Osmanlı Devletinin yönetimi altında yaşayan yetmiş iki buçuk millet, adilâne bir şekilde yönetilerek asırlar boyunca kavgasız, gürültüsüz ve huzur içerisinde beraberce yaşamışlardır.
Çok şerefli bir geçmişe sahip olan Müslüman Türk milleti, adâletli, hoşgörülü ve dürüst yönetimleriyle tarihe geçmiş olan ender topululuklardan biridir. Osmanlı Devletinin yönetimi altında yaşayan yetmiş iki buçuk millet, asırlar boyunca kavgasız, gürültüsüz ve huzur içerisinde beraberce yaşamışlardır. Çünkü Osmanlı Devleti, Allâh-ü Teâlâ’nın “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletli davranmamaya sevk etmesin. Adâletli olun” emri doğrultusunda hareket ederek, fethettikleri beldelerde yaşayan halka zulmetmemişler ve adilâne bir yönetim gösterip o belde halkının gönüllerini de fethetmişlerdir.
Osmanlı
Devletinin fethettiği beldelerde, bir tane sivil, yaşlı, çocuk veya kadın
katledilmemiştir. Yağmalama ve talan etme olayına rastlanmamıştır. Tek bir
tecavüz hadisesi cereyan etmemiştir. Osmanlı’nın bu insânî muamelesini,
hakkâniyetini ve adâletini gören Hıristiyan’ı, Rum’u, Ermeni’si, adeta
Osmanlının gelmesini beklemişlerdir. Bilhassa Rumeli’deki fütuhâtın süratle
genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adâletinin çok tesiri vardır.
Allâh-ü
Teâlâ adâletli olunmasıyla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şahitlik eden
kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletli davranmamaya sevk
etmesin. Adâletli olun. Bu takvaya daha yakındır. Allah(a isyan) dan sakının.
Şüphesiz ki Allah sizin yaptığınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide: 8)
Bu âyeti kerimenin kısaca tefsirini yaparak, meseleyi daha iyi anlamaya çalışalım.
Tefsiri Kebirde zikredildiğine göre mükellefiyetler ne kadar çok olsa da, şu iki kısımda toplanır:
Bu âyeti kerimenin kısaca tefsirini yaparak, meseleyi daha iyi anlamaya çalışalım.
Tefsiri Kebirde zikredildiğine göre mükellefiyetler ne kadar çok olsa da, şu iki kısımda toplanır:
1-Allah’ın
emirlerine tâzim
2-Allah’ın
kullarına şefkat Buna göre âyeti celiledeki “Allah için Hakkı ayakta tutanlar
olun.” emri birinci kısma, “Adaletle şehâdet edenler olun.” emri ise ikincisine
işarettir.
İmâm-ı Zeccac (Rahimehullâh)ın beyanına göre: “Allâh’ın dinini açıklamak suretiyle adâletli şahitler olun” demektir. Çünkü şahit, şahitlik yaptığı hususu açıklayan kimse demektir.
İmâm-ı Zeccac (Rahimehullâh)ın beyanına göre: “Allâh’ın dinini açıklamak suretiyle adâletli şahitler olun” demektir. Çünkü şahit, şahitlik yaptığı hususu açıklayan kimse demektir.
İmâm-ı
Atâ (Rahimehullâh) buyurmuştur ki: “Adâletle şahitlik edenler olun” kavli
şerifi “şahitlik ederken (şayet haksız iseler) sevdiklerinizin ve
akrabalarınızın tarafını tutmayın. (Haklı olduklarında) Düşmanlarınızın ve
muhaliflerinizin lehine olacak şahitlikleri de onlardan esirgemeyin.”demektir.
Nitekim bir başka âyeti kerimede de: “Ey iman edenler! Adâleti titizlikle
ayakta tutan, kendiniz, ana-baba ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için
şahitlik eden kimselerden olun...” buyrulmuştur. (Nisa: 135) Âyeti celilede
geçen “El-Kavvam” kelimesi “El-kâim” lafzının mübalağa sigası, “El-kıst” ise
adâlet demektir. Dolayısıyla bu tabir, Allâh-ü Teâlâ tarafından bütün
mükelleflere hem adâleti üstün tutma, hem de zulümden ve bir tarafa haksız
meyilden sakınma husûsunda çok dikkatli davranmaları ile ilgili bir emri
ilâhidir.
Mevlâ
Teâlâ “Allah için şahitlik edenler olun” buyurmuştur ki bu, “şahitliği yerine
getirmekle emrolunduğunuz gibi, bu şehâdetiniz, kendinizin veya akrabanızın
aleyhinde de olsa, onu Allah rızası için hakkıyla yerine getirin” demektir.
