشمس مشرقة بنور
بهاكا
Efendim! zâtınla ay nurlara bürünürken, güneş doğacak nurlara sahip oldu.[6]
أنت الذي لما رفعت الى السما بك قد سمت و تزينت
لسراكا
Efendim! Miraç ettinde, ziyaretinle semalar yüceldi ve süslenip değerlendi.
انت الذى نا داك ربك مرحبا ولقد دعاك لقربه وحيا كا
Efendim! Allah Teâlâ, zâtını yakınlığına ve sohbet-i selamına çağırarak
“Merhaba, Ey Sevgilim” dedi.[7]
أنت الذى فينا سالت شفاعة ناداك ربك لم تكن لسواكا
Efendim! Rabbinle aranıza kimsenin girmeyeceği sohbete kavuşmuş iken bizim
(ümmet) için şefaat dilendin.
أ نت الذى لما توسل آدم من زلة بك فاز وهوأ باكا
Efendim! Âdem aleyhisselâm beşerî yönden baban iken hatasının affına zâtını
vesile kıldı.[8]
وبك الخليل دعا فعادت ناره بردا وقد خمدت بنور سناكا
Hz. İbrahim Halîlullâh aleyhisselâm ateşe düşerken zatınla[9] duâ etiğinden,
ateş külleşip serinliğe döndü.
ودعاك أ يوب لضر مسه فأزيل عنه الضر حين دعاكا
Eyüb aleyhisselâm başına bela geldiğinde, zâtına dua edice, çektiği sıkıntı
giderildi.[10]
وبك المسيح أتى بشيرا مخبرا بصفات حسنك مادحا لعلاكا
Efendim! Hz. İsâ aleyhisselâm zâtının güzel sıfatlarını methederek
yüceliğini müjdeleyici olarak geldi.
وكذاك موسى لم يزل متوسلا بك فى القيامة محتما بحماكا
Yine; Mûsâ aleyhisselâm zâtına kopmayacak bağlılığını ve himayeni kıyamette
kadar bırakmayacaktır.[11]
والأ نبياء وكل خلق فى الورى والرسل والأ ملاك تحت
لوا كا
Efendim! Yaratılanların hepsi, nebiler, rasüller ve melekler sancağın
(hükmün) altındadırlar.[12]
لك معجزات أعجزت كل الورى وفضائل جلت فليس تحا كى
Yaratılmışları aciz bırakan mucizelerin ve faziletlerin anlatılacak gibi değildir.
نطق الذراع بسِمه لك معلنا والضب قد لباك حين أتاكا
Efendim! Yemek zehirliyim derken, kertenkele “lebbeyk”[13] sedasıyla
huzura geldi.
والذئب جاءك والغزالة قدأتت بك تستجير وتحتمى بحماكا
Huzuruna kurt ilticada bulunmak ceylan himayene sığınmak için koşuşarak
geldiler.
وكذا الوحوش أ تت إليك وسلمت وشكى البعير إليك حين
رآكا
Yine huzuruna vahşi hayvanlar gelip selam verdiler. Zât’ını görünce deve’de
(sahibini) şikâyet edebildi.[14]
ودعوت أشجارا أتتك مطيعة وسعت إليك مجيبة لندا كا
Ağaçlar, davet ettiğinde isteyerek ve koşarak çağrına icabet ettiler.
والماء فاض براحتيك وسبحت جم الحصى بالفضل فى يمناكا
Sular elinden çoşup taşarken, tuttuğun çakıl taşları faziletinden tesbihe
başladılar.[15]
وعليك ظللت الغمامة فى الورى والجذع حن إلى كريم لقا
كا
Bu âlemde bulut yalnız Zâtını gölgelerken, (dayandığın) hurma kütüğü
kavuşmak arzusuyla inlemişti.
وكذاك لا أثر لمشيك فى الثرى والصخر قد غاصت به قدما
كا
Efendim! Yumuşak toprak (kum) izini göstermezken, katı taşta ayakların
batarak iz tutardı.[16]
وشفيت ذا العاهات من أمراضهم وملات كل الارض من
جدواكا
Dertlilerin hastalıkları şifa bulur, yeryüzü cömertliğine gark olurdu.
ورددت عين قتادة بعد العمى وابن الحصين شفيته بشفاكا
Ebû Katâde’nin körleşen gözünü iade edip, [17] İbn-i Husayn’ı
şifanla (hususi-tükrüğün)[18] iyileştirdin.[19]
وكذا حبيب وابن عفر بعدما جرحا شفيتهما بلمس يداكا
Efendim! Hubeyb ve İbn-ü Afra ölüm yaraları ellerinin bir dokunuşuyla şifa
buldu.[20]
و علي من رمد به داويته في خيبر فشفى بطبيب لماكا
Hayber’de Ali’nin gözağrısına temiz tükrüğün şifa vermişti.[21]
وسألت ربك في ابن جابر بعدما أن مات أحياه وقد أرضاكا
Efendim! İstediğinde Rabbin razı olman[22] için ölmüş
İbn-i Cabirin oğullarını diriltti.[23]
و مسست شاة لأم معبد بعدما نشفت فدرت من شفاكا رقياكا
Ümmü Mabedin süt veremez koyunu şifâlı okumanla sütleri akar oldu.[24]
و دعوت ربك عام القحط معلنا فانهل قطر السحب حين
دعاكا
Kıtlık yılında Rabbine sesli duâ ederek (elini açtığın) zaman göğ ağıp
yağmur taneleri sağnak şekilde bıraktı.[25]
ودعوت كل الخلق فانقادوا الى دعواك طوعا سامعين نداكا
Efendim! Mahlûkatı çağırdığın zaman “işittik ve severek itaat ettik”
diyerek boyun eğdiler.
و خفضت دين الكفر يا علم الهدى ورفعت دينك فاستقام
هناكا
Ey alem-i Hüda![26] küfrü yerle
bir edip, dosdoğru dinin İslâm’ı yücelere çıkardın.”.
أعداك عادو في القليب جمعهم صرعى وقد حرموا الرضا
بجفاكا
Rızândan mahrum düşmanlarının hepsi ettikleri eziyetleri ile Kalib
Kuyusu’na [27] sara tutmuş
ölüler gibi tıkıldılar.
في يوم بدر قد أتتك ملائك من عند ربك قاتلت أعداكا
Bedir günü, Rabbin katından gelen melekler düşmanlarını öldürdüler.
و الفتح جاءك يوم فتحك مكة و النصر في الأحزاب قد
وافاكا
İsteyince Mekke’yi fethettiğin gün, fetih (mânâ ve madde âleminin)
kapılarını açan Rabbin, Ahzab (Hendek) savaşında ummadığın yerden yardım etti.[28]
هود و يونس من بهاك تجملا و جمال يوسف من ضياء سناكا
Hûd ve Yunus (aleyhismeselâm) zâtının kıymetiyle iyiliğe ererken, Yusuf’ta
güzelliğini nurunun parıltısından aldı.
قد فقت يا طه جميع الأنبيا طرا فسبحان الذي أسراكا
Ey Tâhâ![29] ‘Sübhanellezi
Esrâ’[30] sırrına
ererek, bütün enbiyadan üstün oldun.
و الله يا يسين مثلك لم يكن في العالمين و حق من
نباكا
Ey Yâ-Sîn yemin olsun ki! Zâtını nebi seçen Allah hakkı için, âlemlerde bir
benzerin yoktur.
عن وصفك الشعراء يا مدثر عجزوا و كلوا عن صفات علاكا
Ey Müddesir![31] Şairler
sıfatlarını ve yüceliğini vasfetmekten aciz ve yorgundurlar.
