Peygamber Efendimizin (asm) en
büyük, ebedî mucizesi Kur’an’dır. Kur’an yüzlerce ayetiyle Hazreti Peygamber’in
(asm) davasını ispat eder. Aynı zamanda Kur’an’ın kendisi Peygamberimizin (asm)
en büyük mucizesidir. Öyle bir mucizedir ki, kırk yönden mucize olduğunu,
ihtisas sahibi olan binlerce Kur’an alimi tarafından ispat edilmiştir.
Kur’an’ın mucize oluşunun
ispatını Kur’an-ı Kerim sitemiz, Kuran-iKerim.org
‘ a havale ederek, Kur'an'ın üstünlüğünü ve özelliklerini anlatan Mustafa Asım
Köksal Hocamızın bir çalışmasını buraya aynen almak istiyoruz:
Peygamberimiz Aleyhisselamın Ümmetine Bıraktığı
Birinci Büyük Emanet: Kitab
Peygamberimiz Aleyhisselam, Veda
Haccında irad buyurduğu hutbesinde:
"Ben
size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalâlete
düşmez, sapmazsınız: O, Allah'ın Kitabı ve Resûlullah’ın sünnetidir"
Kur'ân-ı Kerîm'e göre de; Kitab
ve sünnet, Müslümanlar için başvurulması gereken iki hidayet kaynağıdır.[2]
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir
hadis-i şeriflerinde:
"Peygamberlerden
hiçbir peygamber yoktur ki, ona insanların iman etmek zorunda kaldığı
mucizelerin bir benzeri verilmemiş olsun. Bana verilen mucize ise Allah'ın bana
vahyettiğidir, Kur'ân'dır. Bunun için, kıyamet günü peygamberlerin en çok
ümmetlisi ben olacağımı umarım!"
Her peygamberin zamanına göre
peygamberlik davasını isbatlayan bazı harikuladeleri, mucizeleri vardır: asanın
yılana çevrilmesi gibi. Musa Aleyhisselamın zamanında sihir yaygındı. Bunun
için, Musa Aleyhisselam Allah'ın izniyle sihirden daha üstün ve
baskın olarak bir mucize getirip, sihirbaz muhataplarını iman etmek zorunda
bıraktı. İsa Aleyhisselam zamanında tıp
yaygındı. Bunun için, İsa Aleyhisselam tıptan daha üstün ve baskın olan bir
mucize getirdi: Allah'ın izniyle ölüyü diriltti.
Resûlullah Aleyhisselamın
zamanında ise, fesahat ve belagat yaygındı.
Bunun için, Resûlullah Aleyhisselam bir fesahat ve belagat mucizesi olan
Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'tan telakkî edip getirdi.[4]
Peygamberimiz Aleyhisselamdan
önceki peygamberlerin mucizeleri kendilerinin vefatlarıyla sona ermiş, onları o
zaman hazır bulunanlardan başkaları da görmemişlerdir. Peygamberimiz
Aleyhisselamın mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm ise kıyamet gününe kadar devam
edecektir.[5]
Diğer peygamberlere verilen
mucizelerin benzerleri ya suretçe ya da hakikatça, kendilerinden öncekilere de
verilmiş bulunuyordu. Kur'ân-ı Kerîm mucizesinin benzeri ise daha önce hiçbir
peygambere verilmemişti.[6]
Ebu Ubeyd'in bildirdiğine göre;
bir çöl Arabi, bir zât:
"Artık sen emrolunduğun şeyi açığa vur!"
(Hicr, 15/94)
âyetini okurken işitip hemen
secdeye kapanır ve: "Ben onun
fesahatinden dolayı secde ettim."
der.
Başka birisi de:
“Vaktâ ki ondan umutlarını kestiler, fısıldaşarak bir
yere çekildiler..." (Yusuf, 12/80)
âyetini bir adamdan işitince: "Ben şehadet ederim ki; bu sözün benzerini bir
yaratık söylemeye güç yetiremez." demiştir.
Bir cariyeden dinlediği kelâmın
fesahatine şaşarak: "Allah için,
sen ne kadar da fesâhatlisin!" demekten kendisini
alamayan Asmâî'ye, cariye:
"Musa'nın anasına: 'Onu emzir! Onun hakkında sana
bir tehlike gelince, kendisini denize bırak! Korkma, tasalanma! Çünkü Biz onu sana
geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız' diye vahiy ve
ilham ettik.' "(Kasas,
28/7)
kavlinden sonra, şu
benimki bir fesahat mi sayılır?" demiştir.
Peygamberimiz Aleyhisselamın
mucizesi sadece Kur'ân-ı Kerîm'den ibaret olmadığı ve daha birçok mucizeleri
bulunduğu halde, Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizelerinden yalnız Kur'ân'ı
anmakla yetinmeleri onun mucizelerinin en büyük ve en yararlısı oluşundan, dine
daveti, delil ve hücceti içinde taşımakta bulunuşundan, kıyamet gününe kadar
hâzır ve gâib herkesin ondan yararlanışındandır. [8]
Kur’ân-ı Kerîm'e, Kur'ân isminin
verilişi, ilâhî kitaplar arasında, kitapların, belki bütün ilimlerin
semerelerini kendisinde toplamış olduğu içindir.
Nitekim, Yüce Allah, buna: "Her şeyin tafsilidir."
(Yusuf, 12/111), "Her şeyin
apaçık bir beyanıdır." (Nahl, 16/89)
âyetleriyle işaret buyurmuştur.[9]
Kur’ân-ı Kerîm, hakikat ehline
göre, bütün hakikatleri toplayan ledün ilminin de icmali, özetidir.[10]
Hz. Ali (ra) der ki:"Resûlullah Aleyhisselamdan işittim: 'Haberiniz olsun ki, birtakım fitneler zuhur
edecektir!' buyurdu. 'Yâ
Rasûlallah! O fitnelerden çıkış, kurtuluş nedir?' diye sordum.
'Kitabullahtır! Çünkü sizden öncekilerin haberleri de,
sizden sonrakilerin haberleri de, aranızdakilerin hükmü de ondadır. O hak ile
bâtılı ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu zorbalıkla
bırakan kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti, doğru yolu ondan başkasında
arayanı dalâlete düşürür. O, Allah'ın en sağlam urganıdır! O, hikmetle dolu
Kur'ân'dır! O, en doğru yoldur! O boş arzuların haktan saptıramayacağı,
dillerin karıştırıp belirsiz edemeyeceği, ilim adamlarının duyamayacağı, çok tekrarlanmasından
bıkılmayan, akıllan hayrette bırakan meziyetleri bitip tükenmeyen bir kitabdır.
O öyle bir kitabdır ki, cinlerden bir zümre, onu dinledikleri zaman: "Biz,
gerçek, hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki, o hakka ve doğruya götürüyor. Bundan
dolayı, biz de ona inandık...” demişlerdir. Ona dayanarak konuşan, doğrulanır.
Onunla amel eden, ecre erer. Onunla hükmeden adalet eder. Ona davet eden
doğruya ve doğru yola davet etmiş olur.' buyurdu."[11]
Peygamberimiz Aleyhisselam, başka
bir hadisi şeriflerinde de:
"Önceki kitablar, tek bâb ve tek harf (lügat)
üzerine inmişti. Kur'ân ise:
1. Emir
2. Nehiy
3. Helâl
4. Haram
5. Muhkem
6. Müteşâbih
7. Misallerden münekkeb olmak üzere, yedi bâb ve yedi harf (lügat) üzerine inmiştir.
Onun helâlini helâl kılınız!
Onun haramını haram kılınız!
Onda emrolunduğunuz şeyleri işleyiniz!
Onda nehyolunduğunuz şeylerden sakınınız!
Onun getirdiği temsillerden ibret alınız!
Onun muhkemIeriyle amel ediniz!
