Burada nakledeceğimiz bereketle
ilgili mucizelerin her birisi sahih hadis kaynaklarından farklı farklı
rivayetçilerden günümüze kadar ulaşmıştır. Bu mucizeler genellikle kalabalık
cemaatler içerisinde vuku bulmuştur. Mucizeye tanık olanların hepsi yerine,
daha çok manen bu işle vazifeli olanlar bu mucizeleri nakletmişlerdir. Çokça
hadis nakleden sahabelerin ortak özelliklerini belirtirsek bu “manen
vazifeli” demenin ne olduğu daha iyi anlaşılır:
1. Allah Resulü’nün (asm) sürekli
yanında ve hizmetinde bulunanlar (Enes bin Malik, Ebu Hureyre, Hazreti Ali ve
Hazreti Ayşe başta olmak üzere diğer eşleri gibi…)
2. Allah Resulü’nden (asm) özel
olarak İslami eğitim alanlar. (Suffe Ashabı gibi)
3. Hafızası kuvvetli olanlar ve
yazı işiyle bizzat vazifeli olanlar. (Ebu Hureyre, Abdullah bin Amr gibi)
4. Yakın dostları ve akrabalık
bağları olanlar. (Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali
gibi…)
Dolayısıyla burada akla “Neden
yüzlerce insanın huzurunda olduğu nakledilen bir mucize, sadece birkaç
rivayetçiden rivayet edilmiş? Hâlbuki yüzlerce sahabe aynı hadiseyi
nakletmeliydiler?..” şeklinde bir soru gelmemelidir. Çünkü bu işte manevi
vazifeli olanlar varsa onlar naklederdi. Mucizeye tanık olan diğer sahabelerin
itiraz etmemesi, onların da bunu kabul ettikleri anlamına gelmektedir. Çünkü en
küçük bir yalan veya hata olsa, yalana hiç tahammülü olmayan sahabeler hemen
itiraz ederlerdi. Yalanlama olmadığına göre nakledilen rivayetlerin sıhhatinden
şüphe etmemeliyiz. Örneğin “Sâ’ denilen dört avuç bir yiyecekten yetmiş adam
yemişler, tok olmuşlar.”[1] naklediliyor. O
yetmiş adam bu rivayeti anlatan sahabelerin sözünü işitiyor ve yalanlamıyorsa
sükûtla tasdik ediyorlar demektir. O yüzden bu rivayetler aslında sadece rivayet
edenler tarafından değil, o mucizeye tanık olan bütün sahabelerin ortak
rivayeti gibi değerlendirilmelidir.
Bu kısa girişten sonra şimdi
mucizeleri nakletmeye başlayalım:
Düğün Yemeğindeki Mucize
Enes b. Malik anlatıyor:
"Resûlullah (asm), Zeyneb binti
Cahş'la evleneceği gün, annem Ümmü Süleym, bana:
“Ey Enes! Allah Resûlü (asm)
bugün gerdeğe girecektir. Sanıyorum ki, yanlarında hiç yiyecekleri de yoktur.
Şu yağ tulumunu buraya getir!” dedi. Getirdim.
Annem, yalnız Allah Resulü (asm) ile eşine yetecek kadar halis Medine hurmasını
toprak bir çanak içinde yağla karıştırarak, hays isimli bir yemek yaptı.
“Ey Enes! Bunu Allah Resulü’ne
(asm) götür ve deki: 'Sana bunu annem gönderdi. Kendisi sana selam söylüyor.
Bu sana tarafımızdan küçük ve az bir hediyedir yâ Rasûlallah!' diyor de.”
dedi.
Onu Allah Resulü’ne (asm)
götürdüm ve:
“Annem sana selam söylüyor. Bu
sana tarafımızdan küçük, az bir hediyedir yâ Rasûlallah!' diyor.” dedim.
Resûlullah (asm):
“Bırak onu!”
buyurdu. Onu, kendisi ile duvar arasındaki boş yere koydum. Bana:
“Ebu Bekir'i, Ömer'i, Osman'ı ve
Ali'yi çağır!” buyurdu. Ashabı olan halktan da,
birçoklarının ismini andı, saydı. Resûlullah’ın (asm) azıcık bir yiyecek için
birçok kimseleri yanına çağırmayı bana emir buyurmasına şaştım! Bununla
beraber, emrine aykırı hareket etmeyi uygun görmeyip, onların hepsini çağırdım.