انجيل عيسى قد أتى بك مخبرا و لنا الكتاب أتى بمدح
حلاكا
İsa’nın İncil’i geleceğini haber vermek, kitabımız Kur’an güzelliğini
(hilyeni)[32] öğmek için
geldi.
ماذا يقول المادحون وما عسى أن تجمع الكتَاب من
معناكا
Ey Efendim! Şanına layık manalar hakkında medhediciler ne diyebilir,
yazarlar toplanıp ne yazabilirler.
و الله لو أنَ البحار مدادهم و الشعب أقلام جعلن
لذاكا
Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, methetmede denizler, mürekkepleri, ağaçlar
da kalemleri olsa,
لم تقدر الثقلان تجمع ندرة أبدا و ما اسطاعوا له
ادراكا
insanlar ve cinler toplansa, zât’ını kavramaya idrakleri erişemeyeceği gibi
nadir (vasıflarını) toplamayada ebedî güçleri yetmeyecektir.
بك لي فؤاد مغرم يا سيدي و حشاشة محشوة بهواكا
Ey Efendim! Sana âşık kalbim, sana tutkun ve arzunla kuşatılmış bir nefsim
var.
فاذا سكتُ ففيك صمتي كله و اذا نطقت فامدح علياكا
Suskunluğum hep Seninle dolu, konuştuğum zamanda hep yüceliğini övmekteyim.
و اذا سمعت فعنك قولا طيبا و اذا نظرت فما أرى ِالاَّ
كا
Her zaman Zâtından tatlı güzel sözler işttim. Bakışlarımda ancak Seni
görmek istemektedir.
يا مالكي كن شافعي في فاقتي انيِ فقير في الورى
لغناكا
Ey sahibim! İhtiyaç âleminde zenginliğine muhtaç olan bu fakirine, darlık
zamanımda şefaatçim olmanı (niyaz ediyorum).
يا أكرم الثقلين يا كنز الغنى جد لي بجودك و ارضني
برضاكا
Ey insanlar ve cinlerin en keremlisi, ey yaratılmışların bütün
üstünlüklerini kendinde toplayan Efendim! Bana cömertliğinden kerem ettiğin
gibi kendi rızanlada benden razı ol.
أنا طامع بالجود منك و لم يكن لأبي حنيفة في الأنام
سواكا
Ben Senin cömertliğine tamah [33]ediciyim, zira
Ebu Hanife’nin, kâinat içinde Senden başka kimsesi yoktur.
فعساك تشفع فيه عند حسابه فلقد غدا متمسكا بعراكا
Her sabah ve her akşam, Senin getirdiğin kopmaz ipe sarılarak hesap günü
gününde şefaat edeceğini ummaktayım.
فلأنت أكرم شافع و مشفع ومن التجى بحماك نال رضاكا
Şefaat edenlerin, şefaati kabul edilenlerin en keremlisi, iltica edene
rızanı ve himayeni esirgemezsin!
فاجعل قراى شفاعة لي في غد فعسى أرى في الحشر تحت
لواكا
Kıyamet gününde azığım olacak şefaatını ve mahşerde ‘Hamd Sancağı’ nın
altına beni de almanı ummaktayım.
صلى عليك الله يا علم الهدى ما حنَّ مشتاق الى مثواكا
Allah Teâlâ’nın salât kıldığı Ey âlemi Hüdâ![34] âşıklarının
merkadine yüz sürmeye iştiyakı (özlemi) bitmez.
و على صحابتك الكرام جميعهم و التَابعين و كلِّ من
والاكا
Ve, Allah Teâlâ’nın salâtı seçkin arkadaşlarına, onlara tabii olana ve
dostluğuna yönelmişlerin hepsine olsun
***
KUR’ÂN-I KERİM’DEN 15 AYET
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe radiyallâhü anhın Kur’ân-ı Kerim’den seçtiği onbeş
ayet hakkında denilmiştirki; her kim bu ayetleri yazıp taşırsa evine asarsa,
hayvanına ve bineğine bağlarsa, yediği şeye okursa veya yazılabilecek bir
gıdaya yazıp yerse düşman ve bütün zararlı şeylerden emin olur.[35]
بِسْمِ اللهِِ
الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
خُلِقَ
اْلاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍ (Enbiya 37)
وَجَاءَ رَبُّكَ
وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا (Fecr 22)
قَوَاريرَ مِنْ
فِضَّةٍ قَدَّرُوهَا تَقْديرًا (İnsan 16)
وَالسَّمَاءَ
بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ (Tur 47)
وَفِى
السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ (Zariyat 22)
قَالَتَا
اَتَيْنَا طَائِعينَ (Fussilet11)
وَكَانَ اللهُُ
عَليمًا حَليمًا (Ahzab 51)
وَمَا لَنَا
اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ (İbrahim12)
وَقَضى رَبُّكَ
اَلاَّ تَعْبُدُوا اِلاَّ اِيَّاهُ (İsra 23)
حَصَبُ
جَهَنَّمَ اَنْتُمْ لَهَا وَارِدُونَ (Enbiya 98)
ذلِكَ تَقْديرُ
الْعَزيزِ الْعَليمِ (Fussilet 12)
وَلَوْ اَنَّ
قُرْانًا سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ اَوْ قُطِّعَتْ بِهِ اْلاَرْضُ اَوْ كُلِّمَ
بِهِ الْمَوْتى بَلْ ِللهِ الاَمْرُ جَميعًا (Rad 31)
اَلْحَمْدُ
ِللهِ رَبِّ الْعَالَمينَ (Fatiha 2)
حَسْبُنَا
اللهُُ وَنِعْمَ الْوَكيلُ (Ali İmran 173)
فَانْقَلَبُوا
بِنِعْمَةٍ مِنَ اللهِِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ (Al-i İmran 174)
İSM-İ ÂZAM
AYETLERİ
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe radiyallâhü anh, Kur’ân-ı Kerim’de İsm-i âzamın
aşağıdaki ayetlerde geçtiğini beyan etmiştir.[36]
بِسْمِ اللهِِ
الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
(51) وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ
وَلاَ نَبِىٍّ الاَّ اِذَا تَمَنّى اَلْقَى الشَّيْطَانُ فى اُمْنِيَّتِه
فَيَنْسَخُ اللهُُ مَا يُلْقِى الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللهُُُ ايَاتِه وَ
اللهُُ عَليمٌ حَكيمٌ (52) لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِى الشَّيْطَانُ فِتْنَةً
لِلَّذينَ فى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ وَاِنَّ الظَّالِمينَ
لَفى شِقَاقٍ بَعيدٍ (53) وَلِيَعْلَمَ الَّذينَ اُوتُوا الْعِلْمَ اَنَّهُ
الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِه فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَاِنَّ
اللهَ لَهَادِ الَّذينَ امَنُوا اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ (54) وَلاَ يَزَالُ
الَّذينَ كَفَرُوا فى مِرْيَةٍ مِنْهُ حَتّى تَاْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً
اَوْ يَاْتِيَهُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَقيمٍ (55) اَلْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ ِللهِ
يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فَالَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فى جَنَّاتِ
النَّعيمِ (56) وَالَّذينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِايَاتِنَا فَاُولئِكَ لَهُمْ
عَذَابٌ مُهينٌ (57) وَالَّذينَ هَاجَرُوا فى سَبيلِ اللهِ ثُمَّ قُتِلُوا اَوْ
مَاتُوا لَيَرْزُقَنَّهُمُ اللهُُ رِزْقًا حَسَناً وَاِنَّ للهََ لَهُوَ خَيْرُ
الرَّازِقينَ (58) لَيُدْخِلَنَّهُمْ مُدْخَلاً يَرْضَوْنَهُ وَاِنَّ اللهَ
لَعَليمٌ حَليمٌ (59) ذلِكَ وَمَنْ عَاقَبَ بِمِثْلِ مَا عُوقِبَ بِه ثُمَّ بُغِىَ
عَلَيْهِ لَيَنْصُرَنَّهُ اللهُُ اِنَّ اللهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ (60) ذلِكَ
بِاَنَّ اللهََ يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى
الَّيْلِ وَاَنَّ اللهَ سَميعٌ بَصيرٌ (61) ذلِكَ بِاَنَّ اللهَ هُوَ الْحَقُّ
وَاَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِه هُوَ الْبَاطِلُ وَاَنَّ اللهَ هُوَ الْعَلِىُّ
الْكَبيرُ (62) اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً
فَتُصْبِحُ اْلاَرْضُ مُخْضَرَّةً اِنَّ اللهَ لَطيفٌ خَبيرٌ (63) لَهُ مَا فِى
السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاََرْضِ وَاِنَّ اللهََ لَهُوَ الْغَنِىُّ الْحَميدُ
(64) اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهََ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ وَالْفُلْكَ
تَجْرى فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِه وَيُمْسِكُ السَّمَاءَ اَنْ تَقَعَ عَلَى
اْلاَرْضِ الاَّ بِاِذْنِه اِنَّ اللهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحيمٌ (Enbiya65)
[1] İrticalen ve
aniden söylenen şiirler, kasidelere doğuş denir.