Onun müteşâbihlerine de iman ediniz ve 'Rabbimizin katından bütün gelenlere iman ettik' deyiniz!" buyurmuştur.[12]
1. Emir
2. Nehiy
3. Helâl
4. Haram
5. Muhkem
6. Müteşâbih
7. Misallerden münekkeb olmak üzere, yedi bâb ve yedi harf (lügat) üzerine inmiştir.
Onun helâlini helâl kılınız!
Onun haramını haram kılınız!
Onda emrolunduğunuz şeyleri işleyiniz!
Onda nehyolunduğunuz şeylerden sakınınız!
Onun getirdiği temsillerden ibret alınız!
Onun muhkemIeriyle amel ediniz!
Onun müteşâbihlerine de iman ediniz ve 'Rabbimizin katından bütün gelenlere iman ettik' deyiniz!" buyurmuştur.[12]
Abdullah b. Mes'ud:
"İlim isteyen, Kur'ân'ı eşelesin. Çünkü, öncekilerin
de, sonrakilerin de ilmi onun içindedir!”[13] Ben ne zaman size bir hadis haber
versem, onun Kitabullah'ta doğrulayıcı delilini de haber verebilirim!"demiştir.
Abdullah b. Abbas da:
"Eğer benim yanımda bir devenin diz bağları yitecek
olsa, muhakkak onu da Yüce Allah'ın Kitabında bulurum!"
demiştir.
Saîd b. Cübeyr de:
"Bana Resûlullah Aleyhisselamdan hiçbir hadis erişmemiştir
ki, onun doğrulayıcı delilini Kitabullah'ta bulmuş olmayayım!"
diyor.
İmam-ı Şafiî de bir kere
Mekke'de:
"İstediğinizi bana sorunuz! Kitabullah'tan onun
cevabını size haber vereyim!" demişti.
Kendisine:
"An sineğini
öldüren ihramlı hakkında ne diyeceksin?"
diye sorulunca, İmamı Şafiî:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Peygambersize ne verdi
ise onu alınız! Size neyi yasakladı ise ondan da sakınınız!"
(Haşr, 59/7)
âyetini okumuş; "Huzeyfe b.
Yeman'ın Peygamber Aleyhisselamdan bize rivayet ettiği hadiste:
“Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer b. Hattab'a uyunuz!'
buyurulmuş olup, Ömer b. Hattab'ın da ihramlının arı sineğini öldürmesini
emrettiği haberi bize Târik b. Şihab'dan rivayet edilmiştir"
diye cevap vermişti.
Ebu Bekir b. Mücâhid bir gün:
"Âlemde hiçbir şey yoktur ki, Kitabullah'ta bulunmasın!"
deyince, kendisine: "Öyleyse, Kur'ân'ın içinde nerede hanlardan
bahsedilmiştir?" diye soruldu.
O da:
"'Meskûn olmayan ve içerisinde size ait meta
bulunan beyitlere girmenizde size bir vebal yoktur."
(Nûr, 24/29)
âyetindeki evlerden
maksat, hanlardır." demiştir.
İbn Burhan da:
"Peygamber Aleyhisselam ne buyurdu ise, elbette o
Kur'ân'da ya aynen vardır, ya da onun yakın veya uzak aslı vardır. Bu gerçeği
ancak anlayışlı olanlar anlar, gözleri kapalı olanlar göremezler. Bunun gibi,
onun her hükmündeki isabeti ve inceliği de, istekliler ancak görüşleri,
çabaları ve anlayışları nisbetinde kavrayabilirler."demiştir.
Daha başkaları da:
"Allah'ın anlayış verdiği bir kimse için, Kur'ân'dan
bulup çıkarmayı mümkün kılmadığı birşey yoktur."
demişlerdir.
İbn Fadl'a göre:
"Kelâmullah'ın taşıdığı ilimlerin hakikatini ancak onun
sahibi olan Yüce Allah ihata eder. Sonra da, Resûlullah Aleyhisselam kavrar.
Cenab-ı Hakk'ın kendisine tahsis ettiği ilimlerden başkasına ise, Resûlullah
Aleyhisselamın dört halifesi ve büyük sahabisi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz.
Osman ve Hz. Ali ile İbn Mes'ud ve İbn Abbas gibi sahabileri varis olmuşlardır."[14]
Birgün, İbn Abbas'ın yanında
ashabdan Huzeyfe b. Yeman bulunduğu sırada, adamın biri gelip İbn Abbas'a:
"Yüce Allah'ın Şûra süresindeki 'Hâ mîm ayn sîn kâf'
sözünün tefsirini bana haber ver?" der.
İbn Abbas, adamın bu soruşundan
hoşlanmaz, susar; ve sonra da, ondan, yüzünü başka tarafa çevirir.
Adam sorusunu tekrarlar.
İbn Abbas, yine cevap vermez ve
yüzünü ondan başka tarafa çevirir.
Adam üçüncü kez sorar.
İbn Abbas yine ona cevap vermez.
Bunun üzerine, Huzeyfe b. Yeman:
"Buna sana ben haber vereyim. Anladım ki, o bunu
söylemek istemiyor!" diyerek, bunun:
Ehl-i Beytten Abdulilâh veya
Abdullah diye anılan bir zât hakkında nazil olduğunu; kendisinin Şark
nehirlerinden bir nehir üzerinde kurulu, nehrin ikiye ayırdığı şehir (Bağdat)
üzerinde yerleşeceğini; Yüce Allah'ın onların hakimiyet ve saltanatlarının sona
ermesine, devlet ve müddetlerinin kesilmesine izin verdiği zaman, üzerlerine
geceleyin bir ateş salınacağına, sabahleyin sanki oradaki yerlerinde hiç
bulunmamış gibi olacaklarına, yerlerini toplanan cebbar ve zalimlerin işgal
edeceklerine işaret olduğunu söyler.[15]
Bundan on iki asır önce, Hicrî
224 yılında doğan ve 310 yılında ölen İmam Taberî'nin tefsirine kaydettiği bu
haber, hem Kur'ân-ı Kerîm'in ne kadar mucizevî, ilmî derinlikler taşıdığını,
hem de ashabı kiramdan bazılarının bu derinliklerden ne kadar yararlandıklarını
ve hatta müteşâbih âyetlerin tefsirlerine bile vâkıf olduklarını göstermeye
yeter. Filvaki, zamanımızda kral naibi Abdulilâh tarafından Bağdat'ta temsil
edilen bu hanedanın, bir gece General Kâsım'ın yaptığı darbe ile yaylım ateşine
tutularak, kadın erkek, çoluk çocuk hepsinin hayat ve saltanatlarına son
verildiği görülmüştür.
İbnü'n Nedîm (vefatı:
378 H.) kendisinden önceki ilim adamlarından kimlerin Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir
ettiklerini; Kur'ân-ı Kerîm'in mânâları, müşkilleri, mecazlan, lügatları,
lügatlarının garibleri, kıraat tarzları, noktaları, şekilleri, lamları, vakıf
ve ihtidaları, maktu ve mevsulleri, elfâz ve mânâları, müteşâbihleri,
mushaflandaki heceler, Kur'ân'ın cüzleri, Kur'ân'ın faziletleri, Kur'ân
harflerinin Medinelilere, Mekkelilere, Kûfelilere, Basralılara, Şamlılara göre
sayıları, Kur'ân'ın nâsih ve mensuhlan, âyet ve sûrelerin nüzul tarihleri,
Kur'ân'ın hükümleri ve çeşitli mânâları,.. hakkında kimlerin hangi eserleri
yazdıklarını uzun uzadıya açıklar.[16]
Kur’ân-ı Kerîm müfessirlerinden
Fahru'r-Râzî der ki:
"Bir zamanlar, 'Yalnız şu Fatiha sûresinin ihtiva
ettiği faide ve nefiselerden on bin kadar mesele çıkarılması mümkündür!' sözü
dilimden çıkınca, bazı kıskançlarla birtakım bilgisizler ve inatçılar, beni de
kendileri gibi isbatlayamayacağı iddialarda bulunur, söylediği sözü isbat
kaydında bulunmaz adamlardan sandılar. Şu kitabı [Mefâtihu'l-gayb] yazmaya
başlayınca, Fâtiha'dan o kadar mesele çıkarılabileceğinin mümkün bulunduğunu
göstermek ve uyarılabilecekleri uyarmak için şu önsözü düzenledim.