Bana:
“Bak! Mescidde kim varsa, onları
da çağır!” buyurdu. Öyle yaptım. Mescide gidip, namaz kılan veya
orada uyuyan kimi buldumsa, onlara:
“Resûlullah’ın (asm) düğün
ziyafetine buyurun!” dedim. Geldiler.
Nihayet, sofa doldu. Bana:
“Mescidde kimse kaldı mı?”
diye sordu.
“Hayır!”
dedim. Bana:
“Bak! Yolda kim varsa, onları da
çağır!” buyurdu. Çağırdım. Bana:
“Gelmeyen kimse kaldı mı?”
diye sordu.
“Hayır yâ Rasûlallah! Kalmadı.” dedim.
Sofa ve odalar doldu. Bana:
“Haydi, çanağı getir!”
buyurdu. Çanağı getirip önüne koydum.
“Onar onar, herkes halka olsun ve
herkes önüne konulan yemekten yesin!” buyurdu.
Bu minval üzere cemaat takım takım gelip yemek yediler ve doydular. Bir takım
çıktı, başka bir takım girdi. Böylece, herkes yemek yedi. Bana:
“Kaldır artık sofrayı ey Enes!”
buyurdu. Ben de kaldırdım. Ama, çanaktaki yemek sofraya koyarken mi daha çoktu,
yoksa kaldırırken mi daha çoktu, bilemiyorum. Çanağı zevcesinin yanına
koyduktan sonra, annemin yanına vardım, görmüş olduğum hadiseye şaşakaldığımı
söyledim. Annem, bana:
“Hiç şaşma! Eğer
Allah bütün Medinelilerin yemesini murad buyurmuş olsaydı, hepsi de yerler ve
doyarlardı!” dedi. O zaman, gelip yemek
yiyenlerin sayısının üç yüz kadar olduğu bildirilmiştir.[2]
Hazreti Eyyüb’ün Evinde Yüz Seksen Kişinin Tanık
Olduğu Mucize
Peygamberimizin (asm) Medine’ye
hicret etmesinde, O’na evini açan Hazreti Eyyüb (ra) anlatıyor:
"Bir gün, Allah Resulü (asm)
ve Ebu Bekir (ra)'e yetecek kadar yemek yapıp getirince, Resûlullah:
“Git, bana Ensar’ın önde
gelenlerinden otuz kişi çağır!” buyurdu. Yanımda
hazırladığım yemeğe ekleyecek bir şey bulunmadığından, bu bana çok ağır geldi.
Biraz ağırdan aldım. Peygamber (asm), tekrar:
“Git, bana Ensar’ın önde
gelenlerinden otuz kişi çağır!” buyurdu. Bunun
üzerine, gidip onları çağırdım, geldiler. Gelince, onlara:
“Yemek yiyiniz!” buyurdu,
yediler. Önlerinden, ancak bir kısmını yiyebildiler! Bu mucize karşısında,
Hazreti Muhammed (asv)’in, Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ettiler ve oradan
ayrılmadan Peygamber’e (asm) ve İslam’a bağlılık sözü verdiler. Peygamber
(asm), bundan sonra:
“Git, bana Ensar’ın önde
gelenlerinden altmış kişi çağır!” buyurdu. Vallahi,
altmış kişi beni otuz kişiden daha çok korkuttu! Gidip çağırdım. Onlar da
önlerinden ancak bir kısmını yiyebildiler! Bu mucize karşısında, Hazreti
Muhammed (asv)’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ettiler ve oradan ayrılmadan
Peygamber’e (asm) ve İslam’a bağlılık sözü verdiler. Bundan sonra, Resûlullah
(asm):
“Git, bana Ensar’ın önde
gelenlerinden doksan kişi çağır!” buyurdu. Beni, bu
doksan kişi, altmış ve otuz kişiden daha çok korkuttu. Onları da gidip
çağırdım. Yemekten yediler. Onlar da önlerinden ancak bir kısmını yiyebildiler
ve bu mucize karşısında, Hazreti Muhammed (asv)’in Allah’ın Resulü olduğuna
şehadet ettiler ve oradan ayrılmadan Peygamber’e (asm) ve İslam’a bağlılık sözü
verdiler. İşte o zaman bu yemekten yüz seksen kişi yedi ki, hepsi de
Ensardan idiler."[3] Yüce Allah,
onların hepsinden razı olsun!