[2] Büyüklerin
huzurunda durabilmenin birinci şartı küçüğün izinli olmasıdır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya dua ederken
“Mahlûkatın sahibi ve mevcudata benzemekten
münezzeh olan meleklerin ve ruhun rabbi olan Allah Teâlâ’yı tenzih ve tesbih
ederim.
Ey Allah Teâlâ’m Senin rızanı şefaatçi kılarak
öfkenden sana sığınıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan sana sığınıyorum.
Senden de sana sığınıyorum. Sana layık olduğun senâyı yapamam. Sen kendini sena
ettiğin gibisin”
سُــبْحٰانَ
الْـمَـلْـكِ ٱلـقُدُّوسُ وَ رَبُّ المََلئِكةِ وَالرُّوحِ
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ ، وَ بِمُـعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتـِكَ ،
وَأعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِى ثَنَاءً عَلَــيْكَ أنْتَ كَمَا أثْنَيْتَ عَلى
نَفْسِكَ
Hz. Ali kerremallâhü veçhe diyor ki: “Savaşlarda Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok defalar
savaş kızışıp başımız sıkıntıya gelince Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
sığınırdık.”
Hz. Enes radiyallâhü anh de: “Başımız dara düşünce Allah’ın Rasûlü ile
korunurduk.” diyor.
Yine Hz. Enes b. Mâlik (r.a) nakleder:
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanların
en güzeli idi, insanların en cömerdi idi, insanların en cesuru idi. Bir gece
Medine halkı duydukları bir sesten fena hâlde korkmuşlar ve sesin geldiği yöne
gitmişlerdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise ashabını korkutan bu
sesi işitince eline kılıcını alarak Ebu Talha’nın eğersiz atına binmiş ve
Medine’yi dolaşıp hâdiseyi incelemiş, bu esnada Medineliler geride kalmıştı.
Nihayet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Talha’nın atı üzerinde ve
kılıcı boynunda olarak geri döndü. Yolda Medine halkıyla karşılaştı. Onlara
şöyle dedi: “Endişe edecek bir şey yok, neden korkuyorsunuz?” (Müslim,
Fedâil, 48; İbn Sa’d, I, 373.)
Uhud Savaşı’nda, İslâm ordusu birinci safhada Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin harp taktiklerine uyarak üstünlük sağlamıştı fakat daha sonra kesin
sonucu almadan ganimet toplamaya girişince ve yerlerini terk etmemeleri gereken
okçular da ganimet toplama işine koşunca düşman süvari birliği arkadan
kuşatmış, böylece Müslümanlar iki ateş altında kalmışlardı. Bu safhada
Müslümanlar 70 şehid verdikleri hâlde; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
emir komutayı elinde bulundurdu ve büyük bir soğukkanlılıkla İslâm ordusunu
çevresine topladı. Başarılı bir savunma ile düşmanı durdurdu. Peşinden de
inkârcıları Mekke istikametinde günlerce takip etti. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem öyle bir kahramanlık ve cesaret ortaya koydu ki, müşrik ordusu
geri dönerek yeniden savaşmayı göze alamadı.
Hevazin muharebesinde, İslâm ordusu Huneyn geçidine geldiğinde düşman
okçularının hücumuna uğramıştı. İslâm askerlerinin bu anî saldırıdan korunmak
üzere siper aradıkları bir sırada, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
sarsılmaz bir kaya gibi metanet göstermiş, savaş alanından bir adım bile
gerilememiştir. Katırını düşmana doğru sürerek İslâm askerlerine “Nereye
kaçıyorsunuz, ben Allah’ın Rasûlu’yum, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu
Muhammed’im” diyerek ordusunu toparlamış ve zafere ulaşmayı başarmıştır.
Nitekim bir görgü tanığı şöyle diyor:
“Şehadet ederim ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem bir adım bile gerilemedi. Savaş vahşî bir yangın gibi yayıldığı zaman,
hepimiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin çevresine sığındık. O’nun
yanında durmak en büyük cesaret sayılıyordu.”
[3] Maneviyatatta
ruhun aşkını ifade etmek akla uygun gelir. Ancak nefsin aşkını ibraz edecek
fazla kimse yoktur. Bu minvalde zuhur eden hallerin tehlikeleri vardır. Her
kişi bu makamda karar kılamaz. Bu halin en güzel ve eşsiz örneği Hz. Mevlana ve
Şemsi Tebrizî kaddese’llâhü sırrahuma’l azizde zuhur etmiştir.
[4] أنت الذي “Sen
ki” kelime olarak tercüme edilmesi gerekirken, Türkçede bu türlü ifade tam
bir saygı ifadesi barındırmadığından “Efendim” olarak aktarılmıştır.
[5] Allah Teâlâ
Hadîs-i kutside buyurdu ki;
“ (Ya Muhammed!) Sen olmasaydın bu kâinatı
yaratmazdım” Hadis kitaplarında aslı bulunmayan bu veciz ifade hadis münekkitlerince de
red edilmiştir. Aliyu’l- Kâri. Aclûnî ve Şevkânî, Sağanî’nin mevzu dediğini
naklettikten sonra manasının sahih olduğunu kabul ederler. Bkz.Aliyu’l
Kâri. 288; Aclûnî, II/164: Şevkâni. Fevaidu’l- Mecmua, 326;
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe radiyallâhü anh bu beyitte “levlâke..”
hadisinin sıhhatini aşikar etmiştir.
[6] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin nuru alemleri aydınlatırken ay, nur-u nebiyi
aksettirmiş, güneşte nurunun aşkıyla yanmaya başladı, demektir.