"[17]
Kur'ân-ı Kerîm'in Bütün Semavî Kitaplara Denk ve Daha
Fazlasını Havi Bulunuşu
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir
hadisi şeriflerinde:
"Bana Tevrat yerine es-Seb'[18]
verildi.
Zebur yerine Meûn[19] verildi.
İncil yerine Mesânî[20] verildi.
Mufassallar da[21] fazla olarak verildi" buyurmuştur.[22]
Zebur yerine Meûn[19] verildi.
İncil yerine Mesânî[20] verildi.
Mufassallar da[21] fazla olarak verildi" buyurmuştur.[22]
Peygamberimiz Aleyhisselam, Übeyy
b. Ka'b'a:
"Sana ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne
de Kur'ân'ın diğer sûreleri arasında bir benzeri indirilmemiş olan bir sûre
öğretmemi ister misin?"
diye sordu. Übeyy b. Ka'b: "Olur yâ Rasûlallah!"
deyince,
"Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah'a yemin ederim
ki; onun bir benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkan
(Kur'ân-ı Kerîmin diğer sûreleri arasında indirilmemiştir! O, seb'ul mesânîdir.
O, bana indirilmiş bulunan büyük Kur'ân'dır (Fatiha sûresidir)"[23] buyurdu.
Hindli bilginlerden Süleyman
Nedvî der ki:
"Tevrat bir şeriat kitabıdır. Ahlâk ve mev'izaları
muhtevî değildir. İncil ahlâk ve mev'izalarla doludur, fakat içinde şeriattan
eser yoktur. Zebur kalbi münacatlardan, ilahilerden, dualardan mürekkeptir,
fakat diğer sıfatları haiz değildir.
Hz. Mesih'in
İncil'i, güzel hutbeleri muhtevi olmakla beraber, insanları derin derin
düşündürecek, insanların fikir ve nazarlarını açacak ufuklardan mahrumdur.
Benî İsraillerin
kitabları birçok ihbarlarla doludur, fakat onlarda hikmetin incelikleri, imanın
sırları görülmez.
Dünyada ancak ilâhî
bir kitab vardır ki; şeriat, ahlâk ve mev'izalarla, dua ve münacat
ile doludur ve bütün eski kitabların faziletlerini fazlasıyla toplamıştır.
Hitabelerin en
kuvvetlisi, fikir ve nazarı açacak ufukların en genişi, inceliklerin ve
hikmetin, iman ve amelin sırlarının hepsi bu kitabın içindedir.
Sonra, öteki semavî
kitabların hepsi tahrif ve tağyire, çeşitli tercümelerle tebdile uğradığı
halde; her türlü tahriften mahfuz ve masun kalan ve vahyolunduğu asıl lisan ile
elde bulunan yegâne ilâhî kitab Kur'ân'dır.
Bu kitabın hiçbir
âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası değişmemiştir. Bu kitab,
bu suretle, bekâsını kâtiplerin kalemlerine de medyun değildir. Çünkü, bu kitab
her devirde yüzbinlerce mü'minin kalbinde, hafızasında menkuştur.
Kur'ân, dünyanın
her tarafında aynı harfler, aynı harekelerle; bizzat Peygamber Aleyhisselam
tarafından okunduğu gibi, bizzat Hz. Cibril (as) tarafından vahyolunduğu gibi
okunmaktadır.
Diğer semavî
kitablar hiçbir veçhile Kur'ân-ı Kerîmle kabili kıyas değildirler.Çünkü, diğer
kitaplar mânâ itibarıyla vahyi ilâhî olduğu halde, Kur'ân hem lafzı, hem mânâsı
cihetiyle vahyi Rabbânîdir.Halbuki, Tevrat'ın ve İncil'in vahyolundukları
diller, ölü diller sırasına geçmiş bulunuyor.
Çünkü, Tevrat'ın aslî dili olan İbrânice,
Buhtunnassar'ın ateşleriyle yok olmuş ve Arâmî ile Süryânî dillerine tahavvül
etmişti. Birkaç asır sonra, Hz. Üzeyr, İbrânice'yi ihyaya teşebbüs etmişti.
İncil'e
gelince; bugüne kadar onun
hangi dille vahyolunduğu ve ilk önce hangi dille yazıldığı malûm değildir.
Hâlihazırda elde bulunan en eski İncil nüshası Yunanca ile yazılmıştır. Hz. İsa
(as)'ın zamanında Filistin'de konuşulan dilin Yunanca olduğu muhakkak değildir.
Kur’ân-ı
Kerîm'e gelince;
bu kitab lafzen ve ma'nen nazil olduğu dil ile mahfuz olan yegâne kitabdır."[24]
Kur'ân-ı Kerîm, en iptidaî insanlardan en
yüksek ilim ve fikir adamlarına, ticaretle uğraşanlardan hayatlarını zühd ve
takva ile geçirenlere, fakirlerden zenginlere, kadar herkesi ilgilendiren,
derece derece yükselten düstur ve esasları ihtiva eder.
Kur’ân-ı Kerîm, her şeyden evvel Allah'ın
varlığını, birliğini, sıfatlarını, kudret ve azametini, rahmet ve mağfiretinin
genişliğini, mahlukatına sevgisini, Allah'a tevekkül ve itimadın, ibadet ve
ubudiyetin, Allah'ın nimetine karşı şükrün gerekliliğini bildirir.
Namaz,
oruç, zekat, hac gibi ibadetlerden, din ve diyanetten bahseder. Allah'a iman ve
ibadet esaslarını tesbit ve talim eder. İmandan, iman edenlerden bahsederken,
yararlı işlerde bulunmak kaydını ekler; imanın amel ile yararlı ve mükemmel
olabileceğini öğretir.
Kur'ân-ı Kerîm, aile hayatından, karı ile
kocanın karşılıklı hak ve vazifelerinden milletlerarasındaki münasebetlere
kadar, selamlaşmaktan evlere müsaade alarak girme âdabına varıncaya kadar,
içtima ve medenî hayatın her safhasını içine alan gerçek nizamın hayatî bütün
kaidelerini gösterir, en güzel ahlâk düsturlarını öğretir.
Kur’ân-ı Kerîm beşer nev'inin bir erkekle bir
kadından yaratılan bir aile olduğunu; sonra onların birbirleriyle bilişmeleri,
tanışmaları için kabilelere, ailelere ayrıldıklarını; onlardan Allah katında en
şerefli olanların Allah'tan en çok sakınan, yani Allah'ın tayin ettiği hak ve
vazifelere en çok riayet edenler olduğunu; hangi millete, hangi kabileye, hangi
sınıf ve mesleğe mensup olursa olsun, kadın erkek, zengin fakir hiç kimsenin
bundan başka bir imtiyaza sahip bulunmadığını bildirir.
Kur’ân-ı Kerîm taahhütlere riayeti, muamelatta
dürüstlüğü, muhtaçlara yardımı, dargınların aralarını bulup düzeltmeyi, daima
istikamet ve adalet üzere hareket etmeyi, işleri ehliyetli olanlara vermeyi,
çalışmayı emir ve her habere inanmayıp onu araştırmayı tavsiye eder.
Kur’ân-ı Kerîm her hususta hayatî icablara göre
hareket edilmesini, iyilik yaparken bile bunun göz önünde tutulmasını, her
şeyin yerinde ve zamanında yapılmasını öğretir.
Af
ile muamele olunmasını tavsiye ederken, bunun toplulukların huzurunu altüst
etmesine meydan verdirmez. Tecavüzün, icabında ceza ile önlenmesini ister.