Cabir b. Abdullah'ın Hurma Mahsulünün Bütün Borçlarını
Ödeyecek Kadar Bereketlenişi
Cabir'in babası Abdullah b. Amr
b. Haram, Uhud savaşında şehit olmuş, arkasında altı kız çocuğu ile bir hayli
de borç bırakmıştı. Abdullah b. Amr’ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan
iki bahçesi bulunmakla beraber, bunların mahsulü bıraktığı borçları
karşılayacak derecede değildi. Cabir'in borçtan bir kısmının düşülmesi isteği
alacaklılarca kabul edilmediği gibi, borcun ertelenmesi isteği de kabul
edilmemişti. Bunun üzerine, Cabir, Peygamberimiz (asm)’e gelerek:
"Yâ Rasûlallah! Biliyorsun
ki, babam Abdullah, Uhud günü şehit oldu. Bana birçok borç bıraktı.
Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsulünü vermeyi teklif ettiğim halde,
kabul etmediler!" dedi ve alacaklı
Yahudi ile görüşüp aracılık etmesini, yardımcı olmasını rica etti.
Peygamberimiz (asm), Cabir'in
boynundaki borca karşılık hurmalığın meyvesinin bütününü almasını Yahudiye
teklif etti. Fakat Yahudi buna yanaşmadı. Peygamberimiz (asm) Yahudi ile tekrar
konuştu. Ona alacağını ertelemesini teklif etti. Yahudi bunu da kabul etmedi.
Peygamberimiz’in (asm); bu yıl borcun bir kısmının, gelecek yıl da diğer
kısmının ödenmesi teklifini de kabul etmedil. Hatta, ödenecek hurmanın hepsinin
iyi cinsten olması hususunda da direndi.
Ertesi gün, Peygamberimiz (asm),
Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) ile birlikte, Cabir’in hurma bahçesine
gitti ve bahçeyi dolaşıp bereket duası yaptı. Cabir'e de:
"Git! Hurmanı toplayıp
tasnif et: Acveyi (iyi cinsi) bir boy, Azk-ı Zeyd'i (erginini) de bir boy
yaptıktan sonra, bana haber gönder!"
buyurdu.
Cabir bu emri yerine getirdikten
sonra, Peygamberimiz (asm) geldi. Cabir, aynı zamanda, alacaklılara da haber
salmıştı. Onlarda, eşekler ve çuvallarla bahçeye geldiler. Cabir, başka bir
yerden iyi cins hurma satın alıp babasının borcunu alacaklılara ödemeyi bile
göze almıştı.
Peygamberimiz (asm) hurma
öbeklerinin en büyüğünün çevresini üç kere dolaştı. Hurma harmanının başına
veya ortasına oturduktan sonra, orada bekleşen alacaklılara işaret ederek,
Cabir'e:
"Haydi, şu kavmin
istediklerini ölç, ver!" buyurdu.
Cabir de, alacaklılara haklarını
ölçüp ölçüp tamamıyla verdi. Geri kalan hurma, sanki aslından bir şey
eksilmemiş gibi idi! “Tek babamın borcu ödensin de kız kardeşlerimin
yanına bir tek hurma tanesiyle bile dönmeyeyim.” diye düşünen, buna
razı olan Cabir'e, bütün borçlar ödendikten sonra, on yedi deve yükü hurma
kalmış bulunuyordu![4]
Bir Avuç Hurmanın İslâm Ordusunu Doyuruşu
Beşir b. Sa'd'ın kızı, Numan b.
Beşir'in kızkardeşi der ki:
"Annem Amre binti Revâha
beni çağırdı. Eteğime iki avuç hurma koyduktan sonra: 'Kızcağızım! Git de,
baban ile dayın Abdullah b. Revâha'nın gıdalarını kendilerine ver!”
dedi. Giderken, Allah Resulüne (asm) rastladım, babamla dayımın nerede
olduklarını sordum. Resûlullah (asm):
“Kızcağızım! Beri gel! Yanındaki
nedir?” buyurdu.
“Yâ Rasûlallah! Bu, hurmadır!
Annem bunu yesinler diye babam Beşir ile dayım Abdullah’a gönderdi.”
dedim. Resûlullah (asm):
“Getir onu!”
buyurdu.
Ben de, onu Resûlullah’ın (asm)
iki avucuna döktüm, avuçlarını doldurmadı. Sonra, bir örtü getirilmesini
emretti. Örtü getirilip serildi. Hurmayı örtünün üzerine yayıp dağıttıktan
sonra, yanındakilere:
“Yemeğe geliniz! diyerek
hendek kazımında çalışan sahabelere sesleniniz!” buyurdu.