[7]
Çünki kamûsun görüp geçti öte
Vardı îrişdi ol Ulû Hazrete
Şeş cihetden ol münezzeh Zülcelâl
Bî kemû-keyf âna gösterdi Cemâl
Zâten ol sultân-ı mâzâgal-basar
Eylemişdi Hakk’a tahsîs-i nazar
Âşikâre gördü Rabbü’l-İzzetî
Âhiretde öyle görünür ümmeti
Bî-hurûf-ü lâfz-u savt ol pâdişâh
Mustafa’ya söyledî bî-iştibâh
Dedi kim matlûb ü maksûdün benem
Sevdiğin cân ile mâbûdün benem
Gece gündüz durmayub istediğin
Nola kim görsem cemâlin dediğin
Gel habîbim sâna müştâk olmuşam
Cümle halkı sâna bende kılmışam
Ne murâdın vâr ise kîlam revâ
Eyleyem bir derde bin türlü devâ
Mustafâ dedi: “Eyâ Rabbe’r-Rahîm
Vey hatâ pûş ü atâsı çok kerîm
Ol zaîf ümmetlerim hâlî nola
Hazretîne nîce anlar yol bula
Gece gündüz işler isyân kamû
Korkarım ki yerleri ola tamû
Yâ İlâhî, hazretinden hâcetim
Bûdurur kim ola makbûl ümmetim”
Hak-Teâlâdan erişdi bir nidâ:
Yâ Muhammed ben sâna kıldım atâ
Ümmetini sâna verdim ey habîb
Cennetîmi anlara kıldım nasîb
Yâ habîbim nedir ol kim dîledin
Bir avuç toprağa minnet meyledin
Ben sanâ Müştâk olunca ey şerîf
Senin olmaz mı dün-âlem ey lâtif
Zâtıma mir’at edindim zâtıni
Bîle yazdım âdım ile âdıni
Hem dedi kim: “Yâ Muhammed ben seni
Bilûrem görmeğe doymazsın beni
Avdet edûp davet et kullarımı
Tâ gelûben göreler dîdârımı
Sen ki mi’râc eyleyûb etdin niyâz
Ümmetin mîrâcını kıldım namâz”
Her kaçan kim bû namâzı kılalar
Vardı îrişdi ol Ulû Hazrete
Şeş cihetden ol münezzeh Zülcelâl
Bî kemû-keyf âna gösterdi Cemâl
Zâten ol sultân-ı mâzâgal-basar
Eylemişdi Hakk’a tahsîs-i nazar
Âşikâre gördü Rabbü’l-İzzetî
Âhiretde öyle görünür ümmeti
Bî-hurûf-ü lâfz-u savt ol pâdişâh
Mustafa’ya söyledî bî-iştibâh
Dedi kim matlûb ü maksûdün benem
Sevdiğin cân ile mâbûdün benem
Gece gündüz durmayub istediğin
Nola kim görsem cemâlin dediğin
Gel habîbim sâna müştâk olmuşam
Cümle halkı sâna bende kılmışam
Ne murâdın vâr ise kîlam revâ
Eyleyem bir derde bin türlü devâ
Mustafâ dedi: “Eyâ Rabbe’r-Rahîm
Vey hatâ pûş ü atâsı çok kerîm
Ol zaîf ümmetlerim hâlî nola
Hazretîne nîce anlar yol bula
Gece gündüz işler isyân kamû
Korkarım ki yerleri ola tamû
Yâ İlâhî, hazretinden hâcetim
Bûdurur kim ola makbûl ümmetim”
Hak-Teâlâdan erişdi bir nidâ:
Yâ Muhammed ben sâna kıldım atâ
Ümmetini sâna verdim ey habîb
Cennetîmi anlara kıldım nasîb
Yâ habîbim nedir ol kim dîledin
Bir avuç toprağa minnet meyledin
Ben sanâ Müştâk olunca ey şerîf
Senin olmaz mı dün-âlem ey lâtif
Zâtıma mir’at edindim zâtıni
Bîle yazdım âdım ile âdıni
Hem dedi kim: “Yâ Muhammed ben seni
Bilûrem görmeğe doymazsın beni
Avdet edûp davet et kullarımı
Tâ gelûben göreler dîdârımı
Sen ki mi’râc eyleyûb etdin niyâz
Ümmetin mîrâcını kıldım namâz”
Her kaçan kim bû namâzı kılalar
Cümle gök ehli sevâbın bûlalar
Çünki her türlü ibâdet bundadır
Hakk’a kurbiyyetle vuslat bundadır
Sıdk ile beş vakt olundukça edâ
Elli vaktin ecrin eyler Hakk atâ
Mâhasal ol anda doksan bin kelâm
Sebk idüp bulduktan encâm ü hitâm
Çünki her türlü ibâdet bundadır
Hakk’a kurbiyyetle vuslat bundadır
Sıdk ile beş vakt olundukça edâ
Elli vaktin ecrin eyler Hakk atâ
Mâhasal ol anda doksan bin kelâm
Sebk idüp bulduktan encâm ü hitâm
Süleyman Çelebi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
[8] Hadîs-i
şerifte buyuruldu ki;
“Âdem aleyhisselâm yanıldığı zaman,
“Ya Rabb´î! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni
affet dedi. Allah Teâlâ’da,
—Muhammed´i daha yaratmadım. Onu nasıl tanıdın?
Dedi.
—Ya Rabbi! Beni yaratıp ruhundan bana ihsan edince,
başımı kaldırdım.
Arşın eteklerinde, La ilahe illallah Muhammed-ür
Resûlüllâh yazılmış olduğunu gördüm.
Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini
yazarsın. Bunu düşünerek O´nu çok sevdiğini anladım” dedi.
Allah Teâlâ’da buna karşılık,
“Ey Âdem, doğru söyledin. Yarattıklarımın içinde,
en çok sevdiğim O´dur.
O´nun için, seni affettim.
Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım, dedi”
[9] “Zâtınla” demek, bütün enbiya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nurunu ve
nebevi mührünü taşımalarıdır. Efendimiz ile nebevi mühür son bulurken, velayeti
de kıyamete kadar devam etmektedir.
[10] Burada “Zâtınla
Allah Teâlâ’ya dua etti” demektir. Allah Teâlâ’nın Eyüb aleyhisselâma
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin cemaliyle zuhur etmesidir.
[11] Burada Mûsâ
aleyhisselâmın Tûr dağında Allah Teâlâ ile konuşmaya çıktığında tecelliyata
dayanmak için okuduğu tevessül dualardan haber verilmektedir. Yahudiler bu
duaların bir kısmını evradlarında okumaktadırlar. Yahudiler duaların
manalarında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem övüldüğünü bilselerde inkâr
etmektedirler.
“…De ki: “Öyleyse Mûsâ’nın, insanlara nur ve yol
gösterici olarak getirdiği -ki siz onu parça parça kâğıtlar haline getirip
gösteriyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz- ve ne sizin, ne de babalarınızın
bilmediği şeylerin size öğretildiği Kitabı kim indirdi?” “Alah” de, sonra bırak
onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.” (En’am, 91)
Bu nedenle Hz. Mûsa aleyhisselâmın tahtında Yahudilerinde tevessül
dualarını hiçbir zaman terk etmeyeceklerini İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe radiyallâhü
anh haber vermektedir.
[12] Bütün
dinlerinde Allah Teâlâ rasüllere emretti ki;
“Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
sizin zamanınızda rasül olarak gelirse, ona iman etmelerini ümmetlerinize de
emrediniz”
Gelmiş olan bütün dinlerde O´nun müjdesi temel alınmıştır.
“Seçilmiş” adı ile şereflenmiştir. O´nun
geleceği ümidi ile tevhidin sağlamca yerleşeceği, nebiler ve ümmetleri de O´nun
şefaati bekleyerek inanç yolunda emniyet bulmuşlardır. Eğer bu ümit olmasa idi;
hiçbir rasül vazifesini yapmakta güç bulamayacaktı. Çünkü kıyamet gününde
şefaat konusunda bütün insanlık O´nun yardımına başvurmuştur. (Muhammedî Dua)
[13] Hacıların
Allah Teâlâ’yı “lebbeyk-Emrine hazırım” sedası ile telbiye ederler. Bu
konuda söylenecek bütün sözler mahlûkat tarafından Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem içinde söylenildiği haber veriliyor.