Kur’ân-ı Kerîm, birbirimize yardımda
bulunurken, o yardımın bizi yoksulluğa düşürecek dereceye vardırılmamasını
tavsiye; herkesin şahsî hürriyet ve haklarını kullanırken başkalarının
haklarına tecavüz etmemesini tenbih eder.
Kur'ân-ı Kerîm, haset, fesat, zulüm, kin,
hıyanet, iftira, yalan, hile, suizan, adam çekiştirme, koğuculuk, kibir, riya,
hırsızlık, adam öldürmek, israf, pintilik gibi bütün kötülükleri; içki, kumar
gibi kötü itiyadları nehyeder.
Kur’ân-ı Kerîm gözü gönlü açık tutmayı, körü
körüne hareket etmemeyi, düşünmeyi, yerleri ve gökleri ve aralarındakileri
incelemeyi, ilim ve irfan sahibi olmayı, geçmiş milletlerin ve memleketlerin
hallerini incelemeyi ve bunlardan ibret almayı tavsiye eder.
Kur’ân-ı Kerîm büyük küçük, hayır şer,
işlediğimiz bütün işlerin ortaya döküleceği, herkesin hesaba çekileceği çetin
bir Hesap Gününün gelip çatacağını haber verir.
Hülâsa; Kur'ân-ı Kerîm beşikten mezara kadar insanları
ilgilendiren her konuya temas ettiği gibi, istikbalde keşfedilecek veya keşfine
çalışılacak bir takım ilmî, fennî gerçekler hakkında da açık veya kapalı
beyanlarda bulunur.
Meselâ;
güneş, ay ve semavî ecramdan her birinin birer felekte (yörüngede) yüzdüğü, her
canlının sudan yaratıldığı (Enbiyâ, 21/30-33) güneşin karargâhı, durak yeri
için seyr-ü cereyan ettiği (Yâsîn, 36/38), semalara muvazene kanununun
koyulduğu (Rahman, 55/7), semanın ilk halinin gaz olduğu (Fussilet, 41/11),
bütün insan zürriyetinin Hz. Âdem (as)'den zerreler (genler) halinde bulunduğu
(A'raf, 7/173), semerelerin ilkah edici, aşılayıcı rüzgârlar vasıtasıyla husule
geldiği (Hicr, 15/22), bazı hayvanlarda, hususan arılarda görülen harikulade
ince işlerin onlara Allah tarafından ilham edilmek suretiyle yaptırıldığı
(Nahl, 16/68-69), yerde yürüyen, havada uçan hayvanların da insanlar gibi birer
topluluk oldukları (En'am, 6/38), yerde olduğu gibi göklerde de canlı varlıklar
bulunduğu ve bunların bir gün biraraya gelecekleri (Şûra, 42/29), ruhu anlamaya
insan ilminin yetmeyeceği (İsrâ, 17/85), uzayın gittikçe genişletildiği
(Zâriyât, 51/47), cansız, dilsiz sanılan şeylerin de Allah'ı tesbih ve tahmid
etmekte oldukları, fakat bunu insanların anlayamayacakları (İsrâ, 17/44),..
daha birtakım konulara on dört asır önce işaret edilerek, ilim fen âlemine yeni
inceleme ve araştırma ufukları açar.
Kur’ân-ı Kerîm yalnız Müslümanlar tarafından
değil, Müslüman olmayan insaflı birçok ilim adamları tarafından da incelenerek,
lâyık olduğu takdir ve saygıyı görmüştür. Okuyucularımıza onlardan bazı
örnekler sunuyoruz:
Kur'ân Herkesi
İrşad Edebilir
İngilizlerin
Arapça bilginlerinden Stanley Lane Poole "Kur'ân'dan
Seçmeler" adlı
kitabının önsözünde şöyle der:
"Peygamber'in
Medine'de telakkî ettiği âyetler bilhassa dikkate şayandır. Çünkü bunlar İslâm
cemiyetini idare eden her Müslümanı doğru yola sevk eyleyen âyetlerdir.
Mekke'de vahyolunan âyetler ise, büyük ve müessir bir diyanet için gereken her
şeyi içine alır."
Kur'ân Bütün Ahlâk
ve Felsefe Esaslarını Câmîdir
Fransa'nın
en şöhretli müsteşriklerinden Sedillot, "Arabistan'ın
Muhtasar Tarihi" unvanlı
eserinin 59, 63, 64. sahifelerinde şöyle der
"Kur'ân
her saygıya değer eserdir. Kur'ân insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlukatin
Haliktan ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkıyla münasebetlerini en sarih
şekilde öğretmiştir.
Kur'ân,
Ahlâk Ve Felsefenin Bütün Esaslarını Câmîdir.
Fazilet
ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın hakikî mahiyeti, hülasa her mevzu Kur'ân'da
ifade olunmuştur.
Hikmet
ve felsefenin esası olan kaideler, adalet ve müsavatı ve başkalarına iyilik
etmeyi, faziletkâr olmayı öğreten esaslar... bunların hepsi Kur'ân'da vardır.
Kur'ân,
insanı iktisat ve adalete sevkeder, dalâletten korur.
Ahlâkî
zaafların karanlığından çıkarır, ahlâkî yüksekliklerin ışığına ulaştırır.
İnsanın
kusurlarını, hatalarını yüksekliğe ve olgunluğa çevirir.
Müslümanlığa
barbar bir din diyenler, şuurdan mahrum insanlardır. Çünkü onlar Kur'ân'ın
sarih ve berrak âyetlerine karşı gözlerini yumuyorlar ve Kur'ân'ın nasıl
asırdîde reziletleri silip süpürdüğünü incelemiyorlar!"
Kur'ân Cihan
Medeniyetinin Dayandığı Temelleri Muhtevidir
Fransa'nın
en tanınmış müsteşriklerinden Gaston Carre da şöyle der:
"Kur'ân
cihan medeniyetinin dayandığı temelleri muhtevidir. O kadar ki, bu medeniyetin
İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların uyuşumundan vücut bulduğunu
söyleyebiliriz."
Kur'ân Hikmetle
Dolu Bir Ahlâk Mecellesidir
Fransız
filozoflarından Alexis Louvasonne der ki:
"İnsanlığın
hidayeti için Hz. Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir
eserdir.
Hz.
Muhammed'in hakikî bir peygamber ve âlemin mukadderatına hâkim Yüce Varlığın
gönderdiği gerçek bir peygamber olduğunda şek ve şüphe yoktur.
Hz.
Muhammed cihana öyle bir kitab bırakmıştır ki, bir nâdire-i belagat, bir
mecelle-i ahlâk ve bir kitab-ı mukaddestir.
Yeni
fennî keşifler yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan veya halline
uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki, İslâmiyetin esaslarıyla
çelişsin!
Bizim
Hristiyanların Hristiyanlığını tabiî kanunlarla bağdaştırmak için harcadığımız
çalışmalara mukabil, Kur'ân ve talimatlarıyla tabiî kanunlar arasında tam bir
ahenk görülmektedir."
Kur'ân Semavî
Kitapların En Güzeli, Her Takdirin Üstünde Bir Fesahat ve Belagat Mucizesidir
Tanınmış
müsteşriklerden, Arap edebiyatı uzmanı ve Kur'ân mütercimi Dr. Morrice de şöyle
der:
"Kur'ân
nedir?
Her
tenkidin üstünde bir fesahat ve belagat mucizesidir.
Kur'ân'ın
üçyüzelli milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun
her mânâyı güzel ifade etmek itibarıyla semavî kitabların en mükemmeli
olmasıdır.
Hayır!
Daha ileri gidebiliriz! Kur'ân, tabiatın ezelî inayet ile insana bahşettiği
kitabların en güzelidir.
Beşerin
refahı nokta-i nazarından, Kur'ân'ın beyanları, Yunan felsefesinin
ifadelerinden çok yüksektir.
Kur'ân,
arz ve semânın Halikına hamd ve şükürle doludur.