Hendek halkı toplanıp ondan yemeye koyuldular. Hurmalar yendikçe artmış,
örtünün etrafından dolup taşmıştı."[5]
Az Bir Hurmanın Bereketlenişi
Hazreti Ömer (ra), Ebu Hüreyre,
Selemetübnü’l-Ekvâ ve Ebu Amrate’l-Ensarî gibi sahabelerden rivayet ediliyor
ki:
Tebük Seferi esnasında ordu aç
kaldı. Sahabeler, Allah Resulü’ne (asm) müracaat edip durumu arzettiler.. Allah
Resulü (asm) buyurdu ki: “Herkes yanında kalan yiyecekleri bir yere
toplasın.” Herkes yanındaki hurmaları getirdi. En çok getiren sahabe, dört
avuç getirebildi. Bir kilime koydular.
Hazreti Seleme der ki: “Tamamı
ancak oturmuş bir keçi kadar olmuştu.” Sonra Allah Resulü (asm) bereketle
dua edip dedi ki: “Herkes kabını getirsin.” Koşuştular, kaplarını alıp
geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla
kaldı.
Hatta mucizeye tanık olan bir
sahabe demiş ki: “O bereketin gidişatından anladım: Eğer bütün dünya
gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti.”[6]
Yüz Otuz Kişiye Az Bir Yiyecekle Verilen Ziyafet
Hazreti Ebu Bekir (ra)’in oğlu
Abdurrahman anlatıyor:
“Biz yüz otuz Sahabe, bir seferde
Allah Resulü (asm) ile beraberdik. Dört avuç miktarı olan bir sâ’ (yaklaşık 3
kg. kadar) tahıl ekmek için hamur yapıldı. Bir de keçi kesildi, pişirildi;
yalnız ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Kasem ederim, o kebaptan, yüz otuz
sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Allah Resulü (asm) pişmiş eti
iki kâseye koydu. Biz hepimiz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı. Ben
fazlasını deveye yükledim.”[7]
Bin Kişiye Bir Oğlak ve Az Bir Ekmeğin Yeterli Gelişi
Hendek Savaşı esnasında Hazreti
Cabir’in evinde, bir keçi oğlağı pişrilmişti ve ve bir sa’ (yaklaşık 3 kg.
kadar) tahıl, ekmek yapılmıştı. Hazreti Câbiru’l Ensârî yemin ederek anlatıyor
ki:
“O günde, dört avuç olan bir sâ’
arpa ekmeğinden ve bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece
kaldı.” Hazret-i Câbir der ki: “O gün yemek, benim evimde pişirildi. Bütün bin
adam o sâ’dan (ekmekten), o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu
kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. Allah Resulü (asm), o hamura ve o
tencereye mübarek ağzının suyunu koyup bereketle dua etmişti.”[8]
İşte, şu bereket mucizesi, bin
sahabenin huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir naklediyor.
O bin kişi bu rivayeti duydukları halde yalanlamıyorlarsa kabul ediyorlar
demektir. Demek şu hâdise “bin kişiden rivayet edilmiş gibidir”
denilebilir.
Bir Ekmekten Yetmiş - Seksen Kişinin Doyurulması
Peygamberimizin (asm) hizmetinde
yıllarca bulunan Hazreti Enes’in amcası, Ebu Talha anlatıyor:
“Allah Resulü (asm), yetmiş
seksen adamı, Enes’in koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya
kadar yedirdi. “O az ekmekleri parça parça ediniz.” emretti ve bereketle
dua etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler.” [9]
Bitmeyen Arpa
Hazreti Câbir anlatıyor:
“Birisi, Allah Resulü’nden (asm)
ailesi için yiyecek istedi. Allah Resulü (asm) ona yarım yük arpa verdi. Çok
zaman o adam ailesiyle ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bitmediğini görünce
merak edip, eksilip eksilmediğini anlamak için ölçtüler. Ölçmelerinden sonra
bereketi kalktı; azalmaya başladı. Allah Resulü’ne gidip durumu anlattılar.