İmâm-ı Katade (Rahimehullâh) şöyle buyurmuştur. “Ey Ademoğlu! Kendi aleyhine yahut ana-babanın ve yakınlarının yahut kavminin, eşrafının aleyhine de olsa, şahitliği adâletle yerine getir. Çünkü şahitlik insanlar için değil ancak Allâh-ü Teâlâ için yapılır”.
İmâm-ı Katade (Rahimehullâh) şöyle buyurmuştur. “Ey Ademoğlu! Kendi aleyhine yahut ana-babanın ve yakınlarının yahut kavminin, eşrafının aleyhine de olsa, şahitliği adâletle yerine getir. Çünkü şahitlik insanlar için değil ancak Allâh-ü Teâlâ için yapılır”.
Allâh-ü
Teâlâ adâleti kendi zâtı için seçmiştir. Adâlet yeryüzünde O’nun mîzânıdır ki,
güçsüzün hakkını güçlüden, doğrunun hakkını yalancıdan onunla alır ve haklıyı
haksızdan, doğruyu yalancıdan onunla ayırır ve Rabbimiz haddi aşanları onunla
engeller. İnsanlar ancak adâletle sulh olur. Bundan sonra Mevlâ Teâlâ “Bir
kavme olan kininiz sizi (onlar hakkında) adâletsizliğe sevk etmesin”
buyurmuştur. Bu emir herkese ait olarak kabul edildiği takdirde, bunun manası
“Herhangi bir topluluğa olan kininiz, sizi onlara zulmetmeye ve onlara karşı
haddi aşmaya sevk etmesin, aksine size kötülük etseler ve sizi korkutsalar da
veya size iyilik etseler de, onlar hakkında adil olunuz.” demektir. Bu manaya
göre âyeti celiledeki hitap umûmî olup, adâletle ve insafla hükmedip, zulüm ve
eziyeti terk etmekle bütün müminler emrolunmuş olurlar.
Âyeti
celiledeki bu hitap sadece kafirlere karşı olan muamelelerle ilgili de
olabilir, çünkü bu âyeti kerime Kureyş kafirlerinin Müslümanların mescidi
Harama girmelerine engel olmaları üzerine inmiştir.
Eğer burada, “Müslümanların kâfirleri öldürüp çoluk çocuklarını esir ve cariye etmeleri ve malları ganimet olarak almaları emrolunduğu halde, Müslümanların müşriklere zulmetmemeleri nasıl anlaşılabilir?” diye sorulacak olursa, buna şöyle cevap verilir: Müslümanların müşriklere pek çok yönden zulmetmeleri düşünülebilir.
Eğer burada, “Müslümanların kâfirleri öldürüp çoluk çocuklarını esir ve cariye etmeleri ve malları ganimet olarak almaları emrolunduğu halde, Müslümanların müşriklere zulmetmemeleri nasıl anlaşılabilir?” diye sorulacak olursa, buna şöyle cevap verilir: Müslümanların müşriklere pek çok yönden zulmetmeleri düşünülebilir.
1-
Kâfirler Müslüman olduklarını açıkça söyledikleri halde Müslümanlar bunu kabul
etmeyerek onları öldürebilirler.
2-
Babalarını üzmek için, küçük çocuklarını öldürerek zulmedebilirler.
3- Onlara
müsle (çeşitli uzuvlarını kesip işkence) ederek zulmedebilirler.
4- Onlara
verdikleri sözü ve anlaşmayı bozarak zulmedebilirler.
İşte Mevlâ Teâlâ bu âyeti celilesinde “Bir kavme olan kininiz sizi, onlar hakkında adâletsizliğe sevk etmesin” buyurarak müminleri bütün bu zulümlerden nehyetmiştir. Kurtubi tefsirinde zikredildiğine göre bu âyeti celile, bir kimsenin Allah hakkında düşmanına karşı da olsa, hükmünün ve şahitliğinin geçerliliğine delildir. Çünkü Mevlâ Teâlâ bu âyeti celilede “kızdığı kimseye de adaletli olmayı” emretmiştir. Eğer bir kimsenin düşmanına karşı hükmü ve şahitliği geçerli olmasaydı, onun hakkında adâletli davranmakla emredilmesinin manası olmazdı.