[14] Temim ed-Dârî
radiyallâhü anh anlatıyor:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. O sırada
bir deve koşarak geldi. Efendimize yaklaştı. Başı ucunda durdu. Bunu gören
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Ey deve sakin ol. Doğru söyle, doğru söylersen
senin yararınadır, yalan söylersen zararına olur. Hem de Allah bize sığınanı
güvende kıldı, artık sen güven altındasın. Bize sığınan mahrum kalmaz’ buyurdu.
“Biz, ‘Yâ Resulallah, bu deve ne diyor?’ dedik.
“Sahipleri onu kesip etini yemek istemişler. O da
kaçmış, nebinize sığındı’ buyurdu.
“Biz bunları konuşurken devenin sahipleri koşarak geldiler. Deve onları
görünce tekrar Efendimizin yanına sokuldu. Korunmasını istedi. Bunun üzerine
adamlar:
“Yâ Resulallah, bu bizim devemizdir. Üç gün önce
kaçtı. Onu arıyorduk. Sonunda yanınızda bulduk’ dediler.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Ama o sizden çok fena şikâyet
ediyor’ deyince:
“Ne diyor, yâ Resulallah?’ diye sordular.
“O yanınızda güven içinde büyümüş, gelişmiş.
Üzerinde yıllar boyu yaz aylarında otlu ağaçlı ülkelere, kış aylarında sıcak
memleketlere yük taşımışsınız. Büyüdükten sonra ondan yavru almak istemişsiniz.
Allah ondan size bir sürü deve nasip etmiş. Bolluk senesi gelince onu kesip
etini yemek istediniz değil mi?‘
“Doğru yâ Resulallah. Vallahi böyle oldu’ dediler.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Sahiplerine bu şekilde güzelce hizmet verenin
mükâfatı bu mudur?’ deyince;
“Yâ Resulallah, onu gerçekten kesmeyeceğiz’ dediler.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Yalan söylediniz. O size
sığındı, yardım istedi, kabul etmediniz. Ben ise sizden daha merhametliyim.
Allah münafıkların kalbinden merhameti çıkarmış, mü’minlerin kalbine koymuştur’
buyurdu ve deveyi onlardan yüz dirheme satın aldı, sonra da deveye döndü:
“Ey deve, haydi git, Allah rızası için serbestsin,
sana kimse dokunamaz’ buyurdu.
“Deve, Peygamberimizin başının üzerine eğildi ve dua eder gibi yaptı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de; “Âmîn’ dedi.
“Deve tekrar dua etti. Efendimiz yine:
“Âmîn’ dedi.
“Sonra tekrar dua etti. Efendimiz yine:
“Âmîn’ dedi.
“Dördüncü kez dua edince Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ağladı.
“Yâ Resulallah, bu deve ne diyor?’ diye sorduk.
“Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ey Nebi, Allah İslâmdan ve Kur’ân’dan size
hayırlar versin’ dedi. ‘Âmin’ dedim.
“Sonra ‘Siz beni rahat ve huzura kavuşturduğunuz gibi, Allah da kıyamet
gününde ümmetini korkudan kurtarsın, rahat ve huzura kavuştursun’ dedi. ‘Âmîn’
dedim.
“Daha sonra, ‘Allah ümmetinin kanını düşmanlarından
korusun’ dedi, ‘Âmîn’ dedim.
“Daha sonra da, ‘Allah ümmetinin helak oluşunu
aralarında fitne fesat çıkararak birbirine silah çekmede kılmasın’ deyince
ağladım. Çünkü ilk isteklerini ben de Allah’tan istedim, Allah isteklerimi
kabul etti, onları bana verdi. Son istediğini ise vermedi. Cebrail, Allah’tan
ümmetimin birbirlerine silâh çekerek helak olacağı haberini getirdi. Olacakları
kalem böyle yazmış. Allah’ın takdiri değişmez.”
[15] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, yaratılış yönünden en hakir görülen taşı eline
alınca, taş ulaştığı şereften O’nu tenzih ve tesbih etmekten kendini alamıştır.
[16] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme karşı mahlûkat itaat ederdi. Yumuşak toprağın iz
vermemesi, iyi huylu insanın haline, taşta sert ve kaba insanın haline teşbih
edilmiştir.
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde
bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükûa
varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnudluk dilerken görürsün. Onlar,
yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar.” (Fetih, 29)
Bazıları bu mucize hakkında niçin çok eser kalmadı
diye düşünürlerse bu mucize Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gölgesi
olmadığından onun yerine kaim oldu. Gölge gibi zuhur ederdi.
[17] “Uhud
Gazasında Ebû Katâde ibn-i Nu’man‘ın gözüne bir darbe erişti,
Gözü yerinden çıktı ve hatta yanağının üstüne sarktı. Onu Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine getirdiler. Ebû Katâde:
- “Yâ Rasûlullah! Dedi. Benim bir karım var, onu çok severim. Korkarım
ki, bu hâlde görüp benden iğrenir.”
Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri
mübarek eliyle gözünü yerine koyup:
- “Yâ Rabb! Sen ona güzellik ver,” diye dua etti.
Ondan sonra o gözü güzellikte ve keskin görüşte diğerinden daha baskın
oldu. Öbürü ağrıdığı zaman bu ağrımazdı” diye buyurdular. (Mevâhib-i
Ledünniyye, Cild 1, Sayfa: 655)
Ebû Katâde’nin torunlarından biri, Halife Ömer bin Abdülazîz’in yanına
gelmişti.
“Sen kimsin?” dedi. Bir beyt okuyarak
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübârek eli ile gözünü yerine koymuş
olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halife bu beytleri işitince, kendisine
ziyâde, ikram ve ihsanda bulundu.
[18] Eskiden el
üzerine tükrük şifa niyetiyle yara üzerine veya ağrıyan yere sürülürdü. Tükrük,
insan ifrazatı içinde kan gibi bütün özellikleri taşır. Antidoksidan maddelerin
çok bulunması da onun şifalı vasfını artırmaktır. Yapılan araştırmalarda insan
elinin üzerinde asit ve vitaminler olduğu tespit edilmiştir. Bu özellik ile
birleşincede tükrük şifa veren bir sıvı haline gelir. Tükrük, insan ifrazatı
içinde kan gibi bütün özellikleri taşır. Antidoksidan maddelerin çok bulunması
da onun şifalı vasfını artırmaktır.
[19] İmrân bin
Husayn radiyallâhü anh (Meleklerle konuşan Sahâbî)
İmrân bin Husayn, Hayber savaşında Müslüman oldu. Ondan sonraki bütün
savaşlarda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin yanında ve
hizmetinde bulunmakla şereflendi. Efendimiz kendilerini çok severdi. Ashâb-ı
kirâm içinde çok faziletlere sahipti. Fikir ilminde üstün derecesi vardı. Duâsı
kabûl olunan seçilmişlerdendir. Mekke’nin fethinde Huzaa kabîlesinin sancağını
taşıdı. Daha hayırlı gelmedi Hazret-i Ömer radiyallâhü anh halîfe olunca, Basra
halkına İslâmiyeti öğretmek için İmrân bin Husayn’i gönderdi.
Hasan-i Basrî hazretleri, kendisinden çok hadis-i şerif öğrenmiş ve yemin
ederek demiştir ki:
- Basralılar için İmrân’dan daha hayırlı biri
gelmemiştir. Abdullah bin Amr, İmrân’i Basra kâdılığına tayin etti. Kâdılı’ğı
zamanında, iki kişi hüküm vermesi için kendisine geldi. Bunlardan birisi
şâhidini getirdi, diğeri getiremedi. Hüküm şâhit getirenin lehine verildi.
Şâhit getiremeyen kimse bunu kabûl etmeyip dedi ki:
- Bu karar bâtıldır.