Efendimiz (asm) onlara dedi ki: ‘Eğer tecrübe için tartmasaydınız hayatınız
boyunca size yeterdi’”[10]
Bir Kase Etle Doyan Kalabalık
Hazreti Semure anlatıyor:
“Allah Resulü’ne (asm) bir kâse
et geldi. Sabahtan akşama kadar dalga dalga adamlar geldiler, yediler.”[11]
İşte, bereketli ilgili
mucizelerin giriş kısmında dediğimiz gibi, bu mucizeler aslında bir kişinin
naklettiği mucizeler değil, bu hadiseye tanık olan ve bizzat o yemekten yiyen
insanların sayısınca şahitler tarafından nakledilmiş anlamına gelmektedir.
Hazreti Semure, o yemeği yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onların namına ve
tasdiklerine binaen rivayet etmiştir...
Suffe Mektebine Verilen Ziyafet
Hazreti Ebu Hüreyre anlatıyor:
“Allah Resulü (asm) bana emretti:
‘Mescid-i şerifin suffesini mesken olarak kullanan sayıları yüzün üzerinde
olan fakir muhacirleri davet et.’ Ben de onları aradım, topladım. Hepimize
bir kabın içerisinde yemek konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O
kâse konulduğu vakit nasılsa; halen öyle dolu şekilde kalıyordu. Yalnız
parmakların izi yemekte görünüyordu.”[12]
İşte, Hazret-i Ebu Hüreyre, bu
mucizeye tanık olan tüm kamil suffe ehli namına ve onların tasdiklerine
dayanarak, onlar namına haber verir. Demek ki, bu mucize tüm suffe mektebi
tarafından rivayet edilmiş gibidir. Çünkü bu rivayet eğer yalan bir rivayet
olsaydı, hayatları ilim ve irfanla geçen bu sahabelerin, “yalandır”
dememeleri mümkün müydü?
Akrabalarını İslam’a Davet Edince, Onlara Gösterdiği
Bir Bereket Mucizesi
Hazret-i Ali anlatıyor:
“Peygamberliğin ilk yıllarında
Allah Resulü (asm) en yakınlarına İslam’ı tebliğ etmek için bir ziyafet
tertipleyip, bütün akrabalarını davet etmişti. Gelenler tam kırk kişiydiler.
Onlardan bazıları tek başına bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye (yaklaşık 5
kg. kadar) süt içerdi. Halbuki, gelenlerin tamamına bir avuç kadar bir yemek
verildi; hepsi yiyip doydular, ama yemek hiç yenilmemiş gibi aynen duruyordu.”
“Sonra, üç dört adama ancak kâfi
gelecek, ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Hepsi içtiler, doydular; içilmemiş
gibi halen duruyordu.”[13]
Hazreti Ali (ra) ile Hazreti Fatma (r.anha)’nın Düğün
Yemeği
Hazreti Ali (ra) ve Hazreti Fatma
(r.anha)’nın düğün yemekleri için, Efendimiz (asm), Hazreti Bilâl’e “Dört
beş avuç un, ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin.” diye emretti.
Hazret-i Bilâl diyor ki:“Ben
yemeği getirdim. Mübarek elini üstüne vurdu. Sonra taife taife sahabeler
geldiler, yediler, gittiler. O yemekten, arta kalan kısmına yine bereketle dua
etti. Bütün eşlerine, birer kâse göndertti ve dedi ki: “Hem yesinler, hem
yanlarına gelenlere yedirsinler.”
Böyle mübarek bir ailenin düğün
yemeğinde, böyle bir mucize olması normaldir ve gereklidir.
Peygamber Ailesinin Mazhar Olduğu Bereket
İmam-ı Ali (ra)’den naklediliyor
ki:
Hazreti Fatma (r.anha), yalnızca
kendi ailesine yetecek bir yemek pişirdi. Sonra Hazreti Ali (ra)’yi, Peygamber Efendimizi
(asm) yemeğe çağırması için gönderdi. Efendimiz (asm) geldi ve yemekten
eşlerine de birer kâse yollanmasını emretti. Tüm eşlerine birer kâse
gönderildi. Daha sonra Efendimize (asm), Hazreti Ali (ra)’ye, Hazreti Fatıma
(r.anha)’ya ve torunlarına birer kâse koyduktan sonra, Hazreti Fatma (r.anha)
bakmış ki, tencere daha dolup taşıyor. Hatta Allah’ın izniyle o yemekten bir
hayli zaman yemişlerdir.[14]
Dört Yüz Kişinin Tanık Olduğu Mucize
Peygamber Efendimiz (asm)
Hazret-i Ömer (ra)’e “Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk
için erzak ver.” diye emretti. Hazret-i Ömer, “Ya Resulallah, elimizdeki
erzak birkaç sâ’dır. (bir sâ’ yaklaşık 3 kg) Toplansa, ancak oturmuş bir deve
yavrusu kadar eder.” dedi. Efendimiz (asm) ise tekrar “Git, ver.”
diye emretti. O da gitti, yarım yük hurmadan, dört yüz süvariye yetecek kadar
erzak verdi. Ve dedi ki:“Erzak hiç eksilmemiş gibi eski halinde kaldı.”