Kur'ân'ın
her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi taşıdığı kabiliyete göre sevk ve
irşad eden Yüce Varlığın azametinde mündemiçtir.
Edebiyat
ile ilgililer için, Kur'ân bir kitab-ı edebdir.
Lisan
mütehassısları için, Kur'ân bir hazine-i elfazdır.
Şairler
için, Kur'ân bir menba-ı ahenktir.
Bundan
başka, bu kitab, hukukî hükümler namına bir muhit-i maâriftir.
Davud'un
zamanından John Talmos'un devrine kadar gönderilen kitabların hiçbiri,
Kur'ân'ın âyetleriyle muvaffakiyetli bir şekilde rekabet edememiştir.
Bundan
dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları hayatın hakikatlarını kavramak
nokta-i nazarından ne kadar aydınlanırlarsa o derece Kur'an'la ilgileniyor ve
ona o derece tazim ve saygı gösteriyorlar.
Müslümanların
Kur’ân'a saygıları daima artmaktadır.
İslâm
muharrirleri Kur'ân âyetlerini iktibas ile yazılarını süslerler ve o âyetlerden
mülhem olurlar.
Müslümanlar,
tahsil ve terbiye itibarıyla yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur'ân'a
istinad ettiriyorlar."
Kur'ân Akâid ve
Ahlâkı, İnsanlara Hidayet ve Hayatta Muvaffakiyet Sağlayan Esasların Mükemmel
Bir Meceffesidir
İngilizce-Arapça,
Arapça-İngilizce lügatların müellifi Dr. Steingas şöyle der:
"Kur'ân
akâid ve ahlâkı, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet sağlayan esasların
mükemmel bir mecellesidir.
Zaman
ve mekân itibarıyla birbirlerinden uzak, fikrî inkişafları bakımından da
birbirlerinden çok farklı olan insanlara harikulade bir hassasiyet bahşeden,
muhalefeti hayra ve iyiliğe çeviren Kur'ân, nasıl en hayretlere şayan bir kitab
olarak kabul edilmeye lâyıksa; beşerin mukadderatıyla uğraşan bilginler için
de, üzerinde o derece durulmaya, incelenmeye lâyık ve yararlı bir
konudur."
Kur'ân'ın Bir
Naziri Yoktur
İngiltere'nin
en tanınmış ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon "Roma
İmparatorluğunun İnhitatı ve Çöküşü" unvanlı eserinde diyor ki:
"Ganj
nehriyle Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur'ân'ı bir kanunu esâsî ve
teşriî hayatın ruhu olarak tanımıştı.
Kur'ân'ın
nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu
gibi esaslar üzerinde öyle bir teşrî vücuda gelmiştir ki, dünyada bir naziri
yoktur."
Kur'ân'ın En Saf ve
En Temiz Tevhidi Öğretmesi
Dr.
Gustave Le Bon:
"Dünyanın
bütün dinleri içinde, Müslümanlık, Kur'ân ile en saf ve en temiz tevhidi
öğretmekle temayüz etmiştir." der.
Kur'ân Yüksek Ahlâk
Öğretir
Mr.
Arnold şöyle der:
"Ahdi
Kadim ile Ahdi Ceditten Yahudiler vasıtasıyla öğrendiğimiz dersler, bize
mahlukata hürmet ve muhabbetle muameleyi emrediyor.
Halbuki
Kur'ân, insanlara mükemmel bir terbiye verdikten başka, onlara hususî
hayatlarında ahlâklı, âlicenab, hayırsever, cesur ve şecaatli olmayı ve bütün
Müslümanları sevmeyi öğretmektedir."
İmanın Hakikî
Kitabı, Fikre İtmi'nan Veren Kitap
Hindli
dinî lider Baba Nanak şöyle der:
"Hakikat-ı
halde imanın hakiki kitabı, fikre itmi'nan veren kitab, ancak Kur'ân'dır."
Kur'ân Temiz ve
Afif Bir Hayatı Sağlayacak Makul ve Mantıkî Emirleri Muhtevidir
İngilizce
Popular Encyclopedia (Halk Ansiklopedisinde) şöyle denir:
"Arapçaya
göre Kur'ân, son derecede beliğdir. Gerçekten de, Kur'ân'ın bedâîi edebiyyesi
eşsizdir. Bundan başka, Kur'ân'ın emirleri o kadar makul ve mantıkîdir ki,
insanlar bunları dikkatle mütalaa edecek olurlarsa, onların temiz ve afif bir
hayatı sağlayacağını anlarlar."[28]
* * *
Bütün dinler üzerinde yaptığı uzun inceleme ve
eleştiriler neticesinde İslâm dinini kabul edip "Nureddin" adını
aldığını Yeni Sabah gazetesinde ilan eden Steinhorst adındaki atom bilgininin
sözleriyle bahsimize devam ediyoruz:
"Allah'ı
tazim, Hristiyanlıkla berbat bir putperestlik haline getirilmiştir.
Bunlar,
bir Allah'a tapar görünürler, fakat sadece bir peygamber olmasına rağmen,
İsa'ya da Allah'ın oğlu diye taparlar.
İsa'nın
anası, Allah'ın anası ilan edilmiştir.
Son
konulan bir kaideye göre, Meryem, Allah'ın anası sıfatıyla bedenî olarak
mi'raca çıkmış; Papanın son tesbit ettiği bu kaide, mü'min Katolikleri bile
şaşırtmıştır!
Hristiyan
itikadına göre, Allah çocuk meydana getirmektedir. Halbuki İslâmiyete göre,
ancak fâni olan bir varlığa tâbi olanlar çocuk yapmak ihtiyacındadırlar. Allah
ise, her varlığın üstünde ve ebedî olduğu için, çocuğa muhtaç değildir.
Bütün
yaratılmış şeylerin kaynağı ve her şeyin nâzımı Allah'tır. Bu sebeple, O'nun,
işine yardım edecek veya ismini devam ettirecek bir çocuğa ihtiyacı yoktur.
Bunun için, Hristiyan dininin ve Kilisenin telkin ettiği üçlü Allah fikri
abestir.
Böyle
olduğu halde, Hristiyan kilisesi yegâne saadet veren din olduğunu nasıl iddia
edebilir? Bu kilise, hangi ahlâkî hakla bir dünya dini olmaya kalkışıyor? Buna
hiçbir hakkı yoktur!
Bu
dünya bir Allah tarafından yaratılmışsa, milletlerin dinî geleneklerinin bir
imanda birleşmesi kat'î ve zaruridir. Dünya, tek bir manevî merkez etrafında
toplanmazsa, Yaratıcının birliğini nasıl kavrayabilir?
Bir
nehir, birçok ırmaklardan meydana gelir ve onun kuvveti, özelliği bu birleşmede
belirir.
Musa'nın,
İsa'nın ve diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyler, insanlığın yaratılış
gayesini gerçekleştirecek bir nehrin ırmaklarıdır. Bu gaye, Allah'ın birliğini
idrak etmektir. Bu maksadı ancak Kur'ân sağlayabilir.
Kur'ân'dan
başka bir kitab bunu sağlayabilir mi?
Tevrat
bunu sağlayamaz. Çünkü o ancak İsrail Tanrısından bahseder.
Zerdüşt
de, İlâhî nuru, ancak İran milletine bahşeder.
Veda'lar
da bunu yapamaz. Çünkü rişişlere göre, Vedayı dinleyen Hindlilerin kulağına
kurşun akıtmak gerekir!
Buda
da bir bütünlük göstermez ve yalnız Hindistan'a inhisar eder.
İsa'nın
dini bu gayeyi temin edebilir mi?
Hayır!
İsa,
cihana şâmil bir öğretici değildir. O, havarilerine şöyle demişti:
'Puta
tapanların yolunda gitmeyin ve Sâmirîlerin şehirlerine girmeyin. Yalnız
İsrail'in kaybolmuş koyunlarının arasına katılın.' (Matta:
10: 56)
Şu
halde, İslâm'ın Peygamber'inden önce hiç kimse bütün beşeriyete şâmil bir haber
getirmemiştir.