Hazret-i İmrân bunun üzerine, Abdullah bin Amr’dan azlını isteyerek istifa
etti.
Yakalandığı hastalığı sebebiyle ne oturabilir, ne de ayakta durabilirdi.
Kendisine hurma dallarından bir sedir yapmışlardı. Orada günlerini geçirir,
Rabbini zikrederdi. Otuz sene bu hâl devam etti.
Mutarrif bin Abdullah ile kardeşi A’lâ, ziyâretine gittiler. Mutarrif, onun bu hâlini görünce ağladı.
Hazret-i İmrân, ona sordu:
Mutarrif bin Abdullah ile kardeşi A’lâ, ziyâretine gittiler. Mutarrif, onun bu hâlini görünce ağladı.
Hazret-i İmrân, ona sordu:
- Niçin ağlıyorsunuz?
- Senin hâline ağlıyorum.
Hazret-i İmrân buyurdu ki:
- Ağlama, ben ölünceye kadar da kimseye söyleme!
Melekler benim ziyâretime gelip selâm veriyorlar. Meleklerin selâmını alıyor,
onlarla konuşuyorum. Onların bu ziyâretlerinden fazlasıyla memnun oluyor, hasta
olduğumdan dolayı verilen bu nîmetlere şükrediyorum. Böyle bir hastalık hâlinde
Melekleri gören bir kimse, bu dertlere râzı olmaz mı?
Bir gün İImrân bin Husayn’a birisi dedi ki:
- Bize yalnız Kur’andan söyle!
- Ey ahmak! Kur’an-ı kerimde namazların kaç rekât
olduğunu bulabilir misin?
Böyle söyleyerek, hadis-i şeriflerin ve âlimlerin açıklamalarının da lâzım
olduğunu bildirdi.
İmrân bin Husayn 672 senesinde vefât etti. Rasûlullah efendimizden 120
hadis-i şerif nakletmiştir.
Hazret-i İmrân bin Husayn, hasta yatağında bile ilim öğretirdi.
Talebelerine şöyle anlattı:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz, merhametten
ayrılmamakla beraber, harp meydanlarında din düşmanlarına karşı şiddetli
olurdu. Huneyn cenginde, müşrikler onu kuşattığı zaman, atından inerek,
“Ben rasülüm, yalan yok. Ben Abdülmuttalib’in oğlu
Abdullah’in oğluyum” buyurarak, düşmana saldırdı. O gün, Ondan daha cesur ve daha metin kimse
görmedim.”
Hazret-i İmrân bin Husayn şöyle anlatır:
Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz bana buyurdu ki:
Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz bana buyurdu ki:
- Yâ İmrân, sen de bilirsin ki, biz seni çok
severiz. Kızım Fâtıma rahatsızmış. Eğer beraber gelirsen, onun ziyâretine ve
hatırını sormaya gidelim.
- Anam, babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah, gidelim.
Kalktım, beraberce Fâtımatüz Zehrâ’nin evine gittik. Peygamber efendimiz
kapıyı çaldı ve Esselâmü aleyküm yâ Ehle Beytî diye selâm vererek içeri
girdiler. Fâtımatüz Zehrâ da cevap verdi:
- Ve aleyküm selâm, sevgili babam yâ Resûlallah!
Buyurunuz!
- Kızım, yanımda İmrân bin Husayn da vardır. Onunla
beraber geldik, başını ört!
- Babacığım, seni hak Peygamber olarak gönderen
Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu yün örtüden başka örtünecek bir şeyim
yoktur.
- Kızım, işte onunla örtün!
- Ey Babacığım! Başımı örtsem vücudum, vücudumu
örtsem başım açık kalır.
- Bu örtüyü düz düzüne değil de, köşeleme, yâni
uzunlamasına ört ki, vücudunun her tarafını kaplasın.
İmrân bin Husayn diyor ki:
Ben dışardan bu konuşmaları işittikçe, gözlerimden yaş, ciğerlerimden kan
geliyordu. Hazret-i Fâtima’nın dünyaya hiç bağlanmamasına gıpta ediyordum.
Nihayet Hazret-i Fâtıma sevgili Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
târifleri üzere güzelce başını bağlayıp örttükten sonra, içeri girmeme izin
verdiler. İçeride Efendimizin arkasında oturdum.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
“Kızım, nasılsın, rahatsızlığın nasıl oldu?” diye
hatırlarını sordular. O da dedi ki:
- Babacığım, bu gece çok rahatsızdım. Sancıdan
sabaha kadar uyuyamadım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, bir lokma ekmek yemeye
bile takatım kalmadı. Açlıktan çok bitkinim.
Bu söz üzerine Allahü teâlânin habîbi, Resûl-i ekrem efendimizin mübârek
gözlerinden yaşlar boşandı. Buyurdular ki:
- Kızım, sakın hâlinden şikâyet etme! Allahü
teâlâya yemin ederim ki, ben, yaratıkların en üstünü, Allahü teâlânın habîbi
olduğum hâlde, üç gündür mideme bir lokma ekmek girmedi. Hâlbuki, Rabbimden
istesem beni doyuncaya kadar yedirir. Fakat ümmetime ibret olması için geçici
rızıkları, sonsuz rızıklar için feda ettim.
Rasûlullah efendimiz, sonra mübârek elleriyle Hazret-i Fâtıma’nın
omuzlarını tutarak buyurdu ki:
- Müjdeler olsun ey kızım, sen Cennet kadınlarının
hanım efendisisin!
İmran İbnu Husayn (radıyallahu anhümâ) hastalık üzerine uzman sahabi idi,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden bu konuda sırlara kavuşmuş ve
rivayetleri vardır.
Bunlardan biri;
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer’ de) hesaba
çekilmeden cennete girecektir!” buyurdular. Kendisine:
“Ey Allah’ın Resulü! Bunlar kimlerdir?” diye sual
edildi.
“Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye
başvurmayanlar, teşâüm’e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül
edenlerdir!” buyurdu.
Ukkâşe (radıyallahu anh) kalkıp:
“Ey Allah’ın Resûlü! Dua buyur, Allah beni onlardan
kılsın!” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Sen onlardansın!” müjdesini verdi. Bir başkası daha
kalkıp:
“Ey Allah’ın Resûlü! Beni de onlardan kılması için
Allah’a dua ediver!” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“O hususta Ukkâşe senden önce davrandı!” cevabını verdi.”
[Müslim, İman, 371, (218).]
İmrân İbnu Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizi
dağlama yapmaktan nehyetti. Ancak biz, (ona başvurmaya zorlayan) durumlarla
karşılaştık. Birçok defalar dağlama yaptık. (Sünnete muhalefetimiz sebebiyle)
rahatsızlığımızdan kurtuluş bulamadık.” [Tirmizî, Tıbb 10, (2050); Ebu
Dâvud, Tıbb 7, (3865).]
Yine Gülsüm ibni Husayn radiyallâhü anh bir ok ile göğsünden
yaralandı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem üzerine tükürdüğü gibi bütün
sıhhat buldu. (Mevahibü ledünniye c.1.s.106 (Osmanlıca baskı)
[20] Bedir harbinde
Hubeyb radiyallâhü anh omzundan şiddetli bir yara almış idi. Muaz ibni Afra
radiyallâhü anh hazretlerinin de bir eli kesilmiş hemen derisinin üzerinde
durur idi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz mübarek tükrüğünü
sürüp mesh edince hemen şifa bulmuşlardı. (İmamı Celaleddin es-Suyuti 14.
bölüm.)
[21] (Kaside-i
Ercûze-İmam Ali)
….
İçinde benden başka gaip olan yok idi (herkes gitmişti)
Gözüme bir hastalık isabet etmiş (olduğundan gidemedim)
Damadı Osman’ı da göndermiş
Mustafa aleyhisselâm. Cahil kavmi uyarsın diye.