İşte şu bereket mucizesi, dört
yüz adamla ve özellikle Hazreti Ömer (ra) ile alakalı bir surette vukua
gelmiştir. Rivayetlerin arkasında bunlar var. Bunların ses çıkarmaması, tasdik
ettikleri anlamına gelir.
Tebük Savaşında Ordunun Bir Avuç Hurmadan Yemesi
Ebu Hüreyre naklediyor:
“Tebük Savaşı yolculuğunda, ordu
aç kaldı. Allah Resulü (asm) ‘Yiyecek bir şey var mı?’diye sordu. Ben
dedim ki: ‘Heybede bir kaç tane hurma var.’ (Bir rivayet göre on beş tane)
Efendimiz (asm) getirmemi istedi, ben de getirdim. Mübarek elini soktu, bir
avuç çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle dua buyurdu. Sonra onar onar
askerleri çağırdı, hepsi o bir avuç hurmadan yediler. Sonra ‘Getirdiğin şeyi
al götür. Onu tut muhafaza et ve boşaltma.’ dedi.
Ben aldım, elimi o heybeye
soktum. Baktım ki, önceden olduğu kadarı yine elime geldi. Sonra Peygamber
Efendimiz (asm) hayatta olduğu sürece, ardından Hazreti Ebu Bekir (ra), Ömer
(ra) ve Osman (ra) hayatta oldukları sürece o hurmalardan yedim. (Başka bir
rivayette de o hurmalardan kaç yük, Allah yolunda sarf ettim demiş) Sonra
Hazreti Osman (ra)’ın şehit edilmesi esnasında o hurma, kabıyla birlikte
yağmalandı ve tahrip edildi.”[15]
İşte, kâinatın hocası olan Fahr-i
Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın, kudsî medresesi ve okulu olan Suffe mektebi’nin
daimi ve mühim bir talebesi ve hafızasının kuvvetlenmesi için Peygamberimizin
(asm) duasına mazhar olan Hazreti Ebu Hüreyre, Tebük Savaşı gibi insanların bol
olduğu bir yerde meydana geldiğini haber verdiği şu bereket mucizesi, manen o
ordunun sözü kadar kesin ve kuvvetli olması gereklidir.
Bir Kadeh Süt ile Doyan Sahabeler
Hazreti Ebu Hüreyre anlatıyor:
“Bir defasında aç olduğum bir
halde, Allah Resulü’nün (asm) evine kadar beraber gitmiştik... Baktık ki, bir
kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Allah Resulü (asm) sütten ikram etmek için
Ehl-i Suffeyi çağırmamı söyledi. Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün bütününü
ben tek başıma içebilirim; hem aç olduğum için daha fazla muhtacım.” Fakat
Efendimizin (asm) emrine binaen gittim, onları topladım ve yüzün üzerinde
sahabeyi getirdim. Allah’ın Elçisi (asm), sütü onlara ikram etmemi söyledi. Ben
de o kadehteki sütü birer birer hepsine verdim. Her birisi doyuncaya kadar
sütten içiyorlardı sonra diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün
Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler.”
“Sonra, Efendimiz (asm)“Geriye
seninle ben kaldık, önce sen iç.” dedi. Ben de içtim. İçtikçe, “iç”
dedi. Artık içemez hale geldikten sonra dedim ki: “Seni hak ile gönderen
Zât-ı Zülcelâle yemin ederim, yer kalmadı ki içeyim.” Sonra kendisi aldı,
Bismillâh deyip hamd ederek kalanı içti.”[16] Yüz bin âfiyet
olsun!
İşte şu sâfi, hâlis süt gibi
şüphesiz şu bereket mucizesi bize nasıl ulaşmış:
1.
Beş yüz bin hadîsi ezberleyen Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte gibi
kitaplardan... Bu kitaplar ki, ihtisas ehlinin yanında bu kitaplardaki bir
rivayet gözle görülmüş gibi kesindir.