İşte Mevlâ Teâlâ bu âyeti celilesinde “Bir kavme olan kininiz sizi, onlar hakkında adâletsizliğe sevk etmesin” buyurarak müminleri bütün bu zulümlerden nehyetmiştir. Kurtubi tefsirinde zikredildiğine göre bu âyeti celile, bir kimsenin Allah hakkında düşmanına karşı da olsa, hükmünün ve şahitliğinin geçerliliğine delildir. Çünkü Mevlâ Teâlâ bu âyeti celilede “kızdığı kimseye de adaletli olmayı” emretmiştir. Eğer bir kimsenin düşmanına karşı hükmü ve şahitliği geçerli olmasaydı, onun hakkında adâletli davranmakla emredilmesinin manası olmazdı.
Yine bu âyeti celile, kâfirin küfrünün kendisine karşı adâletli davranmaya
engel olmadığına ve onlardan öldürülmeye müstehak olanlara katl ve istirkak
(öldürme ve köle etme) muamelesiyle yetinilip, onlar bizim kadınlarımızı,
çocuklarımızı müsle (uzuvlarını kesip işkence) etmek suretiyle öldürerek bizi
üzseler de, bizim onları gam ve kedere düşürmek kastıyla müsle ile öldürmemizin
caiz olmadığına delâlet etmektedir.
Nitekim
Resûlüllahın kızı Zeynep (Radıyallâhü Anh) Medine yolunda iken Hebbâr b. Esved
ile, Nafi b. Abdi Kays adında iki müşrik onun yolunu kesip mızraklarıyla
yaptıkları çirkin bir saldırı neticesinde Hz. Zeyneb’i ve bindiği devesini
korkutunca, devenin hevdecinde bulunan Hz. Zeyneb oradaki bir kayanın üzerine
düştü. Hz. Zeyneb o sıralar hamile idi ve bu çirkin saldırı sebebiyle maalesef
çocuğunu da düşürdü. Efendimiz bunu haber alınca bir seriye göndererek onları
arattırdı.
Ebu Hüreyre bu hususu şöyle anlatıyor: Resûlüllah benim de aralarında
bulunduğum bir seriyyeyi yola çıkarırken bize: “Hebbar ibni Esved ile onunla
beraber Zeyneb’e karşı çıkan kişiyi yakalarsanız o ikisini ateşle yakın.”
buyurdu. Ertesi gün olduğunda bize: “Ben size o iki kişiyi yakalarsanız
yakmanızı emretmiştim, sonra anladım ki Allah’tan başkasının ateşle azap etmesi
layık değildir. Eğer onları yakalarsanız öldürün.” diye haber yolladı. (İbni
Haşim, Siret-i Nebeviye: 2/226)
İşte bu hadîsi şeriften de anlaşıldığı üzere bu âyeti celilede düşmanlara karşı
adâletsizlikten nehyedilmesinden maksat, onlara İslâm’ın müsaade etmediği
cezaları revâ görmektir.
Daha sonra Mevlâ Teâlâ “Adâletli olun, o takvaya daha yakındır.” buyurarak, adâletli davranmanın sebebini takvaya yakınlık olarak zikretmiştir. Mevlâ Teâlâ’nın “Affetmeniz takvaya daha yakındır.” (Bakara 237) kavli şerifi de bunun bir benzeridir.
Bu cümle-i celileye birkaç türlü mana verilmiştir:
Daha sonra Mevlâ Teâlâ “Adâletli olun, o takvaya daha yakındır.” buyurarak, adâletli davranmanın sebebini takvaya yakınlık olarak zikretmiştir. Mevlâ Teâlâ’nın “Affetmeniz takvaya daha yakındır.” (Bakara 237) kavli şerifi de bunun bir benzeridir.
Bu cümle-i celileye birkaç türlü mana verilmiştir:
1-Adâlet,
günahlardan sakınmaya daha yakındır.
2-Allâh’ın
azabından korunmaya daha yakındır. Bu ifade, Allâh’ın düşmanları olan kâfirlere
karşı bile adâletli davranmanın vacip olduğunu bildirdiğine göre, Allâh-ü
Teâlâ’nın dostları ve sevgilileri olan müminlere karşı ne şekilde muamele etmek
gerektiği hakkında ne düşünülebilir?