Çünkü onda bir vakar var idi.
Arapların arasında hem bir iftiharı vardı.
O zaman Nebi şöyle içten dua ederek
Dedi ki; “Ya Rabbî damadım Ali’yi getir (isterim)
Bir gizlice sesle (hasta halimden) uyandım.
Şöyle diyordu: “Yâ Ali korkak bir kimse olma
Hâdî zâta yürümekte gayretli ol
Düşmanlara karşı O’na yardım etmen için
Yarın sancağı taşıyacaksın”
Hemen o an da kalktım ve ayeti okudum.
Sonra zırhımı ve miğferimi giydim
Kılıcım Zülfekârı’mı aldım
Atıma seri bir şekilde yöneldiğim zaman
Ona bindiğim zaman ağrılar (hastalığım) benden gitti
Fakat iki gözümde rahatsızlığım devam ediyordu.
Bu hal benim mutad (alışılmış) bir halim de değildi.
Bunun üzerine Fatıma uykudan uyandı
Nerede ise yüzüne (üzüntüden) ellerini vuracaktı.
Olanlardan kendisine haber verilmemişti.
Çünkü o biliyordu ki benim iki gözümde elem var.
O zaman halimi (O’na) şerh ettim (açıkladım)
Fatıma kendisine dedi ki “Yürü aldırış etme”
“Şüphesiz babam ve ordusu mansur olacaktır.”
“Gayretleri meşkûr olacak ve mükâfat görecektir”
Sonra Hasaneyn’imi gördüm. İstiyordum ki;
Bir bakışla onlara veda edeyim, olmadı
Her ikisini de uykuya dalmışlarken kokladım
Rabbime dua ettim ve oruç tutmaya nezr ettim
Allah Teâlâ için eğer selametle dönersem
Velimeyi yemeden ikrâm olarak oruca niyetlendim.
O gece sabaha kadar yürüdüm
Kavuşmayı arzulayan birisi olarak Tâhâ’ya yaklaştım
Nebi aleyhisselâm beni görene kadar yürüdüm
Selâm verdiğimi (gördü)Kardeşlerime işaret eyledi
Buyurdu ki; “Sancağı Behlül’e verin”
“Allah Teâlâ’yı ve Rasûlüllahı seven kimseye”
Sonra; “İki torunumun babası bana yaklaş”
“Allah Teâlâ’dan iki gözüne şifa isteyeyim”
Her ikisine şifalı tükürüğünden sürünce
İkisini de iyileştirdi ve ikisi de görür hale
geldi.
Her ikisinin etrafında elini gezdirdi
Onlardaki elem hemen şifa buldu
O anda O’nun her iki elini arka arkaya öptüm
Sora Rabbim Allah Teâlâ’ya şükür olarak hamd ettim
Meydanın ortasına gitmek için yürüdüm
Ümmetin savaşmaya hazır bir askeri olarak
….
[22] ) وَلَسَوْفَ
يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى “Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.” (Duhâ,
5)
[23] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem her kim davet etse kabûl buyururlardı. Câbir bin
Abdullah radıyallahü anh da bir gün davet etmişti.
Hazret-i Câbir, Rasûlullah efendimizin evine teşrîfiyle o kadar sevindi ki,
karşılamak için sevinçle koşarken, su tulumunu devirdi ve su döküldü.
Rasûlullah efendimiz içeri girip oturdu. Hazret-i Câbir’in bir kuzusu vardı.
Onu hemen kesip kebâb yapmak için hâzırladı. İki oğlu vardı. Büyük oğlu
küçük oğluna, “babam kuzuyu nasıl kesti, gel sana göstereyim” dedi.
Kardeşini bağlayıp bıçağı boğazına sürdü. Fakat göstereyim derken, farkına
varmadan kardeşini boğazlayıp ölümüne sebep oldu…
Hazret-i Câbir’in hanımı, çocuklarının bu hâlini görünce, büyük oğlunu
yakalamak için peşinden koştu. Çocuk korkusundan kaçayım derken, evin damından
aşağı düşüp öldü. Kadın çocuklarının ölmesinden dolayı “feryâd edip
ağlarsam, Rasûlullahın üzülmesine sebeb olurum” diye düşünerek sabretti.
Çocuklarının ölüsü üzerine bir kilim örttü. Hâzırlanan kebâbı pişirdi. O sırada
Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve “Yâ Muhammed! Allah Teâlâ, Câbir’e oğullarını
da sofraya getirmesini söylemenizi emir buyurdu” dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hazret-i Câbir’e,
“oğullarını da sofraya getirir misin?” buyurdu.
Dışarı çıkıp hanımına
“Rasûlullah onların da sofraya gelmelerini istiyor” dedi. Hanımı,
“Rasûlullaha onların burada olmadıklarını söyle” dedi. Hazret-i
Câbir durumu arz edince, Rasûlullah efendimiz
“Allah Teâlânın emridir.” buyurdu. Hazret-i Câbir tekrâr
hanımının yanına varıp,
“Çocuklar nerede iseler mutlaka bulmamız lâzım.
Allahü teâlânın emri böyle gelmiştir” dedi. Zavallı, çâresiz hanımı ağlayarak,
“Ey Câbir! Oğulların ne olduğunu sana söylemeye
tâkatim yok” dedi. Sonra ölü yatan çocuklarının üstündeki kilimi kaldırıp, onları
gösterdi. Hazret-i Câbir iki oğlunun da ölmüş olduğunu görünce, için için ağlamaya
başladı.
O sırada Allah Teâlâ Cebrâîl aleyhisselâmı Rasûlullaha gönderip, çocukların
başında duâ etmesini ve çocukları dirilteceğini bildirdi. Rasûlullah efendimiz
kalkıp duâ etti. Câbir bin Abdüllah’ın her iki oğlu da Allahü teâlânın
izniyle dirildi…
[24] Ümmü Mâbed
radıyallahu anhâ Mekke’nin Kudeyd bölgesinde bir
çadırda otururdu. Asıl adı Âtike’dir. Ümmü Mâbed künyesiyle meşhur olmuştur.
Baba adı Hâlid İbni Huleyf’dir. Huzâa kabîlesine mensuptur.
Ümmü Mâbed, akıllı, iffetli ve güçlü bir kadındı. Amcasının oğlu Temim İbni
Abdiluzza ile evliydi. Mekke’ye yakın Kudeyd bölgesinde çölde yaşardı. Koyun sürüleri
vardı. Eli açık, cömert bir kadındı. Çadırına uğrayan yolcuların su ve yiyecek
ihtiyaçlarını görürdü. İçecek olarak süt, yiyecek olarak da koyun keser pişirir
et ikram ederdi. Onun bu güzel ahlâkı İslâm’ın nûruna kavuşmasına vesile oldu.
Hicrette Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
beraberindekilerle üçüncü uğrak yerleri olan Kudeyd mevkiine geldiler. Orada
oturan Ebû Ma’bed’in çadırı önünden geçerken satın almak maksadıyla “Hurma
veya yiyecek başka bir şey var mı?” diye sordular.
Ebû Ma’bed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Ma’bed “Hayır yiyecek
bir şey yok” diye cevap verdi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz bir tarafta zâif bir koyun
gördü. (Bazı rivayetlerde keçi olarak geçiyor)
“Bunda süt yok mu?” diye sordu.