2. Allah
Resul’nün (asm) özel mektebi olan Suffe’nin, hem zeki, hem sadık hem de hafız
bir talebesi olan Ebu Hüreyre’nin, tüm Ehl-i Suffe namına, onları şahid ederek
nakletmiştir.
Şimdi hal böyle olduğu halde bu
mucizeleri kabul etmeyen insanların kalbinde veya aklında problemi var
demektir. Çünkü, Ebu Hüreyre gibi sadık ve bütün hayatını hadîse ve dine adayan
ve
“Kim bilerek bana yalan isnad ederse (benden yalan bir
şey haber verirse) Cehennem ateşindeki yerine hazırlansın.”[17]
hadîsini duyan ve hatta bizlere
nakleden bir sahabenin yalan söylemesi mümkün müdür? Çünkü yalan söylese hem
Suffe mektebi tarafından yalanlanacaktır, hem de demin naklettiğimiz hadis
uydurmanın dehşetli cezasına maruz kalacaktır. -Haşa- bütün hayatlarını İslama
adayan bu mümtaz sahabelerin yalan söylemesi imkansızdır, bunu savunan insanlar
da ya kalpsiz ya da akılsızdır.
Bereketli ilgili örneklerden bir
kaçını burada naklettik. Konuyu bitirmeden evvel ehemmiyetine binaen bir
hatırlatma yapmak istiyoruz.
Malûmdur ki, zayıf şeyler bir
araya gelince kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur.
Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte, Peygamberimizin (asm)
mucizelerinin farklı farklı türlerinden sadece bereketle ilgili mucizelerinden
birkaç tanesini yukarıda sizlere naklettik. Naklettiğimiz mucize misallerinin
her biri tek başına Allah Resulü’nün (asm) nübuvvetini tasdik etmeye yeter.
-Farzımuhal- nakledilen rivayetlerin bir kısmına zayıf rivayetlerdir, desek
bile yine de içlerindeki sahih ve kuvvetli rivayetlerle bir araya geldiklerinde
kuvvetlenip aynı davaya imza basarlar. Çünkü, kuvvetli ile ittifak eden
kuvvetleşir.
Hem şu naklettiğimiz bereket
mucizelerini, diğer yüzlerce mucize ile beraber değerlendirdiğimizde, bunlar
kopmaz bir deliller yumağı haline gelir ki, artık onu hiçbir vesvesenin
koparması mümkün olamaz.
Evet, berekete dair naklettiğimiz
mucizeler gösteriyorlar ki, Hazreti Muhammed (asm), umuma rızık veren ve
rızıkları halk eden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili bir memurudur, pek
hürmetli bir kuludur ki, rızkın her türünden, O’na mucizevi bir şekilde gaybdan
ziyafetler gönderiyor.
Malûmdur ki, Arap yarımadası,
suyu ve tarımı az bir yerdir. Onun için, halkı, özellikle de ilk sahabeler,
geçim noktasında sıkıntı yaşamaktaydılar. Hem susuzluk musibetine çok defa
maruz kalıyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, Peygamber Efendimizin (asm)
mucizelerinin en önemlileri, yiyecek ve içecekler üzerinde gösterilmiştir. Bu
harikalar, Peygamber Efendimizin (asm) peygamberlik davasına delil ve mucize
olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Allah Resulü’ne (asm) bir İlâhî ikram,
Rabbânî bir ihsan ve Rahmâni bir ziyafet hükmündedir. Çünkü, o mucizeleri
görenlerin büyük çoğunluğu zaten Allah Resulü’nün (asm) davasını tasdik
edenlerdendi. Bu iman edenler bu mucizelere tanık oldukça zayıf imanı olanların
imanları kuvvetlendi, ehl-i imanın da imanları ziyadeleşti.
Yâ Rab! Şu Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî
rızkımıza bereket ihsan et! Amin...
_________________________________________
[1]Buhârî, Menâkıb,
25; Müslim, Eşribe, 142; Tirmizî, Menâkıb, 6; İbni Mâce, Et’ime, 47; Muvatta’,
Sıfatü’n-Nebî, 19.
[2]İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 8, s. 104. Müslim, Sahih, c.2, s. 1051. İbn Sa'd, Tabakât, c. 8, s. 105.
[3]Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 428; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1 , s. 243-244; Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefâ, c. 1, s. 280; Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 8, s. 303.