Kur'ân'dan
önce hiçbir kitab bütün insanlığa hitap etmemiştir.
Hz.
Muhammed şu vahyi getiriyor:
'Ey
insanlar! Gerçekten ben hepiniz için Allah'ın elçisiyim!' (A'raf,
7/159)
Böylece,
yalnız Kur'ân'dır ki, muhtelif dinler arasındaki farkları ve ayrılıkları
bertaraf edebilir.
Dinlerin
çokluğu, birleştirici bir imanın vücudunu zaruri kılar.
Bu
iman, İslâmlıktır."[29]
Kur'ân-ı Kerîm'in
Başlıca Özellikleri
John
Davenport da, "Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerîm" isimli eserinde, Kur'ân-ı
Kerîm'den bahsederken şöyle der:
"Müslümanlar
Kur'ân-ı Kerîm'e azamî hürmet ve tevkîri gösterirler. Tâhir yani temiz
olmazlarsa, Kitaba el sürmezler. Bunun için, Kitabın kapağına:
“Ona
tertemiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa,
56/79.)
âyeti
yazılır ve bu suretle Kitaba taharetsiz iken kimsenin yanlışlıkla el
sürmemesini sağlarlar. Müslümanlar, Kitabı kemâli hürmetle okurlar, onu
öperler, savaşa giderken ceplerinde taşırlar. Silahlarına ondan âyetler
kazıttırırlar, Kitabı altınlar ve mücevherlerle süslerler, onun bir gayri
müslimin elinde bulunmamasını isterler.
İslâm
terbiyesinin kaynağı, bu Kitabı Mübîn'dir.
Çocuklar
her şeyden önce onu okumayı öğrenir ve ezberlerler.
Hayatın
nurunu bulmak için, Müslümanlar Kitabı Mübin'i tedkik ve tetebbu ederler.
Camiler
vardır ki, orada Kur'ân-ı Kerîm sürekli hatmolunur.
On
iki asırdan beri Kur'ân-ı Kerîm'in sesi milyonlarca mü'minin kalbinde ve
ruhunda devamlı bir surette akisler uyandırmıştır.
Kur'ân-ı
Kerîm Allah'a imanı, ilâhî iradeye teslimiyeti, ilâhî
emirlere itaati, iyilik etmeyi, takvâlı, itidalli olmayı, içkiden sakınmayı,
hoşgörülü olmayı, din uğrunda ölenlere bir hürmeti mahsusa beslemeyi emreder.
Amelî
farzlara gelince; bunlar, İslâm dininin neşr ve tebliği, malın kırkta birinin
zekat olarak verilmesidir.
Fakat,
Kur’ân'ın emirleri dinî ve ahlâki vazifelere münhasır değildir.
Gibbon
der ki: 'Kur'ân, Atlas okyanusu sahillerinden Ganj'a kadar, yalnız ilahiyatın
değil, medenî, cezaî ahkâmın da mecelle-i esası sayılmakta; insanların bütün
harekât ve ahvâlini tanzim eden kanunlar, Allah'ın bozulmaz emirleriyle teyid
edilmiş bulunmaktadır.
Başka
bir deyişle, Kur'ân Müslümanların dinî, içtimaî, medenî, ticarî, askerî, kazâî,
cezaî umumî kitabıdır.
Kur'ân,
dinî vazifelerden günlük vazifelere, ruhun necat ve felahından bedenin
sağlığına, umumun hukukundan ferdin hukukuna, insanın menfaatlerinden cemiyetin
menfaatlerine, ahlâkiyat sahasından cinâîyat sahasına, dünyevî hayatın
ukubatından uhrevî hayatın ukubatına kadar herşeyin nâzımıdır.
Binnetice,
Kur'ân Tevrat'tan ayrılmaktadır.
Kumb'un
dediği gibi, Tevrat bir ilahiyat sistemini haiz değildir.
Tevrat
kıssalardan, vasıflardan, takvâperverane teheyyüclerden, birbirine mantıkî bir
bağla bağlı olmamakla beraber kuvvetli bir ahlâktan müteşekkildir.
Kur'ân,
İncil gibi de, ancak sâliklerin dinî fikirlerini, ibadet ve amellerini
düzenleyen bir düsturdan da ibaret değildir.
Belki,
Kur'ân siyasî bir sistemdir de. Çünkü devletin her kanunu ona müsteniddir.
Hayat
ve emvale ait olan her şey onun hükmü ile hallolunmaktadır.'
Kur’ân-ı
Kerîm, tevhid akidesinin en şerefli abidesidir.
Kur’ân-ı
Kerîm, en sarih surette, ezelî ve ebedî olan, doğmayan,
doğurmayan, şerik ve naziri olmayan, her şeyi yaratan, Rahman ve Rahîm olan,
Kendisine bağlananları koruyan, kötülük yapıp pişman olanları affeden, kıyamet
gününün sahibi olan, herkesi ameline göre muhakeme eden, iyilik yapanlara,
Allah yolunda ölenlere ebedî saadet bahşeden, kötüleri cezalandıran Allah'ın
varlığını öğretir.
Kur'ân,
meleklerin varlığını da öğretmektedir; fakat meleklerin de, peygamberlerin de
tapılmaya müstehak olmadıklarını anlatır.
Her
insanı koruyan ve amellerini murakabe eden iki melek vardır.
Şeytanlar
insan nev'inin düşmanıdırlar.
Müslümanlar
cinlerin varlığına da inanırlar.
Kur’ân-ı
Kerîm'in açıkladığı bu akideler ne kadar haksızca tecavüze
uğradıysa, Kur'ân'ın ahlâkî talimatı da aynı surette tecavüze uğramıştır.
Halbuki, Kur’ân'ın ahlâkı fısk u fücuru, her türlü aşırılığı, riyayı,
pintiliği, kibirlenmeyi, kıskançlığı, dünyevî şeyler uğrunda ihtirasla koşmayı
kınar.
Sadaka
vermeyi, ana babayı sevmeyi, Allah'a şükranı, ahde vefayı, doğruluğu,
ihlasilliği, yetimlere şefkati, fark gözetilmeden adaleti, iffeti, hayâyı,
sabır ve tahammülü, iyilikseverliği, kölelerin azadlanmasını, kötülüğe karşı
iyiliği, fazileti, af ve safhı, bütün bunları bir karşılık beklemeyip sadece
ilâhî rızayı gözeterek yapmayı emreder.
Yukarıda
da söylediğim gibi, Kur'ân yalnız bir mecelle-i diniyye değildir; Müslümanların
kavânîn-i medeniyyesini de ihtiva eder.
Binaenaleyh,
Kur'ân birçok zevce almayı tahdid, almayı tarif, karı kocanın haklarını
izah, validelerin süt emzirme müddetini tesbit, dulların hukukunu, mehirlerin,
boşanmaların nasıl olacağını tarif eder.
Miras,
vasiyetler, velilikler, akidler... Kur'ân'da zikrolunmaktadır.
Nihayet,
yalancı şahitlerin, hırsızların, zânîlerin, çocuklarını öldürenlerin, fücurun,
sahtekârlığın, vesairenin cezası da Kur'ân'da gösterilir.
Bu
itibarla, Hz. Muhammed yalnız peygamber değil, bir de Şâri'dir.
Hristiyanlıkla
Müslümanlık arasındaki farkı anlamak için şuna dikkat etmek lâzımdır ki; Hristiyanlığın
sâlikleri üzerinde haiz olduğu nüfuz dogmalara istinad ettirilerek din ile
ahlâk birbirinden ayrıldığı halde; Müslümanlıkta dogmalara değil, dinin amelî
tarafı ahlâkî, içtimaî, hukukî, siyasî fikirler üzerinde tesir etmekte ve bu
suretle Müslüman’ın dimağında vatanperverlik, hukuk, an'ane, gelenek, kanunu
esâsî bir kelimede derlenip toparlanmaktadır, bu kelime Müslümanlıktır.