Mevlâ Teâlâ âyeti celilenin sonunda “Allâh’tan korkun! Şüphesiz ki Allah sizin
yaptıklarınızdan haberdardır.” buyurarak, kulların yapmış oldukları
muamelelerden hiç birinin kendisine gizli kalmadığını açıklamak suretiyle,
itaatkârları müjdeleyip günahkârları tehdit etmiştir. Rûhul Beyan tefsirinde
zikredildiğine göre Allâh-ü Teâlâ bu âyet-i celilede zulmün, buğz ve nefretten
doğduğu için, kaynağının nefsin hevâsı olduğunu açıklayarak her türlü
haksızlığı nehyettikten sonra, müminlere adâleti açıkça emrederek onun takva
ile çok yakın ilişkisi olduğunu beyan etmiştir. O halde mümin kula yakışan,
dost düşman ayırmadan herkes hakkında âdaleti gözetmek, özellikle nefsi, ehli
ve çoluk çocuğu hakkında adâletli davranmaktır. Nitekim Abdullah İbni Ömer
(Radıyallâhü Anhümâ) şöyle demiştir: Ben Resûlüllahdan işittim, şöyle
buyuruyordu: “Her birerleriniz çobandır. Ve her birerleriniz elinin
altındakinden sorumludur. Devlet adamları birer çobandır ve elinin
altındakileri layıkıyla muhafaza etmekten sorumludur. Erkek ailesinde bir
çobandır, o da eli altındakilerden sorumludur. Kadında kocasının evinde bir
çobandır ve eli altındakilerden sorumludur. Hizmetçi de efendisinin malında bir
çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur.”
Râvi şöyle demiştir: “Ve ben zannederim ki, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şunu da söyledi: ‘Ve kişi babasının malında bir çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur. (Hülâsa) her birerleriniz elinin altındakilerden sorumludur.” (Buhari, Cuma: 10, No: 853, 1/304, Cenaiz:32, Müslim, İmare: 5, No: 1829, 3/1459, Ebu Davud, İmare: 1, No:2928)
Râvi şöyle demiştir: “Ve ben zannederim ki, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şunu da söyledi: ‘Ve kişi babasının malında bir çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur. (Hülâsa) her birerleriniz elinin altındakilerden sorumludur.” (Buhari, Cuma: 10, No: 853, 1/304, Cenaiz:32, Müslim, İmare: 5, No: 1829, 3/1459, Ebu Davud, İmare: 1, No:2928)
Adâletiyle
şöhret bulmuş ve tarihe adil hükümdar olarak geçmiş olan Nûşirevan’ın tahtında
şöyle bir yazı bulunmuştur: “Saltanat ancak imâret (iyi yönetmek) ile
mümkündür. İmaret ise ancak muktedir insanlarla meydana gelir. İnsanlarda ancak
mallarla hâkim olur, mallar da ancak yapılarla kaim olur, yapılar da ancak halk
arasında adâletle durur. Sultan yapmış olduğu her hayırda etbâının ortağıdır.”
İşte bu sözün sahibi olan Nuşirevan, öylesine adâletli bir yönetim sergilemiş
ve adâleti öylesine şöhret bulmuştu ki, hiçbir haksızlığı olmayıp adâleti
ortada olduğu için âdil lafzı ona lakap olmuştu.
Nakledildiğine
göre Nuşirevan öldüğü zaman tabutu bütün memleketinde dolaştırılarak: “Bizde
alacağı olan gelsin alsın” diye nida edildi de, vilayetinde ondan kuruş alacağı
olan çıkmadı. Daha sonra maiyetinde bulunan insanlara zulmeden yöneticilerin
ise, adâlet vasıfları kaybolduğu için onlar hakkında âdil lakabını kullanmak,
ancak yalan ve zulüm olur. İnsaflı bir kâfire bile âdil denilerek, zalim
Müslümanlara bu lakabın kullanılamaması, adâletle zulmün birbirine zıt iki
nesne olup bir arada bulunamaması sebebiyledir.
İstanbul
fethedildiğinde, bir yeniçeri güya dini bir gayretle Ayasofya Kilisesinin
mermerini kırmak isteyince, Fatih Sultan Muhammed Han derhal buna müdahale edip
onu engelledi. Cansız bir esere bile böylesine saygılı davranan Sultan Fatih,
canlılara elbette çok daha merhametliydi. Ve askerine “Kendilerine karşı
koymayanlara dokunulmamasını, kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara en
küçük bir zarar verilmemesini” emretti. Fetih ordusunun, Sultanın emri üzerine
son derece insânî, merhametli, yumuşak ve böylesine adâletli davranması, oranın
yerli halkını kendilerine hayran bıraktı. Bizans halkı işte bu sebeple
“Kardinal şapkası görmektense, Osmanlının sarığını görmeyi tercih ederiz”
dediler.
Evet ülkeler kılıçla fethedilir, ama adâletle ayakta kalır.
Evet ülkeler kılıçla fethedilir, ama adâletle ayakta kalır.
Kasrı Arifan Dergisi mayıs ayı 8.sayısından alıntıdır.Cübbeli Ahmet Mahmut Ünlü Hocaefendi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.