[4]Buhârî , Sahih, c. 3, s. 21-22-84-138-199; Nesâf, Sünen, c. 6, s. 244-245-246.; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 373, 391; Ebu Dâvud, Sünen, c. 3, s. 119; İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 813-814.
[5]İbn İshak, İbn Hişam , Sîre, c. 3, s. 228, 229; Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 476; Ebu Nuaym, Delâilü'n-Nübüvve, c. 2, s. 499, 500; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, c. 3, s. 427; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 2, s. 57; Zehebî, Megâzî, s. 235; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 99; Suyûtî, Hasâisü'l-kübrâ, c. 1, s. 572.
[6]Buharî, Şerike: 1; Cihad: 123; Müslim, İman: 44, 45; Müsned, 3:11, 418.
[7]Buharî,Hibe: 28, Et’ıme: 6; Müslim, Eşribe: 175; Müsned: 1:197, 198; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî: 22:55.
[8]Buharî,Mağâzî: 29; Müslim, Eşribe: 141; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:290; Kenzü’l-Ummal, 12:409, 424.
[9]Buharî,Et’ıme: 6, 48; Müslim, Eşribe: 142, 143; Müsned, 3:218; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:291, 297; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31.
[10]Müslim,Fedâil: 3, no. 2281; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:114.
[11]Tirmizî(tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2629; Ebû Dâvud, Mukaddime: 9; Müsned, 5:12, 18; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:618.
[12]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:606; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:308; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:101.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:607; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:36; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:302-303; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), 1220; Müsned, 1:159.
[14]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:608; İbni Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:73, no. 4001.
[15]Tirmizî, Menâkıb: 47, no. 3839; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:110 (muhtelif tariklerle); Müsned, 2:352; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:56; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:191 no. 5933.
[16]Buharî, Rikâk: 17; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme: 36, no. 2477; Müsned, 2:515; Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2479; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:15; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:296.
[17]Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Enbiyâ: 50; Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, İlim: 8, 13; Tefsir: 1; Menâkıb: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 4; Dârîmî, Mukaddime: 25, 46; Müsned, 1:70, 78.
[2]İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 8, s. 104. Müslim, Sahih, c.2, s. 1051. İbn Sa'd, Tabakât, c. 8, s. 105.
[3]Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 428; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1 , s. 243-244; Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefâ, c. 1, s. 280; Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 8, s. 303.
[4]Buhârî , Sahih, c. 3, s. 21-22-84-138-199; Nesâf, Sünen, c. 6, s. 244-245-246.; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 373, 391; Ebu Dâvud, Sünen, c. 3, s. 119; İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 813-814.
[5]İbn İshak, İbn Hişam , Sîre, c. 3, s. 228, 229; Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 476; Ebu Nuaym, Delâilü'n-Nübüvve, c. 2, s. 499, 500; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, c. 3, s. 427; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 2, s. 57; Zehebî, Megâzî, s. 235; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 99; Suyûtî, Hasâisü'l-kübrâ, c. 1, s. 572.
[6]Buharî, Şerike: 1; Cihad: 123; Müslim, İman: 44, 45; Müsned, 3:11, 418.
[7]Buharî,Hibe: 28, Et’ıme: 6; Müslim, Eşribe: 175; Müsned: 1:197, 198; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî: 22:55.
[8]Buharî,Mağâzî: 29; Müslim, Eşribe: 141; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:290; Kenzü’l-Ummal, 12:409, 424.
[9]Buharî,Et’ıme: 6, 48; Müslim, Eşribe: 142, 143; Müsned, 3:218; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:291, 297; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31.
[10]Müslim,Fedâil: 3, no. 2281; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:114.
[11]Tirmizî(tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2629; Ebû Dâvud, Mukaddime: 9; Müsned, 5:12, 18; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:618.
[12]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:606; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:308; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:101.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:607; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:36; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:302-303; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), 1220; Müsned, 1:159.
[14]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:608; İbni Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:73, no. 4001.
[15]Tirmizî, Menâkıb: 47, no. 3839; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:110 (muhtelif tariklerle); Müsned, 2:352; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:56; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:191 no. 5933.
[16]Buharî, Rikâk: 17; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme: 36, no. 2477; Müsned, 2:515; Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2479; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:15; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:296.
[17]Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Enbiyâ: 50; Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, İlim: 8, 13; Tefsir: 1; Menâkıb: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 4; Dârîmî, Mukaddime: 25, 46; Müsned, 1:70, 78.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.