Müslümanlığın
iftihar edeceği birçok güzellikler arasında bilhassa ikisi pek belirgindir.
Birincisi,
uluhiyetten bahsederken, beşerî zaaflardan ve hırslardan tenzih ettiği Yüce
Varlığı en tebcîlkâr, en saygı dolu sözlerle ifade etmesi; ikincisi de,
Kur'ân'ın ahlâk ve terbiyeye aykırı her fikirden, her hikâye ve sözden
tamamıyla uzak bulunmasıdır.
Halbuki,
Musevîlerin Kitabı Mukaddesi bu gibi kusurlarla doludur.
Kur'ân,
diğer kitaplar namına gayri kabili inkâr olan kusurlardan o kadar münezzehtir
ki, utangaç bir insan, hiç kızarmadan, onu başından sonuna kadar okuyabilir.
Hâsılı,
Kur’ân-ı Kerîm'in tesis ettiği din sırf tevhiddir.
Kur'ân'ın
tarif ettiği uluhiyet, kurulmuş kanunlarla kâinatı idare eden, fakat
yaklaşılması kabil olmayan bir ihtişam içinde bir tarafta duran felsefî bir
illet-i ûlâ değil, her an hâzır ve nazır, kâinatın her yerinde faal kudret
sahibi bir varlıktır..."[30]
*
* *
Fransa Tıp
Fakültesi Cerrahi Bölümü başkanlığında bulunmuş olan ve mukaddes kitaplar
üzerinde yaptğı bilimsel araştırmaları neticesinde ilâhî kitab ve din olarak
Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslâm dinini kendisine seçmek mutluluğuna ermiş bulunan
Prof. Dr. Maurice Bucaille tarafından yazılıp bastırılan "Kitabı
Mukaddes, Kur'ân ve Bilim" isimli kitabında Tevrat ve İncil
metinlerinin muasır bilimlerle bağdaşmadıkları gösterildikten sonra, şöyle
denilmektedir:
"Kur'ân'ın çok bariz olan bilimsel tarafları
başlangıçta beni derinden derine hayrete düşürdü.
Zira 13 asırlık bir metinde, çağdaş bilimsel verilere
tamamen uygun olarak son derece çeşitli konulara ilişkin bilgilerin
keşfedebileceğine, o zamana kadar hiç mi hiç inanmamıştım.
İşe başlarken, İslâm'a hiç inanmıyordum. Her türlü
peşin hükümden uzak olarak tam bir tarafsızlıkla metinleri incelemeye giriştim.
Beni etkileyen bir fikir var idiyse, o da, gençliğimde
almış olduğum eğitimdi. Bu eğitim, Müslümanlardan değil, Muhammedîlerden
bahsederdi.
Böylece, bir adam tarafından kurulmuş bir dinin söz
konusu olduğu ve dolayısıyla bu dinin de Tanrı katında hiçbir değer ifade
etmeyeceği iyice vurgulanmak isteniyordu.
Batıdakilerin çoğu gibi, ben de İslâm aleyhinde
böylesi yaygın ve yanlış fikirleri muhafaza edebilirdim. Öyle ki, o zamanların
dışında bu konularda aydınlanmış muhataplara rastlamak, benim için hep
şaşırtıcı olmuştur.
İtiraf ediyorum ki; Batıda öğretilen İslâm
imajlarından farklı bir imaj verilmeden önce, ben de bu hususta çok cahil idim.
Şayet bulunmuş olduğum bu noktadan, Batıda genel
olarak İslâm hakkında verilen değer hükümlerinin yanlışlığını düşünecek noktaya
geldimse, ben bunu istisnaî şartlara borçluyum.
Değerlendirme imkânlarıma bizzat Suudî Arabistan'da
kavuştum. Edindiğim bilgiler, İslâm konusunda kendi diyarımızda ne derece
yanlış bilgi sahibi olduğumuzu bana gösterdi. Hâtırasını hürmetle selamladığım
Merhum Kral Faysal'a olan minnet borcum çok fazladır.
Onun İslâm'ı anlatmasını dinlemek ve huzurunda tabiî
ilimlerle ilgili Kur'ân tefsirinin meselelerinden bazılarını anmak şerefi,
ebediyyen hâtıramda nakşedilmiş olarak kalacaktır. Bizzat kendisinden ve
çevresindekilerden gelen bu değerli bilgileri dinlemek, benim için müstesna bir
mazhariyet olmuştur.
O zaman, bizim Batı ülkelerinde şekillenmiş olan İslâm
imajı ile onun gerçek mahiyeti arasındaki mesafeyi ölçmüş biri olarak,
böylesine eksik ve yanlış tanınan bir din hakkındaki incelemelerimi geliştirmek
için, o zaman bilmediğim Arapça'yı öğrenmeye şiddetli bir ihtiyaç duydum.
Benim ilk hedefim Kur'ân'ı okumaya ve onun metnini
cümle cümle incelemeye inhisar ediyordu.
Tenkidli bir inceleme için de, mutlaka gerekli olan
bazı tefsirlerden tabiatıyla yararlanıyordum.
Kur'ân'ı, müteaddit tabiî hadiselere dair yaptığı tavsiflere
büsbütün özel bir dikkat atfederek ele alıyordum.
Kitabın bu konuları ilgilendiren açıklamaları, ancak
aslî metinde nüfuz edilebilecek tarafları, beni iyiden iyiye etkiledi.
Zira bu bilgiler çağımızdaki telakkilere uygun olmakla
birlikte Hz. Muhammed'in zamanındaki bir insanın hakkında en ufak bir fikir
sahibi bile olamayacağı hususlardı.
Daha sonra, Müslüman müelliflerce yazılmış olan Kur'ân
metninin tabiî bilimlerle ilgili taraflarına tahsis edilmiş olan birkaç eser
okudum. Onlar bana çok faydalı değerlendirme imkânı verdiler. Fakat Batıda bu
konuda yapılmış toplu bir incelemeyi şu ana kadar görmüş veya işitmiş değilim.
Böyle bir metinle ilk defa karşı karşıya gelen bir
insanın zekâsını ilkin etkileyen husus, ele alınan konuların bolluğudur:
yaratma, astronomi, yerle ilgili bazı durumların bildirilmesi, hayvanlar âlemi,
bitkiler âlemi, insanın üremesi gibi.
Kitabı Mukaddes'te çok büyük bilimsel hatalar bulunduğu halde, burada
(Kur'ân'da) bir tek yanlışa bile rastlayamıyordum! Bu da, beni kendime şu suali
sormaya mecbur ediyordu:
'Şayet Kur'ân'ın müellifi bir insan ise, Hristiyan
takviminin yedinci yüzyılında, bugün çağdaş bilimsel sonuçlara uygunluğu ortaya
çıkan hususları nasıl yazmıştı?!'
İmdi, hiç şüpheye imkân yoktur ki, şu anda elimizde
olan metin o devirden kalma metindir.
Bu gözlem karşısında, beşerî planda, nasıl bir izah
yapılabilir?
Kanaatimce, hiçbir izah mümkün değildir!
Zira Fransa'da Dagobert'in hüküm sürdüğü asırda Arap
yarımadasında yaşayan bir şahsiyetin, kimi konularda bizimkinden on iki asırlık
ileri bir bilimsel düzeye sahip olduğunu düşünmek için hiçbir sebep bulunamaz.
Aynı şekilde ben, Kur'ân'da, insanlığın bilmesi mümkün
olduğu halde şimdiye dek çağdaş bilimin ulaşamamış olduğu bazı olaylara işaret
bulunup bulunmadığını da araştırdım. Böylece, o açıdan, Kur'ân'ın kâinatta
yerküresine benzer gezegenlerin bulunduğuna dair işaretler ihtiva ettiği
sonucuna ulaştım.