Ümmü Mâ’bed “Onun vücudunda kan yoktur nereden süt verecek?” dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
“İzin verirsen sağarım” buyurdu. Ümmü Ma’bed sürü ile
otlamaya gidemeyecek kadar zâif olan koyunda süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat
misâfire “olmaz” demenin uygun düşmeyeceğini düşünerek “Pekâlâ onda süt
bulursan sağıver” dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz gidip koyunun beline elini
sürdü ve memesini de mübârek eliyle meshetti. Sonra “Bismillahirrahmanirrahim”
diyerek duâ etti. Daha sonra “Bir kap getiriniz sağınız” buyurdu.
Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz önce Ümmü Ma’bed’e sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar
içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp
onu Ümmü Ma’bed’e bıraktılar. Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.
Az sonra Ebû Mâ’bed geldi. Kap içindeki sütü görünce “Bu ne?” diye
sordu.
Ümmü Mâ’bed “Buraya mübârek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi koyunu
böyle sağdı” diyerek olup bitenleri tafsilatıyla anlattı. Ebû Ma’bed
“Bunda bir hikmet var. O zâtın şekil ve simâsı
nasıldı?” diye sordu. Ümmü Mâ’bed “Orta boylu karakaşlı kara gözlü ve gayet
nurânî yüzlü lâtif bir adamdı” diyerek Efendimizin şekil ve şemâilini birer
birer beyan etti. Bunun üzerine Ebû Mâbed “Vallahi” dedi. “Bu senin
tarif ettiğin zât Kureyş içinde zuhûr eder nebidir. Eğer ben burada bulunsaydım
ona tâbi olur beraberinde gitmeyi ondan dilerdim.”
Rasûlullahtan “Bu koyunu kesme” diye de emir alan Ümmü Ma’bed şöyle
demiştir:
“Rasûlullahın memesini meshettiği o zâif koyun Hz.
Ömer’in hilâfetinde meydana gelen hicretin 18. yılındaki kıtlık ve kuraklığa
kadar sağ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken biz onu sabah
ve akşam sağardık.”
[25] Enes bin Malik
radiyallâhü anh anlatıyor:
Kıtlık yılı gelip çatmıştı. Bir Cuma günü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ayakta hutbe okurken, bir adam mescidin kapısından içeri girip,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemın karşısında durdu:
- Ya Rasûlüllah! (sallallâhü aleyhi ve sellem) Her
yeri kuraklık ve kıtlık sardı. Hayvanlarımız ölüyor. Çoluk çocuğumuz aç kaldı.
Allah’a dua et de bize yağmur versin!
Mescidde bulunanların bir kısmı da ayağa kalkarak seslendiler:
- Ya Rasûlüllah! (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Ağaçlar kurudu, hayvanlar kırıldı. Bizim için Allah’tan yağmur dile!
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ellerini kaldırdı. Halk da Onunla
birlikte ellerini kaldırdılar.
- Ey Allah’ım! Bize yağmur ver! Bize yağmur ver! diyerek dua
etti. Vallahi, o sırada biz, gökyüzünde ne kalın, ne de ince hiçbir bulut
görmüyorduk. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dua edince, birden bir
rüzgar koptu. Sel dağının arkasından, kalkan şeklinde bir bulut parçası
belirdi. Gökyüzünün ortasına gelince yayıldı. Allah’a yemin ederim ki, bulutlar
gökyüzünü kaplamadıkça, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ellerini
indirmedi.
Yağmur yağmaya başladığını görünce de,
- Ey Allah’ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına
yağdır ve hakkımızda hayırlı kıl!
diye dua etti. Toplanan bulutlardan, bardaktan boşanır gibi yağmur yağmaya
başladı. Yağmur damlalarının Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sakalına
doğru süzülüp yuvarlandıklarını gördüm. Üzerimize öyle bir yağmur yağdı ki,
neredeyse evlerimize gitmeye yol bulamayacaktık. O gün, ertesi gün, daha ertesi
gün, ta öteki cumaya kadar yağmur yağdı, durdu. Vallahi, yedi gün güneş yüzü
görmedik. Medine’nin sel yataklarından ve yollarından ırmaklar aktı durdu.
Cuma günü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hutbesini okuyordu ki,
yine mescidin kapısından bir kimse içeri girdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin karşısında ayakta durdu:
- Ya Rasûlüllah! (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Evler yağmurdan yıkılmaya, hayvanlar sularda boğulmaya başladılar! Allah’a dua
et de artık şu yağmur dinsin!
dedi. Mesciddekiler de ona destek verdiler. Resulullah (s.a.s), gülümsedi.
Ellerini kaldırdı,
- Ey Allah’ım! Çevremize yağdır, üzerimize
yağdırma! diye dua etti. Dua ederken de, eliyle gökyüzünün neresindeki bulutlara
işaret ettiyse orası açılıyordu. Medine’nin üstü açık bir meydan gibi oldu.
Derken, Medine’nin üzeri tamamen açıldı. Medine’ye baktım, taç giymiş gibi
parlıyordu.
[26] Ey hidayetin
açılmış sancağı.
[27] “Düşmanların
Sana ettikleri eziyetin cezasına çarpılıp, hem Bedirdeki Kalip kuyusuna başsız
cesetleriyle tıkıldılar, hem de Allah Teâlâ’nın rızasından ebediyen mahrum
oldular.”
[28] Harbin bütün
şiddetiyle devam ettiği bu nâzik anda, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
ridâsını üzerinden yere atıp, ellerini Allah Teâlâ’ya açarak şöyle dua
ediyordu:
“Ey kitabı (Kur’an’ı) indiren, hesabı en çabuk
gören, kavim ve kabileleri bozgunlara uğratan Allahım! Şu kabileleri de hezimete
uğrat; sars onları Allahım! Onlara karşı bize yardım et! Allahım! Sen, bu bir
avuç Müslümanın helâkını dilersen, artık sana ibadet edecek kim kalır?”
O gün çarpışma bütün şiddetiyle devam etti. Artık hava kararmış, taraflar
karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrail aleyhisselâm,
Efendimize geldi ve düşman ordusunun estirilen bir rüzgârla perişan edileceğini
müjdeledi. Müjdeyi alan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, iki dizi
üzerine çöktü, ellerini kaldırarak nusretini ulaştıran Allah Teâlâ’ya,
“Bana ve ashabıma merhametinden dolayı, sana hadsiz
şükür ve hamd olsun Allahım!” diyerek şükrünü takdim etti. (İbn Sa’d, c. 2, s. 74; İbn Kesir, c. 3, s.
214.)
[29] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ismidir. 14 saysına muadildir. Kaside-i Ercuzede
Tâhâ sırları biraz açıklanmıştır.
[30] Miraç mucizesi
[31] “Müddessir”,
örtüsüne bürünen, sarınan demektir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
hitap eden ilk âyet, Müzzemmil sûresinden önce nâzil olmuştur.
[32] Hilye, süs ve
güzellikler demektir. Hilye-i saadet, hilye-i şerif kavramları Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin görünüşünü, hal ve hareketlerini, ahlakını
anlatır. Bir adı da Şemâil’dir.
Hilyelerin kaynağı hadislerdir. İlk hilye yazarı Tirmizi’dir. Şemaili
Nebi’yi yazmıştır. Hadis kitaplarında ve siyer kitaplarında hilye bölümleri
bulunmaktadır. Osmanlılarda hilye-i saadet denilen levhaların yazılması ve
asılması gelenekleşmişti.
[33] Tamah:
Doymazlık, açgözlülük, daha da isteme.
[34] Ey hidayet
önderi
[35] Kalâid-ü
Ukûdu’d-Dürer vel İkyân fî Menakıb-I el İmam Ebî Hanifete’n Numan, (Osmanlıca
yazma, sh, 280-281)
[36] Kalâid-ü
Ukûdu’d-Dürer vel İkyân fî Menakıb-I el İmam Ebî Hanifete’n Numan, (Osmanlıca
yazma, sh,280)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.