Çağdaş bilgiler bu hususta az da olsa delile sahip
olmamakla birlikte, bunu tamamen ihtimal dahilinde gören birçok bilim adamının
bulunduğunu söylemek gerekir.
Gerekli ihtiyatî kayıtlarla bu fikrimi belirtmenin
lüzumlu olduğuna kani oldum.
Böyle bir incelemeyi otuz yıl kadar önce yapmış
olsaydım, astronomiye ait az önce zikrettiğim konuya, Kur'ân tarafından
açıklanmış olan bir başka durumu ilave etmek gerekecekti ki, bu da uzayın
fethidir.
O dönemde, ilk balistik füze deneylerinden sonra,
belki de insanın yer sınırından çıkıp uzaydan yararlanmasının maddî imkânlarına
sahip olacağı bir günün gelebileceği düşünülüyordu.
O zaman, insanın bu fethi gerçekleştirebileceğini
önceden haber veren bir Kur'ân âyetinin[25] bulunduğu biliniyordu." [26]
Kur'ân-ı Kerîm'i
ve İslâmiyeti inceleyen ve içlerinde Müslüman olanları da bulunan Hristiyan
büyük ilim ve fikir adamlarından bazılarının Kur’ân-ı Kerîm ve İslâmiyet
hakkındaki ciddî ve takdirkâr görüşlerini buraya kadar aktarmaya çalışmış
bulunuyoruz.
Maksadımız, Kur'ân-ı Kerîm'i ve
İslâmiyeti yabancıların görüşleriyle de desteklemek değil, Kur'ân-ı Kerîm ve
İslâmiyet hakkında hiçbir esaslı bilgileri bulunmayan bazı aydınların bu
husustaki olumsuz görüşlerinden vazgeçmelerine yardımcı olmaktır.[27]
Merhum Asım Köksal Hocamızın "Hazreti Muhammed ve İslamiyet"
isimli değerli eserinden naklettiğimiz kısım burada sona ediyor. Bu konumuzu
bir dua ile noktalamak istiyoruz:
“Allah’ım! Kur’ân’ı
bize dünyada bir dost, kabirde ünsiyetli bir yoldaş, kıyamette bir şefaatçi,
sırat üzerinde bir nur, cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, cennette bir
refik, bütün hayırlara bir delil ve imam kıl. Allah’ım! Kalblerimizi ve
kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Üzerine Kur’ân indirilen Zât’ın
(Rahmân-ı Hannân’ın
salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun) hakkı ve hürmeti için, bize
Kur’ân’ın burhanlarını aydınlat. Âmin.”
____________________________
[1] İbn İshak, c. 4,
s. 251, Mâlik, c. 2, s. 899, Taberî, c. 3, s. 169, Zehebî, s. 589.
[2] Nisa: 59.
[3] Ahmedb. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 451, Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 97, Müslim, c. 1,s.134.
[4] Bedrüddin Ayni, Umdetu'l-kâri, c. 19, s. 13.
[5] Bedrüddin Ayni, c. 19, s. 13, İbn Hacer, Fethu'l-bâri, c. 9, s. 5.
[6] İbn Hacer, c. 9, s. 5.
[7] Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 215-216.
[8] Bedrüddin Ayni, c. 19, s. 13.
[9] Râgıb, Müfredâtü'l-Kur'ân, s. 402.
[10] H.Seyyid Şerif, Ta'rifât, s. 116.
[11] Tirmizî, c. 5, s. 172-1 73, Dârimî, c. 2, s. 31 2, Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 7, s. 164.
[12] Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 553, İbn Hacer, Metâlibu'l-âliye, c. 3, s. 284, .
[13] Taberâniden naklen Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 7, s. 165, İbn Esîr, Nihâye, c. 1, s. 229, Bedrüddin Zerkeşi, Burhan,c. 1,5.454, İbn Hacer, Metalib, c. 3, s. 133.
[14] Suyûtî, el-İtkân.c.2, s. 125-126.
[15] Taberî, Tefsir, c. 25, s. 6.
[16] İbnü'n-Nedim, Fihrist, s. 56- 65.
[17] Fahru'r-Râzi. Tefsiru'l-kebir. c. 1. s. 3.
[18] Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf, Yunus sûreleri
[19] Tevbe, Nahl, Hûd, Yusuf, Kehf, Bent İsrail (İsrâ), Enbiya, Tâhâ, Mü'minûn, Şuarâ, Saffat sûreleri.
[20] Yüzden az âyetli olan 42 sûre.
[21] Yüzden az âyetili sûrelerden sonra gelen ve "mufassal" diye anılan 60 kısa sûre.
[22] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 107.
[23] Tirmizi, Sünen, c. 5, s. 155-156, Hâkim , Müstedrek, c. 1, s. 558.
[24] Süleyman Nedvi, İslâm Târihi, c. 4, s. 1575-1577.
[25] er-Rahman: 33.
[26] M. Bucaille. s. 179-184
[27] M.Asım Köksal, Hazreti Muhammed ve İslamiyet, c.4, s.841.
[28] Ömer Rıza Doğrul, Kur'an Nedir?, s.97-137.
[29] Yeni Sabah Gazetesinin 23.4.1958 ve 4.5.1958 tarihli nüshaları.
[30] John Davenport, Hazreti Muhammed ve Kur'an-ı Kerim, Türkçe Tercümesi, s.72-81.
[2] Nisa: 59.
[3] Ahmedb. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 451, Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 97, Müslim, c. 1,s.134.
[4] Bedrüddin Ayni, Umdetu'l-kâri, c. 19, s. 13.
[5] Bedrüddin Ayni, c. 19, s. 13, İbn Hacer, Fethu'l-bâri, c. 9, s. 5.
[6] İbn Hacer, c. 9, s. 5.
[7] Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 215-216.
[8] Bedrüddin Ayni, c. 19, s. 13.
[9] Râgıb, Müfredâtü'l-Kur'ân, s. 402.
[10] H.Seyyid Şerif, Ta'rifât, s. 116.
[11] Tirmizî, c. 5, s. 172-1 73, Dârimî, c. 2, s. 31 2, Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 7, s. 164.
[12] Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 553, İbn Hacer, Metâlibu'l-âliye, c. 3, s. 284, .
[13] Taberâniden naklen Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 7, s. 165, İbn Esîr, Nihâye, c. 1, s. 229, Bedrüddin Zerkeşi, Burhan,c. 1,5.454, İbn Hacer, Metalib, c. 3, s. 133.
[14] Suyûtî, el-İtkân.c.2, s. 125-126.
[15] Taberî, Tefsir, c. 25, s. 6.
[16] İbnü'n-Nedim, Fihrist, s. 56- 65.
[17] Fahru'r-Râzi. Tefsiru'l-kebir. c. 1. s. 3.
[18] Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf, Yunus sûreleri
[19] Tevbe, Nahl, Hûd, Yusuf, Kehf, Bent İsrail (İsrâ), Enbiya, Tâhâ, Mü'minûn, Şuarâ, Saffat sûreleri.
[20] Yüzden az âyetli olan 42 sûre.
[21] Yüzden az âyetili sûrelerden sonra gelen ve "mufassal" diye anılan 60 kısa sûre.
[22] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 107.
[23] Tirmizi, Sünen, c. 5, s. 155-156, Hâkim , Müstedrek, c. 1, s. 558.
[24] Süleyman Nedvi, İslâm Târihi, c. 4, s. 1575-1577.
[25] er-Rahman: 33.
[26] M. Bucaille. s. 179-184
[27] M.Asım Köksal, Hazreti Muhammed ve İslamiyet, c.4, s.841.
[28] Ömer Rıza Doğrul, Kur'an Nedir?, s.97-137.
[29] Yeni Sabah Gazetesinin 23.4.1958 ve 4.5.1958 tarihli nüshaları.
[30] John Davenport, Hazreti Muhammed ve Kur'an-ı Kerim, Türkçe Tercümesi, s.72-81.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.